- 56 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
CÜCE ŞEMSİ VE EMEKLİ CUMHUR
Dört emekli kişiydik; Fikret, İlyas, Recai ve bendeniz Cumhur. Yıllarca aynı fabrikada birlikte çalışmış mesai arkadaşıydık...
Emekli maaşı az, hayatta ve ayakta kalmak için yetmiyor; bu yüzden yeniden çalışmalıymışız...
Fikret, gidip İlyas’ı bulmuş, birlikte Recai’yi bulmuşlar, sonra üçü birlikte bana gelmişler. Söylediler, bir iş varmış ve gidip orada çalışmaya başlayacakmışız, tabii ben de istersem. Olur demişim. Sonra da; "Bizi bu duruma düşürenler utansın, tabii utanacak yüzleri kaldıysa." diye biraz sitem etmişim.
Gittik. Çorlu yakınlarında bir yer. Ben sanıyordum ki, üretim yapan bir fabrikadır bu; gene eskiden olduğu gibi aynı işi yaparız. Üç vardiya, bir de yedek; dört; dördümüz de dört vardiyanın başında... Ama değilmiş. İşyeri gene bir fabrika ama henüz inşaat aşamasında. Makine montajı bile başlamamış...
İnsanlar son sürat, pür dikkat, soluk bile almadan çalışmakta. Amir bir kişi yanımıza geldi ve dedi; "Sen buraya, sen şuraya, sen oraya, sen de..." dördümüzü ayırıp yolladı başka başka tarafa...
Beton kolonlar dikilmiş, beton kirişler çekilmiş, yürüyen bantlarla yeni kalıplara yeni betonlar taşınıyor. Lakin kolonlar sık, kirişler de alçak; aralarından kimi yan dönerek, kimi eğilip alçalarak geçiyorum. Şaşılası. Ulan nasıl bir mühendisliktir bu; bastı beni bir sıkıntı. İçim daraldı, başım sanki çatladı...
O şekilde yürüyüp ilerilere doğru gitmişim, yeni betonlar dökülecek olan kolon kalıpların oraya. Lakin kalıp tahtaları eski; ulan ne biçim işçiliktir bu!
Derken bant durdu. Rulolar üzerinde yürürken harç taşıyan bant yan yatınca malzeme kenara dökülmüş, çukurlaşan yerde yığılıp birikmiş ve sıkışma olunca motor stop etmiş. Telaşlı bir koşturmaca. Bir işçi orada, elinde kürekle taşıp dökülenleri temizlemeye çalışıyor. Yanına gittim. Rulolardan biri yerinden mi çıktı acaba? "Kolay gelsin ama olmaz." dedim. "Bant ne zaman durdu? Bu harç kuruyup katılaşmış."
O amir kişi beni oraya vermiş, git çalış demiş. Demiş ama benim iş yapacak gücüm yok. Harç dolu küreği bir gıdım kaldıramam, gelberiyi sapından tutup bir santim çekemem.
Bana ne ulan elin işinden! Bana ne zengin fabrikasının uzayıp yükselmesinden! Bana ne! Çünkü olmaz. Çünkü yapamam. Bu yaştan sonra böyle sıkıcı bir işte asla ve asla çalışamam. Yürüyüp oradan çıktım. Tek oradan değil o çarpık çurpuk devasa binanın ta dışına çıktım.
Bir de baktım ki, bizim diğer üç emekli orada. Oysa amir kişi onları, "Sen oraya, sen şuraya..." diyerek ayrı ayrı yerlere gönderip öyle görevlendirmişti. Baktım ki, üçü bir arada. Yanlarında koca bir kum yığını, çimento torbası yığını ve hemen önlerinde elektrikli mikser; kürek kürek kum, torba torba çimento ile beton harcı yapıyorlar. Öyle tempolu bir çalışma ki, başlarını kaldırıp bana bile bakmıyorlar.
Açlıktan ölen mi var be, bu ne! Aç meezarı mı var? Ölürseniz ölün isterseniz ama bu yaştan sonra bu iş yapılmaz. Bula bula iş diye bunu mu buldunuz? Bize uygun daha kolay daha rahat bir iş yok muydu? Ben yoğum arkadaş! Beni ister görün ister görmeyin ama bence siz de tez zamanda yok olun. Bu iş yapılmaz, çünkü yaşımıza başımıza uygun değil.
