- 26 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Beyaz TÜL
Beyaz Tül
İstanbul’daki evimizin biçimini değiştirip bir banyo eklediler. Böyle daracık, duşunun içinde tek kişinin sıkış tepiş durduğu, muslukları altın sarısı, duvarları beyaz karolarla kaplı. Hiç gerek olmadığı halde evde ikinci bir tuvalet oldu çünkü içine şu asortik WC’lerden yaptılar. Oturup işemeye yeltensen, neredeyse karşı duvara değiyordu dizi insanın. Tavana asılmış denebilecek kadar yüksekte küçük mü küçük bir penceresi vardı altın sarısı kasasıyla.
Beyaz tülden perdeleri, yerdeki siyah zemin kaplaması ve mis gibi şampuan, parfüm kokusuyla annemin özel banyosuydu o.
Çok mutluyduk o ilk genç kızlığımın hiç unutulmaz yazında. Komşularımızdan Samime teyzenin yakışıklı mı yakışıklı oğlu Suat’ın en yakın arkadaşı olan ablam, hiç zaman kaybetmek istememiş olacak ki ondan sonraki yaz Mustafa’yla evlendi ve ailesinden olağanca uzağa, Kahramanmaraş’a taşındı. Onun kararıydı elbette ve artık evliydi. Ne annem karşı çıkabildi bu kadar uzaklara gitmesine ne de babam. Doğrusu babam başlarda homurdanır gibi olmadı değil ama bu homurtuları benden başka kimse duymadı.
Ağabeyim, ablam Kahramanmaraş’a yerleştikten sonra asker arkadaşıyla ortak oldukları kahvehaneyi satıp, sanayide usta olarak çalışmaya başladı. Bildiği işti. Çocukluğundan bu yana çıraklıktan gelmişti.
Babam, buna ses etmedi tabii. Ne diyebilirdi ki, eve bir maaş getirsin yeterdi babama göre. Kimseye muhtaç olmasın, avare avare sokaklarda sürtmesin yeterdi. Abimin usta olarak işe başladığı o günlerde babam da teyzesinin oğlu hilmi amcayla bir taksiye ortak oldu.
Ben de onlara bol bol hediyeler aldırdım. Uzun sarı saçlı Barbie bebekler, onlara değişik değişik giydireyim diye türlü türlü kıyafetler, bilyeler, saçım için kurdelalı tokalar ve tabii ki olmazsa olmazım; kurmalı bir müzik kutusu, hani şu içinde dans eden balerinlerin olduğu.
Mahalledeki çocuklar yeni oyuncaklarımdan ötürü bana hayranlık duyuyor, her konuda sözümü dinliyorlardı. Canım şeker, sakız mı çekti, bebeğimle bakkala gidip gelme karşılığında bana alıyorlardı ya da bilyelerimle mi oynamak istediler, o zaman da benim yerime ödevlerimi yapıyorlardı. Bebeğimin saçlarını taramak, üzerini değiştirmek karşılığında da kızlar soyunup bana mahrem yerlerini gösteriyorlardı.
Etrafımda korkunç olaylar meydana geliyor, fakat bana vız geliyordu. Arkadaşım Ayşe’nin annesinin üzerinden kamyon geçmişti de tüm kemikleri kırılmıştı. Türkiye’nin bilmem kaçıncı Cumhurbaşkanı görevinin daha ilk ayında kalp kriziyle ölmüştü. Teröristler Adana’da büyük ses çıkarmıştı. Annemin karnındaki bebek doğuma yakın ölmeyi tercih etmişti. Kasap Muharrem amca, bir müşterisinin dört parmağını et davasıyla elinden almıştı. Benim okulumda Hasan adındaki din kültürü öğretmeni sınıfta ders saatinde, kafasına silah dayayıp intihar etmişti. Şekere yağa ve yakıta deli gibi zam gelmişti.
Bayramda, Konya’daki dedemi ziyaret ediyorduk. Her seferinde bana “Başın neden açık, neden uzun etek giymiyorsun. Müslümansın sen kadın kısmına pantolon giymek haramdır, annen hiç mi terbiye vermemiş sana, sesin çok çıkıyor, büyüklerinin karşısında cevap verme, misafirlerin olduğu odada görünme…” gibi, kendince bir sürü sinir bozucu nasihat ve kızmak arasında söylenip dururdu.
Annemin sürekli beni yanlış yetiştirdiği, edep haya öğretmediği, giyim kuşamda ecnebilerden bir farkımızın kalmadığını ve dilimin pabuç kadar uzamaması için üstüne düşen anneliği yapmadığını söyleyip dururdu.
Annem her seferinde özür diler, aslında beni kuran kursuna yazdırdığını, evde öyle olmadığımı, zaman zaman beni dayaktan helak ettiğini falan anlatırdı. Gözlerinin içine bakar dinlerdim. Annem elbette sakin bir kadın değildi ama dedemin yanında başka bir insanmış gibi davranmasına şaşkınlıkla tanıklık ediyordum.
Denedim, fakat hayatım ilk genç kızlık yıllarımda o kadar güzeldi ki ne kadar çabalarsam çabalayayım hiçbir şeyden üzüntü duymuyordum. Ta ki ablam kucağında bebeğiyle çıkıp gelerek bütün hayatı bana zindan edene kadar.
Bu durum bir tek babamı rahatsız ediyordu ama o ailedeki en vasıfsız birey olduğu için, yine sesi duyulmuyordu.
Annem önce oyuncak bebeklerimi, bilyelerimi sonra da müzik kutumu elimden aldı. En son onlara sarılıp ağlarken “vermeyeceğim işte, vermeyeceğim,” dediğimi hatırlıyorum.
Apar topar iletişimler kurarken beni okuldan çoktan almıştı bile. Ortaokulu daha bitirmemiştim ki başıma kendi eşarplarından birini bağlayıp, elime kahve fincanlarıyla dolu bir tepsi sıkıştırıp, “ikram et, dikkat et dökme sakın,” dedi.
Ablam sevdiği adamla evlendiğinde yirmi yaşındaydı. Ben on üç! Daha gönlümün istediği kimse olmadan, kapatıldı kapıları. Yaşımı bitirmemiştim ki yüzümü beyaz bir tülle örttüler.
Evliliğim, kocam otuz yıl hapis cezasına çarptırılana dek sürdü. İki kızım vardı. Sonunda babam dayanamadı annemi bakım evine yerleştirip, beni yanına aldı. Aynı evin içinde iki kızımı büyütmeden önce yaptığım ilk değişiklik banyoda oldu. Altın sarısı musluklarını, duvarların beyaz fayanslarını, yerdeki siyah zemini… tavana yakın küçük bir deliği andıran pencereyi aşağı doğru uzatıp, genişlettim. Tüm banyoyu, hepsini, hepsini söktürüp, orayı çamaşır odası yaptım. Bir köşesine çamaşır makinamı, diğer köşesine günde bir defa yıkanan kirlilerimin sepetini koydum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.