- 135 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Doğanın Koynundaki Hayat
Hafif bir rüzgârla başladı her şey. Gökyüzü kararıyor, alacakaranlık buraların ruhunu yavaşça sardıkça, kuşlar üzerimde halka halka uçuyorlardı. Kanat çırpışları bir halaya benziyordu. Öyle düzenli, öyle ahenkli... Koyunlarımın melemesi uzaktan yankılanıyor, kuzular annelerinin yanına koşturuyordu. Her zamanki gibi, gün batmak üzereydi. Ama bu akşam bir başka türlüydü; sanki her nefeste daha ağır, daha anlamlı bir hava soluyordum.
Bu saatlerde cırcır böcekleri ötüşleriyle ormanın sessizliğini bozar, baykuşlar kendine has sesiyle bu dünyaya ait olmadıklarını hatırlatırdı. Ama bugün, taşların bile nefes aldığına şahitlik edebilirdim. Uzaktaki dağın eteğinden bir uğultu yükseliyor, dallar kıpırdamadan rüzgârın sırlarını taşıyordu. İçimde, derinlerden gelen bir his, bu akşamın sıradan bir akşam olmadığını söylüyordu.
Bu topraklar... Her taşında bir oturuşum, her otunda bir dokunuşum vardı. Yıllarca bu tepelerden güneşin batışını izledim, her batış bir başka duyguyu beraberinde getirdi. Mısralarım, dağın yamaçlarından yankılanır, gökyüzüne karışırdı. Ama bugün... Bugün her şeyin farklı olduğu bir gündü.
Dünyanın karmaşasında yolumu bulamamışken, burası benim sığınağım oldu. Herkesin peşinde koştuğu o parlak dünyalar, bana hep yabancı geldi. Şehirlerin yapay ışıkları, toprağın gerçek kokusunu unutturamazdı. İnsanların "ilerleme" dediği şey, ruhumda yalnızca bir geri çekilmeye sebep oldu. Ben doğanın çocuğuydum. Taşlar, otlar, rüzgâr ve yağmur... Onlar benim ailemdi.
Bugün rüzgârın fısıldadığı bir mesaj vardı. Dalların arasında yankılanan, yüreğime işleyen bir mesaj. Şehirde yaşayanlar, bu mesajı anlamaz. Anlasalar da kulak vermezler. Çünkü onların dünyasında rüzgârın sesi kaybolur. İnsanlar kendilerini anlamayan seslere sırt çevirir. Ama ben… Ben her fısıltıyı dinledim. Her taşın, her yaprağın, her kuşun bir hikâye anlattığını gördüm.
Toprak... Merhametli olduğu kadar vakurdu da. Bu toprağın sertliği, insanı eğip bükmeden şekillendirirdi. Her adımda hissettiğim bu ağırlık, dünyanın diğer ucundaki altın sarısı plajlardan daha değerliydi. Çünkü bu toprağın bir anlamı vardı. Her karışında bir emek, bir alın teri, bir hikâye saklıydı.
İnsanlar modern dünyanın kolaylıklarıyla kendilerini avuturken, ben bu toprakların huysuz ama vazgeçmeyen çocuğu oldum. Ne zaman başım sıkışsa, bu taşların arasına sığındım. Ne zaman kaybolsam, buradaki otların arasında kendimi buldum. İnsanlar benim gibilere "yabani" der. Oysa yabani olan biz değiliz. Doğanın kurallarını çiğneyen, kendi iç sesine ihanet eden onlardır.
Bugün farklıydı. Hava... Rüzgâr... Her şey bir şeylerin değişmekte olduğunu söylüyordu. Kulaklarımı patlatacak bir haykırış yankılanıyordu içimde. Bu haykırış ne rüzgârdan, ne de taşlardan geliyordu. Kendi içimden yükseliyordu. Yıllardır görmezden geldiğim bir his, bir çağrı...
Belki de bugün, bu toprağın bana fısıldadığı sırları çözme vaktiydi.
Erol Kekeç/09.12.2024/Namazgah/İST
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.