- 17 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DENEŞİN MEHMET
DENEŞİN MEHMET
Bazı insanlar vardır ilk görüşte hemencecik canınız kaynar; içiniz ısınır birden. Mehmet ağabeyle tanışmamızda aynı duyguları yaşadım.
Bir Cuma namazı çıkışında bizim köylü iki üç kişi cami avlusunda konuşuyorlardı. İçlerinden biri, “Hocam gel bakalım,” diye beni yanlarına çağırdılar. “Allah kabul etsin diyerek,” tokalaştık. Yanlarında bizden yaşlıca biri vardı. “Bu amcayı tanıyor musun?” diye sordular.
Yüzüne dikkatlice baktım. Bakışları, yüzü, duruşu, kalın gür kaşları ile bana hiç yabancı gelmemişti. Gözlerinde babacan, dupduru bir ışık vardı. Kırçıl saçları şapkasından taşıyordu. Yağız yüzü hep gülümsüyor gibiydi.
—Sizi bir yerden gözüm ısırıyor ama çıkaramadım, dedim.
—Ben de sizin köydenim. Deneşin Memedim ben, diye yanıtladı beni.
Bu adı daha önce duymuştum. Bizler yeni yetme delikanlı olduğumuz yıllarda köyden çıktığını, İzmir’e taraflarına gittiğini söylerlerdi. O yıllarda gurbete gidenler hasretle anılırdı. Başlarından neler geldi, neler geçti diye merak edilirdi.
—Ben de Veli Aykar, emekli öğretmenim. Köyden Ali Hoca’nın küçük oğluyum, dedim.
Yürüyerek mahalledeki kahveye uğradık, çay içtik. Ben konuştukça Mehmet ağabeyin güleç yüzü daha da aydınlanıyor; gözleri ışıl ışıl parlıyordu. İnce dudaklarını büze büze usul usul konuşmasını dinledikçe köyümün bir pınarının şırıltısını duyar gibi oluyordum.
Caminin karşısındaki sokakta “İlgün Apartmanı’nda” oturduğunu, söyledi. Ben de o sokaktan geçerken “İlgün” soyadı bizim köyde çok der, acaba onlardan biri midir? diye merak eder dururdum.
Sonra eşimle bir akşam ziyaretlerine gittik. Eşi de bizim komşu köydenmiş. Çok özlediğimiz, çok susadığımız köyümüzün şivesiyle bolca yarenlik (sohbet) ettik.
Mehmet Ağabey üç yaşındayken annesi hakkın rahmetine kavuşmuş. Babası “Deneş Dayı” yeniden evlenmiş. Mehmet Ağabey üvey anne elinde büyümüş... Terzilik, çiftçilik yaparak geçimlerini sağlamaya çalışmışlar. Ancak geçim sağlamada zorlanınca İzmir taraflarına göçmüşler. Tütün dikme, pamuk toplama işlerinin yanında asıl mesleği terziliği de sürdürmüş. 1970’te Almanya’ya gidip gurbetçi olmuş ve çok geçmeden ailesini de yanına getirmiş. Gençliği oralarda geçmiş, sonra emekli olmuş. Çocukları Almanya’daymış. Kendisi de eşiyle yılda birkaç ay memlekete gelir, sonra dönermiş.
Bir akşam onlar da bize oturmaya geldiler. Benim emmimle (amcamla) ilkokulda aynı sınıftaymış. Sohbetimizde hep köyümüzden, köylülerimizden konuşurduk. Başkalarının duymaması gereken belden aşağı öykülere sıra gelince bir duyan var mı diye çevresine bakınır, sonra anlatmaya başlardı. Bizim köyde böyle yarenlikler yapılırken çevrede bir “kızıl ağız” varsa anlatılmazdı, ayıp olurdu. “Kızıl ağız” bekâr kızanlara denilirdi...
Köyümüz öykülerini anlatırken dudaklarını yalar; hafifçe gülümserdi. Köyümüzden, köylülerimizden sohbet etmek ona doyumsuz bir haz veriyor, gurbetin verdiği hasretlik gözlerinden okunuyordu. Usulca, kısık bir sesle:
“Nokta nokta dayı öyle bir ezan okurmuş ki sesi ta ovadan duyulurmuş. Birazcık uçkuruna düşkün, çapkının biriymiş. Bir gün tahta minarede ezan okurken, sevdiği kadının sokaktan geçtiğini görünce duraksamış ve kadına doğru eğilip, ‘harımın altına lokum koydum, aldın mı?’ deyip ezan okumaya devam edermiş.”
Gülüşmeler eşliğinde sözü ben aldım:
“Sazakoğlu etine dolgun, ensesi hırsız kedi gibi kalındı. Katmer katmer yağlı boynu yüzünden kafasını zar zor dönen bir adamdı. Burnu kocaman bir turpu andırır, etli yüzünü kaplardı. Akıl sır ermez şakalarıyla insanları öylesine işletirmiş ki namı dört yana yayılmış. Arkadaşı Abalların Ali Çavuş kavak gibi uzun boyluydu. Kemerli, sivri burnu yüzüne patlıcan gibi oturur, ağzına doğru uzanırdı. Açık yürekli, hile hurda bilmez, oldukça doğal, saf biriymiş.
