- 378 Okunma
- 5 Yorum
- 21 Beğeni
Dükkân
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bir bir giriyorlar içeri. Bir bir… daha elindekine bakmadan, rafta gördüğü bir başka bluza takılıyor gözleri. Onu da indiriyorum tezgâha. Alacaklarından değil, belli. Anlıyor insan. O kadar sene bu işi yapınca, nasıl olduğunu bilmiyorsun ama anlıyorsun işte. Sonra bir başkasını… hep aynı model, farklı renkler.
Vitrinin önünden geçen yüzler de çevriliyor patronun kuru mankenlerin üzerine geçirdiği şiltelere. Kimiyle göz göze geliyoruz. Beni görmediklerine yemin edebilirim ama bunu ispatlayamam. Askıdaki üç beş gömlek, pantolona yöneliyor içerideki. Sonra baktıklarından alakasız bir şekilde koca karı kilodu soruyor, “hani şu penye olanlar. Bej renkli, var mı?”
Öngörülü bir adam patronum. Üstü cam tezgâhın altına sıra sıra dizdirmişti. “Kaç numara?” İndirdi, kaldırdı. “Olmaz bu.” “Tamam.” Şöyle bir geziniyor. Gözleri, askıdaki koyu renkli elbiselerde, rafta katlı duran anne bluzlarında. Ama içi boş. Bakışlarının boş olduğuna, hatta onların o an orada değil, başka yerde olduklarına da yemin edebilirim. İzliyorum. İzlemeyi seviyorum. Dışarıdan, olur olmadık bir yerden, bir dünya alıp giriyorlar dükkâna. Alacaklı gibi üç beş eşya bakıp, tezgahtara, aldığı paranın hakkını versin diye birkaç raf boşalttırıp tekrar düzenlettiriyorlar. Böylelikle kimsenin kalmıyor kimsede hakkı.
Bakıyor, bakıyor… sonunda bir şey almak zorunda hisseden birkaçı, bir anne bluzu alıp çıkıyor. Ya da bir çift çorap. Bu öyle değil. Hem özel bir şey arıyor hem de kimin için arıyorsa onu düşünüyor. Kendini onda bırakmış da dükkâna girmiş gibi.
Dışarı çıkarken, kendini ardında bırakmamalı insan.
İsteksizce süzülüyor tekrar bluzlara bakarken. İndiriyor, kaldırıyor. “Şunu da versene.” İstediği her şeyi tezgâhın üstüne yığıyorum, yığdım. Yakasına bakıyor, meme hizasındaki taşlara, boynunda gerdan gibi dizili parlak desenlere, uzun kollara, kısa kollara, kahverengi olanına, siyahına…
Sonunda hepsinden çekiyor elini. Bir adım uzaklaşıyor. Arkasında duran adamı o an hatırlamış gibi, “Sen beğendin mi bir şey?” Adam dünyadan habersiz. “Hı! Ben anlamam. Bak işte.” Gözlerini kaydırıyor kadın. Görüyorum.
Elleri pantolonunun cebinde bir sağ, bir sol ayağına veriyor adam ağırlığını. Olur da kadın bir daha hatırlarsa oradaki varlığını, bir şey sormasın der gibi birkaç adım uzaklaşıyor. Ona kalsa dünyanın öbür ucuna gidecek kadar uzaklaşacak gibi duruyor ama dükkân zaten üç beş adım. Gidebildiği kadar gidiyor o da. Üç beş adım….
Göz göze geldik kadınla. Söylemek istediğimiz onca sözü bir birimizin gözlerine kustuk. Neydi onlar bilmiyorum ama kustuk. Dalgın, isteksiz, üzgün… dahası yalnızdı. O kadar sene aynı işi yapınca anlıyor insan. “Bu nasıl, kaç yaşında teyze?” Yardımcı olmaya, yükünü hafifletmeye çalışıyorum. Göz ucuyla bakıyor. Sahiplenmeden ve fazlaca isteksiz bir sesle, “Olabilir,” demekle yetiniyor.
İçimden anneler geçiyor. Yatağında her şeyi unutmuş; dizlerini, yürümeyi, yemek pişirmeyi, sitem etmeyi unutmuş annem geçerken, duruyor aklımda. “Annenize mi?” Kadın boş boş bakıyor elindeki bembeyaz bluza. “Anneme.”
