- 265 Okunma
- 0 Yorum
- 5 Beğeni
Kuşlar Üşümesin
Tür: Öykü (Kurgu)
Kuşlar Üşümesin
Sude Nur Haylazca (Vaha Sahra), Avusturya / Linz
Aşk yoksa yaşamak da yoktu. Evrendeki her oluş aşkla var ediyordu kendini.
Dışarıdaki gri gökyüzüne bakıp, “Güneş açsa belki içimi de açar” diye söylendi. Araladığı perde sağ elinden kayarken kolları iki yana yavaşça düştü. Alnını balkonun camdan kapısıyla pencerenin arasındaki duvara yaslayıp bir süre sessizliği dinledi. Havalar soğuyunca kuşların ötme hevesini yitirdiğini düşündü. Yavaş adımlarla koltuğa doğru yürüyüp, uzandı. Etrafını çeviren duvarlara boş boş baktı, üzerine yürüyen gölgeler gördü. Göğsünün üzerinde baskı hissediyordu. Sağ elini boğazına götürüp kısık bir sesle “boğuluyorum” diye fısıldadı. Gözlerinin nemlendiğini hissetti; “keşke, ölmeden önce ağlayabilsem.” diye geçirdi içinden.
Salonun diğer ucundaki balkona açılan kapıya dikti gözlerini. Uzandığı koltuktan zorlanarak doğruldu. Önünde duran sehpanın metalden ayağına çarpıp sendeledi. Alt dudağını ısırdı acıdan. Başını eğip yere baktığında ayak baş parmağının tırnağının kırıldığını gördü. “Bir sen eksiktin, bir...” diye hınçla bağırdı. Sesi ağlamaklıydı. Sol ayağının topuğuna basarak balkon kapısına doğru tökezleyerek yürüdü. Soluk pembe üzerine gri dallarla aynı renkten çiçek desenleri serpili tül perdeyi sol eliyle kenara itip, kapıyı açtı. Soğuk hava yüzüne vurunca içi ürperdi. Balkonun korkuluklarına kadar sendeleyerek yürüdü. Beyaz metal korkulukları iki eliyle tutup belinden yukarısını dışarı sarkıtıp derin derin nefes aldı. Sol elini göğsüne götürüp bir kaç kez daha derinden nefes alıp biraz da olsa sakinleşti. Dik durmaya çalışarak başını sağa doğru çevirdi, binaların arkasındaki şehre doğru yüzünü döndü. Kalabalıktan kaçıp geldiği bu ıssız sayılabilecek mahallede huzur bulacağını sanmıştı. Şimdi bu ıssızlık içindekiyle birleşip onu boğmaya yelteniyordu.
Ağaca tüneyen bir kargaya gözü takıldı. “Tanrım lütfen kuşlar üşümesin.” diye söylendi. Salondan telefona gelen mesajın sesini duydu. Çıplak ayaklarının üşümesine aldırmadan ufka doğru bakıyordu. Bitiş çizgisinden başlayarak uzayıp giden şehirleri, akan insan selini gözlerinin önüne getirmeye çalıştı. Özlemlerinin, özlediklerinin yüzüne bakar gibi bakıyordu boşluğa.
“Biliyorum oradasın, tünelin öbür ucu bakışların!” Turgay Uçeren’in dizelerini okuduğunda “evet” demişti, evet tam da oradalar. Sevdiklerimiz baktığımız yönde, ufukta, ışığın geldiği yerdeler...
Birden yanaklarına değen kar taneleriyle daldığı kuyudan başını gökyüzüne çevirdi. Sanki meleklerin kanatlarından üzerine tüyler yağıyordu. “Gabriel, geldin mi?” diye fısıldadı.
Ülkesinde yaşadığı zamanlarda yağmuru sevdiğini hatırladı, artık sevmiyordu. Kim dört mevsim kendini özletmeyeni severdi ki. Toprak sürekli nemli olduğundan yağmur sonrası yayılan ferahlatıcı koku yayılmıyordu etrafa. Toprak kokusunu yıllardır duymamıştı. Üstelik, gökyüzünün kendini bulutlarla kapatmasına yol açıyordu yağmur. Güneşi uzun zaman aralığında göremiyordu. Güneş onun yaşamla arasındaki en güçlü bağdı. Kapalı havalarda hücre mahkumu gibi hissediyor, göğsü daralıyor, nefes almakta zorlanıyordu. Adeta duvarlar ayaklanıp, üzerine yığılıyordu. Soğuğu sevmese de kar yağışını izlemekten büyük keyif alıyordu, gökyüzünden yeryüzüne süzülüşleri müthiş bir sevinçle içini ısıtıyordu. Şöminede çatır çatır yanan odunların yaydığı alevlerin götürdüğü düşler alemi yüzüne tatlı, masum bir gülümseme yayıyordu.
