- 130 Okunma
- 1 Yorum
- 10 Beğeni
VARLIK İLE YOKLUK ARASINDA BİR YOLCULUK
İnsanın dünyaya gelişiyle başlayan en büyük serüven, kendisini anlamaya yönelik bir yolculuktur. Bu yolculuk, başlı başına bir paradoks taşır: Ne kadar derine inerse insan, o kadar kaybolur. İçsel bir keşfe çıktıkça, dış dünya ile olan ilişkisindeki bulanıklık artar. İnsan, doğanın bir parçası olma arzusuyla çıkarken bu yolculuğa, nihayetinde kendisini bulma çabası içinde kendi varlığını yitirir. Bu çelişki, varoluşun en temel özüdür: Kendini bulmaya çalışırken, insan hep bir kayboluşun eşiğindedir. Varoluşçuluk burada, bu kaybolmuşluğu ve belirsizliği özgürlüğün kaynağı olarak görür. Çünkü insan, ne kadar kaybolursa, o kadar kendi iradesiyle varlık gösterme potansiyeline sahiptir.
Varoluş, bir yanda anlam arayışıdır; diğer yanda ise anlamın kendi varlığı içinde yok olma halidir. Bu, Sartre’ın "varlık önce gelir, öz sonra gelir" düşüncesiyle paralellik gösterir. Her birey, dünyaya ait bir varlık olma arzusuyla hareket ederken, diğer yanda kendi varlığının sınırlılıklarıyla yüzleşir. Bir anlam arayışı, aynı zamanda varoluşun nihai yalnızlığını da keşfetmek demektir. Felsefi olarak, insanın bu yalnızlığı, özgürlüğünü kazanma yolundaki ilk adımdır. Çünkü özgürlük, bir tür yalnızlıkla başlar; kendi varlığını tüm bağlamlardan bağımsız bir şekilde deneyimleme gücüdür. Düşünsel bir bakış açısıyla insan, kendi varlığını anlamaya çabalarken, her cevabın, yeni bir soruyu doğurduğunu fark eder. Bu döngü, bir noktada insanı varlığının uçurumuna çeker.
Felsefe, insanın bu kaybolmuşluğunun peşinden gitmekten başka bir şey değildir. Her büyük düşünür, aslında insanın kayboluşunu anlamaya çalışmıştır. Nietzsche, insanın kendi "üst-insan"ını yaratırken kaybolmuşluğuyla yüzleşmesi gerektiğini söylerken, Heidegger varlığın bilinçli bir farkındalıkla kavranamayacağını savunur. Kimileri varoluşun anlamsızlığında bir anlam bulmaya çabalamış, kimileri ise anlamın yokluğunun ta kendisinde bir tür özgürlük keşfetmiştir. Ama bir şey kesindir: İnsan, ne kadar açıklama ararsa arası, hiçbir zaman varoluşun tam bir açıklamasını bulamayacaktır. Bu, insanın kaybolmuşluğudur ve bu kaybolmuşluk, insanın özgürlüğüne dair bir kapı açar.
İnsan, zamanla daha çok bilgi edinmeye çalıştıkça, aslında ne kadar az şey bildiğini fark eder. Bu farkındalık, insanın varlıkla ve bilinçle olan ilişkisini derinleştirir. Hegel’in diyalektiği, bu bilgi boşluğunun insanı sürekli bir arayışa iten yapısını anlamaya çalışır. Bu bilgi, bir bakıma varoluşun boşluğunun derinliğini görmekten başka bir şey değildir. İnsan, varlıkla, bilinçle, dünya ile ilişkisini her an yeniden kurarken, ne kadar yaklaşsa da asla varoluşun özüne ulaşamayacaktır. Zira varlık, bilinçli bir farkındalıktan daha derin, hissedilen bir şeydir; bu nedenle her bilgi, onu tanımaya yönelik bir çaba olsa da, varoluşun gerçek yüzünü asla göstermez.
Hegel’in diyalektiği, aslında bu içsel çatışmanın bir ifadesidir: İnsanın her şeyin ötesinde varlıkla karşı karşıya gelmesi, çelişkinin ve kaybolmuşluğun ifadesidir. Hegel’e göre, insanın bu sürekli çelişkiyi aşması, özde bir tür birleşmeye gitmesi, ama hiçbir zaman nihai bir "sonuç" bulmamasıdır. Bütün bu çabalar, bir sonuca varamaz. Çünkü insanın doğası, sonsuz bir arayış ve bitmeyen bir çelişkidir. Tıpkı Sisyphos’un kayayı her seferinde yeniden tepeye doğru yuvarlaması gibi, insan da varlıkla olan mücadelesinde sürekli bir çaba içinde bulunur, fakat hiçbir zaman nihai bir sonuca ulaşamaz.
Buna rağmen, insanın bu kayboluşu, aynı zamanda onun özgürlüğüdür. İnsan, anlam arayışının kendisinde bir tür varlık bulur. Bu, Jean-Paul Sartre’ın "özgürlük kaybolmuşlukta değil, bu kaybolmuşluğu aşmaya çalışmaktır" düşüncesini hatırlatır. Bu varlık, sabırlı bir bekleyişin, derin bir sessizliğin ve sonsuz bir çabanın içinde şekillenir. İnsan, kaybolduğu her an, aslında kendisini yeniden yaratır. İçsel kaybolmuşluğunda, insanın varlık yaratma süreci, kendini sürekli yeniden inşa etmesidir. Varoluş, bir boşluk değil, bu boşlukta anlam yaratma sürecidir.
Nihayetinde, insanın varoluşu, tıpkı bir aynanın içinde kaybolmuş bir yansıma gibidir. Ne kadar bakarsa baksın, tam olarak neyi gördüğünü, nerede kaybolduğunu asla bilemez. Ve belki de varoluşun özü, bu kaybolmuşluğu kabullenmek, bu kaybolmuşlukta bir anlam yaratmaktır. Zira insanın gerçeği, kendisini bulmaya çalışırken, aslında hiçbir zaman tam olarak bulamayacağı bir yerde saklıdır. Bu kaybolmuşluk, insanın kendini tam olarak ifade edemediği, ancak bu kaybolmuşluğu kabullenerek özgürleştiği bir durumdur.