Beni görmüyor, duymuyorlardı. Sırtları, karınları, koltuk altları ter su içinde. Ipıslak. Islaklığa kum ve çimento tozu yapışmış hem de kir çamur içinde...
Az ötede de genç bir amir, çimento paleti üzerine oturmuş onları takip ediyordu. Acaba arada sırada onlara, "Durmak yok durmak yok, çalışın çalışın!" mı diyordu. "Bu adam çuval çuval para harcayıp fabrika yapıyor. Yüzlerce kişiye iş imkanı sağlayacak. Sonra ürettiklerini kaç ülkeye ihraç edip memleket ekonomisine katkı sağlayacak. Durmak yok çalışın!" Böyle böyle şeyler mi söylüyor? Bizim yaşlı emekliler bu yüzden mi böyle kan ter içinde soluk bile almaz haldeler? Ama bana ne, kendileri bilir. Ben yoğum. Soluksuz kalıp ölmektense en iyisi açlıktan öleyim. Emeklisini yaşatamayan devlet de alsın beni gömsün. İsterse ağlasın bile sonra...
Derken bir ses duyuldu. Ezan okunuyordu. Öyle miydi acaba? Yok, ezan değil salaydı bu. Acaba iş kazasında biri mi öldü? Sonra anlaşıldı; günlerden Mübarek Cumaymış bugün. Sonrasında bir anons duyuldu; "Paydos." Çalışma bitmiş. "Herkes yemekhanede toplansın..."
Yemekhane denilen yerde tahta masalar tahta sıralar vardı. Masalar üzerinde tabaklar, kaşıklar ve su bardakları vardı. Karavanalara saç teli düşmesin diye başları tül başlıklı kadınlar ellerinde kepçe tabak çalışanlara yemek servisi yapıyorlardı. Çorba, sulu et aşı, yoğurt ve kabak tatlısı; dört çeşit...
Biz yemeğimizi yerken amir bir kişi masalar arasında hep gezindi. Sonra herkes doyunca durup dikildi ve "Afiyet olsun." dedi. "Şimdi koca salonda toplanıyoruz. Her mübarek günde olduğu gibi bugün de biraz eğleniyoruz, hem de tatlı bir heyecanın içine giriyoruz. Buyurun..."
Koca salon adı gibi kocaman. Dört bir yanı cam ve içerisi aydınlık. Orada oturuşan kadınlar ve koşturup oynayan çocuklar var. Demek ki, işçilerin aileleri de gelmiş. Eğlence olacak, pasta kurabiye yenilip gazozlar içilecek. Düğün bayram gibi yani, öyle olsa gerek... Ama topluca Cuma Namazı kılınmadı oysa. Neden acaba?
Sonra, "Tamam." dedi birisi. "Oyun başlasın." Ama ben şaşkın ne yapacağını bilmez bir haldeydim. Oyun dedikleri de neydi ki? Neyse ne yapacak bir şey yok, ben de dikilip oynayanları seyrederim. Orayı burayı gezip araları toz ederim. Bana ne, kim ne oynarsa oynasın!
Dört bant vardı üst üste, harç bantları gibi rulolar üzerinde yürüyüp giden. Ama bantlar üzerinde beton harcı değil ip gibi, sicim gibi bir şeyler vardı; renk renk ve balık ağı gibi örülmüş. Mavi, yeşil, beyaz ve pembe...
Alt bant uzunmuş, o dört numara. Sonraki ondan biraz kısa, o üç numara. Biraz daha kısası iki, en üstteki en kısa ve o bir numaraymış. En zoru en uzunu, en kolayı da en kısa olanıymış. Herkes gücüne ve yeteneğine göre olanı seçip onu oynayacakmış. İyi de bu oyun ne? Nasıl oynanır? Sonuçta ne kazanılır? Kazanılan unvanmış. Allah Allah! O da ne! Yenilir mi içilir mi? Aç açıktaki emeklinin unvan neyine! Hele biraz dur bakalım...
Ama işçi insanlar bantların sağını solunu sarmış, dip dibe, göt göte harıl harıl başlarını kaldırmadan bu tuhaf oyunu oynuyorlardı. Yürüyüp yanlarına gitmişken az ötemdeki iki kişi dikkatimi çekti. Boyunlarına astıkları kulağa benzeyen kulaklıklarla dinliyor, ağızlarına taktıkları mikrofonlarla da konuşuyorlardı. Onları duyuyordum. Bir kız veya bir kadın sesi; "Bak beni kandırıp aldatacaksan, sonra da almayacaksan hiç uğraşmayalım. Bu oyunu oynamayalım boşuna." Duyuyordum. "Oynamayalım gitsin..." Genç erkekse sırıtıyordu sanki. "Bir oyundur bu kızım! Akit mi yaptık? Senet mi imzaladık? Güzel güzel oyna işte, oyunbozanlık yapma!"