Kar tanelerinden bir kaçı dudaklarına süzülünce, ağzına alıp sıcaklığında eritti.
Çalan telefonu duymuyor gibiydi, iki elini havaya doğru açıp kar tanelerini tutmaya çalıştı. Baş parmağının acısı hafiflemiş, ayağının üstüne basabiliyordu. Karda yuvarlanan çocuklar gibi yanakları soğuktan allaşmıştı. Sesini duyulacak kadar yükselterek, “Tanrım, kar için teşekkürler!” dedi. Üşümek onu kendine getirmişti, derin nefes alıp verişlerini tekrarladı. Telefonundan gelen mesaj uyarı sesi tekrara düştü. Son bir kez yağan muhteşem beyaza gülümseyip içeri geçti. Koltuğun üzerinde duran telefonu alıp ekran kilidini açtıktan sonra gelen mesajı okudu.
- Ne haber?
- Neredesin? Sanırım meşgulsün. Aradım açmadın.
-Merhaba, balkondaydım. Boğulur gibi olunca kendimi dışarı attım.
- Her şeyi çok takıyorsun, takma!
Gerçek hafifti, o mu ağırlaştırıyordu. Omuzlarından göğsüne inen ağırlığın yol açtığı hasarı onarmak, boş vermekle mi geçecekti. Anlaşılmamak zulümdü.
- Demin bir karga gördüm, hava çok soğuk. Biri bana kuşların üşümediğini söylesin...
-Kuşlar üşümez, tüyleri sıcak tutar.
Kurulan bu cümlede şefkati hissetti, onu rahatlatmak için söylüyordu. Sevgisini dile getiremeyen bu adamı neden seviyordu? Çoğu zaman umarsız, soğuk tavırlarıyla çileden çıkarmasına karşılık, genelde susuyordu. Dile getirmek kavgaya yol açacaktı nasılsa…
Susmak, ruh halini iyice dibe çekiyordu. Yokla var arasında gelip giden birinin işkencesine katlanmak çok yorucu, yıpratıcıydı. Zamanla sevgisinin azalarak tükenmesini diledi.
Bitkin bir halde yeniden koltuğa uzandı, kullandığı ilaçların yan etkisiyle uyur gezer haldeydi. Uyumamak için direnen zihninden film şeridi gibi geçen anılardan kaçmanın yolu antidepresanlardı. Düşünme yetisini yitirmeyi istedi, unutmak istediği hiç bir şeyi unutamıyor, hatırlamak istediklerini ise zihni geri getirmiyordu. Mutlu anlar kısa, acılar uzun zaman dilimini kapsıyordu hafızasında…
Uzanan bir eli, yaslanacak bir omzu olsaydı katlanmak daha kolay olurdu bu ıssızlığa diye düşündü. Bir damla gözyaşı yanağından süzülüp yastığına düştü. Eskiden ağlayabildiğini hatırladı. Şimdi gözyaşları sadece kirpiklerini ıslatıyor, düğümlenen göz yaşları diye yorumluyordu. Kirpik uçlarında ya asılı kalıyor ya da tek damla tuzlu sıcaklık yanağından bir yıldız gibi yastığına kayıyordu. Bir yerde okumuştu; gözyaşlarının sayılı olduğunu, ne çok hayıflanmıştı fütursuzca akıtıp tükettiğine. Doyasıya ağlamak, sarıldığı yastıkta o ıslaklığı hissetmek için neler vermezdi. Ağladıktan sonraki iç çeken rahatlama hissini son bir kaç yıldır hiç yaşamamıştı. Aklına anavatanında yaşayan annesi geldi, “Ya annemi kaybettiğimde ağlayamazsam.” diye geçirdi içinden. Ürperdi, kıvrıldı anne rahmindeymiş gibi koltuğun ortasına. Babasının cenazesine bile gidememiş, tek başına yaşadığı ülkede bir başına ağlamıştı. Sonrasında babasının mezarı ona yabancı gelmişti. “Babam gerçekten öldü ve burada mı yatıyor?” diyerek, mezarın üzerine eğilip toprağını avuçlamış, “Seni seviyorum baba!” diye fısıldamış ama ağlayamamıştı. Dönüp dönüp mezar taşını öpmüş, tıpkı yaşayan bir insana veda etmenin zorluğu gibi iliklerine kadar çaresizliği hissetmişti. Mezarlıkta tüm gününü geçirebilir, kendini babasının orada yattığına ikna edebilir, yakınlık kurabilirdi. En çok babası sevmişti onu. Babasına benzetiyordu yalnızlığını, yaşadıkça anladığı bir şeydi bu. Deneyimlemeden öğrenemediği bir çok şey için kendine küfür etti.
