- 107 Okunma
- 0 Yorum
- 3 Beğeni
Tanrı’nın Evi
Tanrının Evi
Bu şehri daha önce gördüğümü sanmıyorum. Gözümün, varlığına aşina olduğu birçok güzelliği pervasızca kaçırdığımı ve bunun benim kaybım olduğunun da farkındayım. Kiliseleri bilir misiniz? Camiler gibi şaşalı, gösterişli, göz alan ışıltıları, ışıkları, renkleri ve zeminde desen desen halıları yoktur.
Daha kapısını aralamadan başlar sessizlik, sessizliğin yankısı. Huzur, korku ve tanımlandıramadığım başka başka duygulara bürünür içim. Birkaç gün önce onlardan birini ziyaret ettim. Sessizliğimden vuruldum.
Dar, yüksek, eski ahşap kokan kapısını ittirirken çoktan ürpermeye başlamıştım bile. İçeri girdiğimde, ayakkabımın topuklarının yankısı karşıladı beni. Tak, tak, tak!
Yüksek kapısı gibi duvarları ve tavana yakın olacak kadar yükseklere konumlandırılmış camları… bu yükseklik, Tanrının göklerde olduğunu mu anlatmaya çalışıyordu, bilemiyorum. Lakin vardır bir nedeni. Her şeyi anlamlandırmaya çalışan biz, buluruz buna da kendimizce bir anlam.
Ardımdan kapanan kapının önünde durup, geniş açıdan bir göz gezdirdim. Kocaman alanın orta yerinde yan yana ve ard arda dizilmiş aynı genişlikte, aynı yükseklikte banklar vardı. Hepsi koyu kahverengi. Birinin tonu diğerininkinden bir gıdım farklı değil. Sol duvarda yanan küçük küçük mumlar çarptı gözüme, yürümeye başladım bankları sağımda bırakarak. Mumların önüne geldiğimde başımı kaldırdım. İsa, başında yapraktan tacı, boynunu bükmüş orada öylece duruyordu. Arkasında çarmıh. Bir insan boyundan daha yüksek bir konumda, neredeyse tavana kadar uzayan ince, uzun boyuyla.
Hemen ayak ucunda, üzerinde el yazısıyla yazılmış küçük bir notun iliştirildiği, iki ayrı kutunun içerisinde yakılmayı bekleyen mum bardakları. Neden mi iki kutu? Parası olan var, olmayan var. Zira mumları yakmak için önce küçük bir bağış yapmak gerekliydi. Büyükler bir euro, küçük olanlar altmış kuruş… kutuların arkasındaki ince uzun masada yanan mumları kese kese yürümeye devam ettim. Birkaç adım sonra Meryem ananın önümde durdum. Aynı tarife onun mumları için de geçerliydi. Ama burada dikkatimi çeken başka bir şey vardı. Meryem ananın önünde daha çok mum yanıyordu.
Topuklarımın sesini susturamadığım için özür diledim. Bir mum da ben yaksam diye geçirdim içimden. Günah mıydı? Ardından bir soru daha; kime göre, neye göre? Bozukluğum olmadığından mı yoksa cimrilikten mi bilmem altmış kuruş atıp, bir küçük bardakta mum da ben yaktım. Ne mi diledim? O benimle Meryem ana arasında.
Mum diyorum… neden Meryem ananın önünde yanan mumlar daha çok, insanlar neden İsa’dan değil de Meryem anadan istiyorlar diye düşünürken aklıma ‘kadın’ sözcüğü geldi. “Kadın ya!” dedim içimden. Biraz da kadın olmanın haklı gururunu yaşamadım değil. Anlıktı. Öyle çok da abartacak bir şey yok.
İnsan hep kadından beklerdi. Hep kadın doğururdu. Toprak ana, anne… ondandır belki de Meryem anadan daha çok beklentiye girmesi kimilerinin. Duyuyor mudur? Niyet önemli. Ben niyet ettim. Gerisi bizim inancımızla; Takdiri İlahi!
Yürümeye devam ettim. Tabii yürürken tavanda bir hikâyeyi anlatan resimleri de izlemedim değil. Küçük, sarışın ve kıvırcık saçlı, kanatlı melekleri, çıplak bebekleri, Meryem ananın başından omuzlarına doladığı mavi şalını, kucağında tuttuğu bebeğine şefkatli bakışlarını… hepsi, hepsi rengarenk cam parçalarıyla işlenmiş devasa güzellikte sanat eserleriydi.