Beyazı sevmedim. Sevmiyorum. O olmaz. Ona bakıyor. Durmadan bakıyor. Bir şey de söylemiyor. “Kaç yaşında?” Gözlerime bakıyor. Yanlış bir şey yapmışım gibi bakıyor, yanlış bir şey söylemiş de olabilirim. “Koca bir çocuk yaşında.”
“Ne alakacaksan al da çıkalım. Ne fark eder rengi.”
Bazı şeyler, bazı zamanlarda, bazı insanlar için fark yaratmıyordu. Adam haklıydı.
“Size zahmet verdim.” Yüzü düşüyor. Size zahmet verdim…
Tezgâhın ucuna iliştirdiği siyah, zincir askılı çantasına uzanıp alıyor. Omzuna astıktan sonra gözü tezgâhta dağıtılmış birkaç bluzda, “Hayırlı işler,” diyerek çıkıyor.
Hep çıkarlar. Kendileriyle dışarıdan olur olmadık bir dünya getirir, dükkânın ortasına o dünyayı üst üste yığıp, ardlarına bile bakamadan çıkarlar. Onun gibi. Ortalığı toplamak yine tezgahtara kalır. Patron gelmeden çay demlenir, raflar dizilir, kül tablası kirliyse boşaltılır, eller pantolonun ceplerinde, dükkânın önünde hizaya girilir, beklenir. Tam bekleyecekken biri daha omuzlarında bir kamburla dükkâna giriverir.
“Hoş geldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?”
“Annem için bir bluz bakacaktım.”
“Hangi renk?”
YORUMLAR
Tezgahtarlık zor meslektir herkes yapamaz, dağılanları, yığılanları toplamak, düzeltmek, dizmek ve oflayıp püflemeden müşteriye güler yüz gösterip bi yandan da memnun etmek, elinde dolaşmak kolay iş değil...
O yüzden girdiğim çoğu dükkanda arkamı kendim toplarım, aynı şekilde katlayıp yerine koymaya özen gösteririm. Tezgâhtarın hem güler yüzlü oluşunu hem de ısrarla içime sinmeyen bi ürünü - kararsızlık anında bile- boşuna nefes tüketip hem beni hem kendini yormamasını, zorla pazarlayıp kakalamaya uğraşmamasını ve bana rahat nefes alacağım bi alanı yaratmasını tercih ederim.
Bazen oluyor, özellikle turistik yerlerde alacağım varsa da almıyorum çıkıyorum. Çok ısrarcı olmalarını sevmiyorum. Sırf bu huyum yüzünden vitrinlerde görüp beğendiğim çoğu ürünü, denemeye bile üşenmiş, satıcılar bayacaklar korkusuyla kapıdan içeri de girmemişimdir.
Bir keresinde çakma bi spor ayakkabı beğenmiştim, ayakkabılarda zaten iki numara arasında sıkışan ve bu nedenle de sıkıntı çıkaran bir numaraya sahibim. İki, üç ve hatta bazen buçuklu numaraları da denemek zorunda kalıyorum. İki üç denemeden sonra satıcı abiyi de bıktırınca dedi ki;
"Oooo abla senin almaya niyetin yok zaten beni uğraştırıyorsun!":)) Almayınca da suratları on karış düşüyor. Bir de şunu fark ettim çoğularında; kendi yurdum insanına böyle kaba saba saygısız, ama yağlı müşterilerine, yabancı turistlere bi kibar bi kibar...Öyle bi durumla karşılaşınca çıkıyorum hemen zaten hiç oyalanmıyorum. Harcayacağım parayı da nazik ve güler yüzlü, daha mütevazi insanlara bırakmak beni daha memnun ediyor.
Bi keresinde de İstanbu'lda Kapalıçarşı'ya gitmiştik. Annem, Babam ve Abim cümbür cemaat:)
Tutturmuşum illa çakma Louis Vuitton bi çanta alacağım. O günü hiç unutmuyorum bizimkileri dükkan dükkan gezdirip bezdirmiştim, ayaklarımıza kara sular inmişti artık. O kadar çok dükkan var ki zaten satıcılar kapıda müşteri çekmek için kuyruğa girmişler:)
Onu gösteriyolar yok, bunu gösteriyolar 'yok beğenmedim!' Abim sonunda "Kızım sen nasıl bi şey istiyosun? Bu çanta altından mı yoksa pırlantadan mı? Alt tarafı bi çanta alacaksın ya birini seç gitsin işte!"