Sokuldum yanlarına. Neyin olup bittiğini anlamasam da merak etmiştim çünkü. "Arkadaşlar kolay gelsin, nedir bu?"
"Bu mu? Bir oyun..."
"Nasıl bir oyun?"
"İşte böyle, gördüğün gibi. İşte bu dört renk iple..."
"Bilemedim de..."
"İki er kişi burada, iki kadın da uzaktaki orada. İplerle mesaj yani. Hem de kulaklık ve mikrofonla... Bir nevi kur. Oyunun sonunda erkekler kadınları veya kadınlar erkekleri tavlarsa iş çıkışı buluşup birlikte olurlar. Yemek, içki, müzik, dans... Hadi geç sen de oyna. Ama tek olmaz, kendine hemcinsinden partner bulmalısın. Yok mu?"
"Var da... Biri Mağripte, biri Maşripte. Biri Patagonya’nı güneyinde, biri de ölüp gitmiş Cehennem’in dibine.."
"Hadee sen de, bunca yılı boşa yaşamışsın. İnsanın bir arkadaşı, dostum dediği bir yoldaşı olmaz mı? Çek arabanı git!"
"Sen de görürsün bir gün, emekli olup biz gibi yaşlandığında. Anlarsın o zaman. Gerçi şimdi de üç kuruş asgari ücrete çalıştırılıyorsun, böyle ahlaksız boktan oyunlarla kandırılıp uyutuluyorsun ama sen bilirsin, bana ne!"
Sonrasında kendimi oyun bantlarının son ucunda buldum. Final yerinin orada. Dört bant üst üste. Üstteki üçünün üzerinde dört renkli ipten ağ ören birileri vardı ama en alttaki onlara göre biraz uzamış, orası boş ve kimsecikler yoktu benden başka. O anda yürüyen bantlar durdu. Hemen sonrasında da bir ses duyuldu; "Oyun bitti arkadaşlar, herkes koca salona gelsin!"
İyi giyimli yaşlıca bir kadın yanıma sokulup, "Tebrik ederim, sen kazandın. "dedi. Bu oyunda birinci olmuşum. Ödülüm ne? Unvan... Birincilik unvanı. Unvan maçı mı yaptık jübilem için? "İstemiyorum, al senin olsun. Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz, ben giderim..." diyecektim ki, ödüllü oyun bundan sonraymış. Ama oyun başlamadan evvel bir partner bulmalıymışım kendime...
Fikret yok, İlyas yok, Recai yok. Cuma Salasını fırsat bilip kaçıp gittiler mi acaba! Dilenci bir kadın vardı duvar dibine bağdaş kurup oturmuş, önüne de kirli bir mendil açmış. Bir de erkek bir cüce vardı yakınında, boyu yetmiş seksen santim..
"Küçük kardeş adın ne senin?"
"Şemsi..."
"Gel kanki olalım seninle, bu oyun ödüllüymüş." Cüce Şemsi, durduğu yerde havalara sıçramaya başladı. Teklifi kabul etmiş...
Bir sahne kurulmuş ön sağdaki diğer tarafa. İnsanlar, yani işçiler yan yana dizilmiş elleri korkuluklarda. Herkesin önünde mikrofon vardı. Korkuluk üzerinde de elektronik kartlardaki gibi çok ince bakır levhalar vardı. Televizyonlardaki gibi "Mikrofon Sende." oyunu mu bu? Gel kanki!
Biz de cüce kankiyle birlikte gidip kalabalık arasında kendimize bir yer bulduk. Aşağıdaki alçak alanda orkestra vardı. Üç şarkı çalacak, yarışmacılar da onu okuyacak; bir de jüri varmış ki o da değerlendirme yapıp en kusursuz ve en düzgün kim okumuşsa o birinci seçilecek ve ödüllendirilecekmiş. Maddi olarak... İkinci ve üçüncü de olacakmış elbet.