Bunlar gençliklerin Çavdır pazarına gitmişler. Bir alay köylü zifiri karanlıkta, eşekler önlerinde, yaya olarak pazardan dönüyorlarmış. O yıllarda dağ taş eşkıyalarla, kaçaklarla doluymuş. “Şimdi Tilki Efe önümüze çıksa ne yaparız?” diye eşkıya öyküleri anlata anlata geliyorlarmış.
Birden çam ağaçlarının arkasından gür bir ses ortalığı inletmiş.
“Kimse kımıldamasın, yakarım ulaaan!”
Bizim pazarcılar korkudan ürpermişler, altını kaçıracak gibi olmuşlar. Efe tekrar gürlemiş:
“Herkes soyunsun! Yoksa delik deşik ederim ha! Bana attığını sektirmeyen Tilki Efe derler.”
Bizimkiler don gömlek kalacak şekilde soyunmuşlar. Efe bir daha haykırmış.
“Gömlekleri, donları da çıkarın deyyuslar! Çabuk olun, sabrımı zorlamayın benim!”
Bizim köylüler tir tir titreyerek üstlerinde ne var ne yoksa çıkarmışlar.
Efe:
“Şimdi ardınıza bakmadan koşar adım doğru köyünüze! Geri kalan esesine yağlı kurşunu yapıştırırım ulaan haaa!..”
Bizimkiler elleriyle önlerini kapatarak, soğuktan titreyerek uzunca bir süre koşmuşlar. Yorulup soluklanınca biraz akılları başlarına gelmiş. İçlerinden biri:
“Yahu arkıdeşler, bizim yanımızda Sazakoğlu yok muydu? Nereye gitti bu adam?” demiş.
O sırada Sazakoğlu onlara yetişmiş. Arkadaşlarının çırılçıplak hallerine bakıp, kasıklarını tuta tuta gülüyormuş. Kahkahası yeri göğü yırtıyormuş gecenin sessizliğinde. Bizimkilerde şafak atmış. Efe olup onları işletenin Sazakoğlu olduğunu anlamışlar. Sazakoğlu’nu yaka paça yakalayıp, ayaklarından bağlayıp tepesi aşağı Dalaman Çayı’na sarkıtmışlar. Boğulacak gibi olunca geri çekiyorlar, sora tekrar sarkıtıyorlarmış. Sazakoğlu ağzından sular fışkırarak durmadan yalvarırmış:
“Anam avradım olsun bir daha böyle şakalar yapmayacağım! Kitap, Kur’an çarpsın yapmayacağım gagalarım! (bizim köyde ağabey, ağa anlamında) Çoluk çocuğuma bağışlayın beni!”
Bizimkiler Sazakoğlu’nun yalvarmalarına dayanamayıp urganı çözmüşler. Sazakoğlu’nun sakladığı yerden çamaşırlarını bulup, sabaha doğru köye gelmişler. O eski toprak insanlarda öylesine geniş bir hoşgörü varmış ki ertesi günü hiçbir şey olmamış gibi yarenlik etmişler... Sazakoğlu mu? Huylu huyunda vazgeçer mi hiç?
Ali Çavuş ve Sazakoğlu doksan yaşlarına bastıkları günlerde “Atakların” damının dibinde çoğaşlanıp (güneşlenip) sohbet ediyorlarmış. Onların sohbetinin tadını bilenler yığılmış başlarına.
Tam o anda Sazakoğlu birden yana doğru kayıp, düşmüş. Gözlerinin ağı görünmüş; eli ayağı titremeye başlamış. Çevresini saranlar “Sazakoğlu Dede ölüyor! Yardım edin!” diye bağrışırken Ali Çavuş kıs kıs gülerek, “Vardır bir domuzluğu, vardır bir hilesi. Sakın kanmayın çocuklar,” diye homurdanırmış. Gerçekten Sazakoğlu oracıkta ruhu teslim etmiş...
Ben anlattıkça Mehmet Ağabey tüm dikkatini bana verir, “Ne güzel anlatıyorsun köyümüzü Veli Hoca! Sen anlattıkça içimdeki sıla hasreti bir mum gibi eriyor.” derdi. Mehmet Abi başka Almancılar gibi “Param var kardeşim, onu aldım, bunu sattım,” diye burnu havada, afralı tafralı gezen Almancılara benzemezdi. Çiçekten, böcekten, tozdan topraktan keyif alan, sıla hasretiyle dopdolu bir gurbetçiydi...
Her yaz Mehmet Ağabeyin evinin önünden geçerken acaba geldiler mi? diye pencerelerine bakardık. Geçen ay bir ara perdeleri açık gördük. Eşim, “Mehmet ağabey gelmiş herhalde,” dedi. Bir akşam “hoş geldine” gidelim derken facebookta onun resmini gördüm. Kızı “canım babam” diye yazmıştı. Mehmet Abim geldikten birkaç gün sonra rahatsızlanmış ve iki gün yatak üçüncü gün toprak dediğimiz bir sürede aramızdan ayrılmış.
Eşim de ben de donduk kaldık. Her yanıyla köyümüz kokan, babacan ve sevecen Mehmet ağabeyimizin bu dünyadan göçmesi bizi sarstı. Çocuklarına, torunlarına başsağlığı dilerken sözcükler boğazımda düğümlendi. Mehmet ağabeyim Yaşar Kemâl ustanın dediği gibi “beyaz atına binip gidenlerden” olmuş, çok özlemini çektiği köyünün toprağına kavuşmuştu...
Veli Aykar
19 Kasım 2024
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.