Altar’ın, sunağın önünde durdum. Güzelliğini ve içerideki ahşap kokusunun çekiciliğini asla ifade edemem. Bir an; şu an bir ayin olsaydı da papaz veya rahibin burada duruşunu, o beyaz alba’nın içinde nasıl göründüklerini, nasıl gülümsediklerini ve tanrılarıyla aralarında, okudukları ilahiler ve eşlik eden müzikle nasıl koridor kurduğunu görebilseydim, dedim. Esasında yıllar öncesinde Cristian bir tanıdığımın cenazesine katılmışlığım vardı ama ne yazık ki bugün görmeyi arzu ettiğim güzelliklerin farkında olmadığım geçmiş zamanlardı.
Biraz yüksekçe bir noktaya konumlandırılmış kürsünün sağında solunda, ön taraflara kadar hafiften kokuları yayılan irili ufaklı çiçekler vardı. Ha! Bu arada söylemeyi unuttum; içeride iki kadın, ellerinde paspas ve temizlik bezi, harıl harıl temizlik yapıyorlardı. Ama duyulan tek ses, benim botlarımın küçük topuğundan yankılanıyordu. Tak, tak, tak!
Altar’ın önünde dururken arkamda dizili banklar geldi aklıma. Böylelikle sunağa arkamı döndüm. O ne güzel ne muazzam düzenekti öyle! Hayran kaldım. Tam da o durduğum noktadan İsa ve Meryem anaya bir daha baktım. Göz alabildiğine uzanıyordu ince uzun bedenleri tavana doğru. Tavandaki ve tavana yakın renkli camlardan içeri, aynı renklerde gün ışığı süzülüyordu, cılız. Zira hava kapalıydı. İçeriyi aydınlatmaya yetmiyordu gerçi doğrusunu söylemek gerekirse, ekstra bir aydınlığa ihtiyaç da duymuyordu insan orada. Üç beş cılız mum ışığı, tavandan süzülen kısık ışık… yetiyordu anlamsızca. Sunağın önünde dururken, tam karşımda dışarı açılan biri sağda diğeri solda dar, yüksek kapılara bir kez de bu açıdan baktım. Ahşapları o kadar eskiydi ki! Eskiydi ama asla yardıma ihtiyaçları yoktu. Eskiydi ama kendi işlerini kendileri yapabiliyordu. Hemen üstlerinde, uzundan kısaya, ardından kısadan uzuna doğru yan yana dizili borular vardı. Nasıl tarif etsem… U şeklinde desem anlaşılır olur mu? Olur zannımca. Bu, kiliselerin ilahi müziklerinin yükseldiği müzik düzeneğiydi. Neyse… solumdan yürümeye devam ettim.
Bankların üzerinde küçük küçük inciller vardı. Öyle bir simetriyle bırakılmışlardı ki oraya, biri diğerinin ne önünde ne de ardındaydı. Yan yana! Yürüdüm, yürüdüm… başladığım noktaya geri geldiğimde temizlikçi kadınla göz göze geldim. Gülümsedi. Gülümsedim. Başıyla selam verdi, başımla selam verdim. Derin birkaç soluk aldım, verdim.
Garip bir gülümsemeyle yüzümde, kapıyı ittirerek dışarı çıktım. Dışarı çıkarken de düşündüm; tanrılarından dilek dilemek veya dua etmek için ödeme mi yapıyor bu Christianlar? (Girdiğim kilise bir katolik kilisesiydi) Kafamda birçok soru işareti yandı, söndü, yandı, söndü… hayır! Dua ya da dilek dilemek için değildi attığım o bozukluklar. Kutuların üzerindeki yazıyı anımsadım; HER BAĞIŞ, BİR YOKSULA IŞIK OLACAK!
Yani ben o mumu, kutuya para atmadan da yakabilirdim. Ama gönlümü açıp gittiğim tanrının evinde, elbette açık gönlümle iyilik yapmayı isteyecektim.
Otuz adım yürümemiştim, dönüp kiliseye dışarıdan baktım. Göğe yükselen şeylerden neden korktuğumu düşündüm. İçeride uzun uzun izlediğim o renkli camlarından eser yoktu dışında. Kiremit miydi yoksa taş mı emin olamadığım kapalı bir yapıydı. Dışarıdan bakılınca sadece tarih kokuyordu buram buram. Oysa Tanrının eviydi.
Şimdi hatırladım ismini; Parrocchia San Martino e L’immacolata!
(Fotoğraflamak gelmemiş aklıma. Şimdi yazıyı paylaşırken fark ettim. Google bu konuda yardımcı oldu neyse ki!)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.