Bir dükkana daha girdik sonra, sahibi şöyle göz ucuyla tepeden bize tip tip baktı. Orta sınıf halimizin, sıradan kılık kıyafetlerini görünce ve dolayısıyla sosyeteden olmadığımızı anlayınca -özellikle babamı ve annemi gözleriyle yerin dibine sokup- sonra da dönüp dedi ki "Alacağınız çantayı nerde takacaksınız hanfendi?"
-Nasıl yani? dedim, anlamadım.
"Ablacım gireceğiniz ortamlara göre ben de size çanta vereceğim! Her çanta her yerde takılmaz!"
-Halla halla öyle mi? İstediğim çantayı istediğim yerde takarım beyefendi! dedim ve bizimkilere dönüp "gelin çıkalım burdan ya! bunun dükkanına mı kaldık!" deyip bi hışımla kendimi dışarı attım ama nasıl sinirlendim anlatamam. Hayatımda bu kadar rezilce aşağılandığımızı hatırlamıyorum. Acayip bozulmuştum ve söylenmiştim. Abim anlamamış ve şaşırmıştı hatta "n'oluyo?" dedi "niye sinirlendin ki şimdi?" demişti. Ben de "görmediniz mi hareketlerini? bizi adam yerine bile koymadı, çantayı bize layık görmedi, biz o çantayı kadıramazmışız!" Gerçekten çok uyuz olmuştum adama...Sonraki dükkana gittim o sinirle iki çanta aldım hatta yetmedi tatilden dönünce de o hırsla geldim "vay sen misin onu bana diyen!" gazımla gittim pahalı bi marka hakikisinden bi tane daha aldım.
Olayı nasıl içselleştirip gururuma yedirememişsem artık o çantayı gerçekten de hiç koluma takmadım. 5-6 sene olacak o çanta gardıropta bi gün çürüyüp gidecek yok inat etmişim sanki...O günü hatırladıkça kan beynime sıçrıyor. Bir gün gerçekten de üstünde tepinip bütün hıncımı alıp paralayacağım korkarım ki o çantayı...Çantanın ne suçu var halbuki...
Çok uzattım kusuruma bakmayın, aklıma geldikçe yazdım da yazdım.
Tezgahtarlık deyince aklıma bunlar geldi. Yazınız çok güzel yerden yakalamış, iyi bi gözlemci gözü ve duygu hissiyatı ile güzel tasvir etmişsiniz.
Tebrik ederim.
Gule tarafından 12.12.2024 22:27:23 zamanında düzenlenmiştir.
Zeynep Perçin
Bu yorumunuzu görüp, üstünkörü okumak istemediğim için sonraya bırakmıştım. Zira üstünkörü okunan hiç bir şeyin duygusu hissedilmez diye düşünürüm. İyi de yapmışım. Yazınızı okurken içimde bana ait olmayan bir anı’ya karşı kızgınlık da duydum. Çok güçlü bir anı. Bunu kullanmanızı tavsiye ederim. Bana göre bu anıdan tamı tamına beş adet güzel öykü çıkar. Size tavsiyem ilk anıyı o tezgahtar olarak yazmanız. Kendinizi onun yerine koyarak yazın. Sonra hiç bir şey anlamayan abiniz olarak. Ardından anne ve babanız olarak alın ele. Son olarak da o çantayı aşkla isteyen Gule olarak yazın. Yaşadığınız herne kadar aşağılayıcı ve asap bozucu bir anı olsa da, edebiyatta kullanılmaya değer bir konu.
Ne yazık ki dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bizim ülkemizde de sınıf ayrımı yapılıyor. Bunun nedeninin özentimizle alakalı olduğunu düşünüyorum.
Son yıllardaki şaşalı, ışıltılı AVM’ler, insanların özünü ve kültürünü üstüyle örttüğü gösterişli sunumlar vs.
Özellikle özünü ve kültürünü kışlık yün yorganın altında gizlemeye, saklamaya ve unutmaya yeltenen karakteri zayıf bireylerde görülüyor bu da. Üzücü… ama siz bir şey kaybetmiş misiniz? Elbette hayır!
Güzel, içten ve samimi yorumunuz için yürekten teşekkür ediyorum.
Sevgiler… 🌹
Gule
Bazen yorumlara da öykündüğüm oluyor, bazen de hiç oynamadan olduğu gibi bırakıyorum.
Dikkate alacağım Zeynep, sağolasın.