Anonsçu, "Oyun başladı." dedi ve müzik çalmaya başladı. Herkesin kulağında kulaklık vardı, cüce ortakla ikimiz biz de takmışız her nereden bulduysak. Şarkıyı duyunca sevindim Çünkü onu biliyordum. Yetmişlerden, yani benim gençlik yıllarımdan bir parça seçilmiş. "Rıhtımda boynu bükük bana mendil salladı..." Kelime kelime, satır satır söylemeye başladım. Hem de makamıyla. Cüce ne yapıyordu acaba! Baktım, dudaklarımı okuyup o da aynısını söylüyor.
O bitti ikinci şarkı başladı. Onu da biliyordum. "Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak..." Ama sanki sesim biraz çatallı çıkıyordu. Detone mi olmuştum acaba! Sonra ellerimle bakır levhalara vurarak bir ritim tutturdum.
Üçüncü şarkı da aynı...
"Tamam, yarışma bitti, herkes dönsün salona. Pasta, kurabiye, gazoz; eşler ve çocuklarla birlikte... Bira içecek olanlar yan salona lütfen..."
Ben bira içerim, satmışım gazozunu! Yürüyüp yan salona giderken üstü başı eski püskü bir kadın geldi yanıma. Mendil açmış dilenci kadın mıydı ki bu? Kolumdan tutup beni kenar bir yere çekti. "Sen kazandın." dedi. Elinde tuttuğu tableti gösterdi. "Bak dümdüz, pürüzsüz. Sözler eksiksiz, ritim ve makam kusursuz. Birinci oldun. Yani siz ikiniz. Nerde senin cüce arkadaş?"
Bakındım; orada şurada, burada; cüce arkadaşım görünürde yoktu. Ödül vereceklermiş ama ikimize birden. Onu tezden bulmalıymışım. "Şemsi cüce, nerdesin ulan? Sen de mi kaçıp gittin bizim yaşlı ve yıldın emekliler gibi? Ulan Şemsi!"
Balkon korkuluğuna yaslanıp alt aşağıdaki alana baktım ki aa o da ne; otuz kadar yarışmacı, acemi askerler gibi uzundan kısaya dirsek teması dizilmiş sonucu bekliyorlar, bizim cüce de en sonda...Hem de gamsız baykuş gibi sıranın biraz da uzağında... Buradan seslensem kendisine ama duymaz. Hem de seçici kurul sanki iş başında, galiba elemeler yapılıyor...
Bak küçük kanki! Bak gördün mü cüce demiyorum sana. Birinci olmuşuz ulan! İkimize de birer Cumhuriyet. Çil çil altın yani. Tanesi bin Dolar değerindeymiş. Yaşasın! Yaşadık lan! Yaşamadık mı? Bin Amerikan kaç Türk Lira? Kırk mı? Lan ben yaşlı bir emekli. Hem de fakir. Sen genç ama cüce. Pardon kardeş, yani biraz boyda kısa. Hem de fakir fukara. Bu yüzden iş vermiyorlar mı sana? Yani kısasın diye. Verseler bile uzun adama göre az mı para? Haa, devlet sana maaş mı bağladı yani böylesin diye! Kaç Lira? Uzun adam nerde mi? O her yerde. Bir de en uzunu var ki, o Beştepe’deki saray denilen yerde. Kendisi oraya saray değil külliye veya yerleşke gibi bir şeyler diyor ama sen boş ver onu. Çünkü onun keyfi yerinde. Sokağa inmiyor, bakkala kasaba gitmiyor; yani ne ne kadar pahalı, ne ne kadar ucuzdur bilmiyor. Yani cüce kardeş, pardon boydan kısa kardeş, o paranın hesabını bilmiyor. Bin Dolar az mıdır bize? Azsa söyle...
"Az az, hem de çok az."
"Yaa! Öyleyse telefonlarımıza iban yollasın, Dolarları verelim gitsin kendisine. Yeşili çok seviyor zaten. Yardımımız olsun be cüce! Yani kısa kardeş..."
İki sarı lira verdiler; bir bana bir de sana. Laf aramızda ama sanırım bize torpil geçtiler. Olsun. Torpil denilen o ahlaksız şey hep yandaşlara, başı secdedeymiş gibi olanlara, kız, oğlan, damat gibi ısım akrabaya mı ulan, "Ko gitsin hepsinin..." Gerisini demiyorum cücecim, çünkü gelip alırlar, ikimizi de sorgusuz sualsiz atarla o kodes denilen yere. Benim korkum yoktur, vız gelir tırıs gider ama sana acırım be cüce!
Aralık/2024-Saklıköy
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.