Sevgilerimle...🌺
Saygıdeğer Yazar,
Eserinizi kapatmanız adeta yaşam bir köşesine kurulmuş, insanın ruhunun gizli kaldığı ince detaylarını izleme fırsatı buldum. Anlatımınız sade ve bir o kadar derindi ki, sanki her bir cümleniz bizi o dükkânın içine alıp oradaki insanların iç dünyalarına ayna tuttu.
Önemsiz gibi görünen günlük bir sahnenin, kaleminizde nasıl güçlü bir hikayeye dönüştüğüne tanık olmak, tarifsiz bir keyifti. Duyguların gözlemlerle harmanlanması, anlatıcı ile okuyucu arasındaki görünür bağ, onun satırında kendini hissettirdi. Özellikle "Boyut zahmetinden vazgeçtim", ifadesindeki yürek burkan tevazu, bir insanın yalnızlığını ve hayatın sıradan ama hüzünlü yükselişi ne kadar güzel özetliyor. Karakterlerin dünyasını öyle ince bir ustalıkla işlemeyi başarmışsınız ki, yalnızca fiziksel bir mekan değil, aynı zamanda bir duygu manzarası çizmişsiniz. Tezgâhtarın gözlemlerindeki derinlik, ruh halindeki ayna tutan tasvirler, yazınızı sadece bir hikayenin gerçekleştirilebildiği küçük bir sahneye dönüştürülmüş.
Yazınızda her zaman bir şeye tanıklık ettiğimiz, belki de farkında olmadan sırtımızda taşıdığımız o görünür yükleri bir kez daha hissediyoruz. Alışverişin nesnelliği içindeki insanın duygusal karmaşasını ve yalnızlığını anlatan bu metin, insana dair ne kadar çok şey söylüyor. Bu duygu dolu metin için yürekten teşekkür ediyor, kaleminizin daim olmasını diliyorum. Satırlarınızın daha geniş kitlelere ulaşarak birçok kalbe dokunacağından eminim.
Sevgi ve saygılarımla
Zeynep Perçin
“Hangi renk?” dedim ya, kadın bir an durdu.
Sanki soruya değil, çok uzak bir hatıraya bakıyordu.
Gözleri yere düştü önce, sonra tekrar bana döndü.
“Beyaz…” dedi kısık bir sesle.
Ama öyle bir söyledi ki, o kelime başka bir anlama büründü sanki.
Bir vazgeçişin, bir vedanın rengi gibi.
“Beyaz…” dedim, sözü uzatır gibi. Neden beyaz diye sormak istedim ama sustum.
Bazı sorular sorulmaz.
Bluzlara yöneldim.
Ellerimle dokunarak en yumuşak olanını bulmaya çalıştım.
Kadının annesi bunu giyer miydi, sever miydi, bilmiyordum.
Ama anneler hep yumuşak şeyleri sever gibi gelir bana.
Onlar sert olan ne varsa hayatlarında zaten çoktan giyip çıkarmışlardır.
“Bu nasıl?” dedim, bir bluzu ona doğru uzatarak.
Kadın dokunmadı bile.
Sadece baktı.
Öyle uzun bir bakıştı ki, o bakışta ne vardı bilmiyorum;
sevgi mi, hüzün mü, pişmanlık mı? Belki hepsi, belki hiçbiri.
“Olur,” dedi sonunda.
Sesi o kadar yorgundu ki, bu cevap bir kabul değil, bir teslimiyet gibi geldi.
Bluzu paketledim.
Kadın elini çantasına attı, bozuk paralar çıkardı.
Hesapladıkça eksildiğini anladım. “Kalanı sonra versem olur mu?” diye mırıldandı.
“Olur,” dedim. “Anneniz giysin, yeter ki olur.”
Kadın yüzüme baktı bu kez.
İlk defa gerçekten baktı.
Dudaklarında belirsiz bir teşekkür vardı.
Sonra bluzla birlikte dükkândan çıktı.
O an fark ettim; anneler hep bir yerlerden geçiyordu, ama çoğu zaman ellerimizden kayıp gidiyorlardı. Beyaz bir bluzun anlamı, bazen sadece bir annenin üzerinde görebileceğimiz son şey oluyordu.
Dokundu yazınız yüreğime, izinsiz birkaç cümle kurdum ben de yazınıza hitaben; affınıza sığınarak.
Sizi kutluyorum, sevgiyle kalın...🌹