Artık, sevilmediğini hissetmek sonsuz karanlığa itiyordu. İçinde büyüttüğü korkular mezarlığına gömülü ruhu hep huzursuzdu. Evin içinde gezinen gölgelerle, duvarların sessiz dilini çözmüştü. Yaşanan onca şeyin hiçliğini yüzüne vuruyordu dilsiz yalnızlığı.
Ne zaman biriyle konuşmaya çalışsa oldukça bayağı geliyordu konuşulanlar. Dünyanın bir ucundan öteki ucuna yayılan korona virüsten, kirlenmişlikten, doğanın isyanından bihaber, maddi çıkara dayalı diyaloglar git gide soğutuyordu onu insanlardan.
Gözlerini istemsizce salonun camlarına çevirdi. Tül perdenin üzerindeki desenleri yeni çiçek açmış erik dallarına benzetti. İçindeki karanlığa iyi geliyordu açık ton renkler. Salonun girişindeki beyaz L koltuk odanın yarısını kaplıyordu neredeyse. Balkon tarafındaki pencereye paralel yemek masası, karşı duvarındaysa beyaz televizyon ünitesi, duvarı boydan boya işgal etmişti. Ortada beyaz dikdörtgen bir sehpa vardı. Koltuğun sağ tarafına uzanıp düşüncelere dalar, saatlerce hareket etmezdi. Dışarıdan biri evini gün aşırı gözetlemeye kalksa onu koltuğun üzerine konmuş aksesuar olarak düşünebilirdi. Dışarı çıkıp hayata karışmayı çok istiyordu. Üzerine yığılan görünmez ağırlığın altında yığılıp kalıyordu, koltuğun sahiplendiği köşesine. Bazen yastığının yaşayan bir canlı olduğunu düşünüyordu. Sanki, tek taraflı sarılma değildi yastığıyla arasındaki bağ. Cenin şeklini alıp derin derin iç çekiyordu. Uyuyabildiği zamanları özlüyor, uyuyabilen insanların ruhsuz olduğunu düşünüyor olsa da uyuyabilmeyi, umursamaz olmayı çok istiyordu. Sonrasında da onlara benzemektense işkenceye dönüşen hayata razı geliyordu.
Neden bu kadar yalnızlığa çekildiğini uzunca sorguladıktan sonra kendinde sorun bulamıyor, karşısında olan insanların riyakar olduğu kanaatine varıyordu.
Öykü‘ye göre asrın vebası iletişimsizlikten doğan yalnızlıktı…
Öğretilmiş doğrularla yaşayarak sonunu kendisi hazırlamış olsa da, “Ben doğru olanı yaptım.” diye kendine telkinlerde bulunuyor, kendisiyle neredeyse bir bütün haline gelen yastığına sarılıyordu.
Düştüğü bu kuyudan çıkmak için belki de yardım almalıydı. Hastaneye yatsa, uyuşturucuların etkisiyle saatlerce uyusa, yılların yorgunluğunu atacaktı bedeninden, ruhundan. Sonra deli gömleğiyle elleri arkada bağlı kendini gördü karşısındaki duvarda. Yüzünü yastığa gömüp, “Hayır, hayır biraz daha zamanım var, kendime tutunarak çıkabilirim kuyudan!” diye geçirdi içinden. Daha ne kadar dayanabilirdi uykusuzluğa? Yıllardır gece başını yastığa koyup sabaha kadar deliksiz uyumamıştı. Sabahın köründe işe gitmek de ayrı işkenceydi. Dinlenmeyen zihin ve bedenle sabahtan akşama kadar çalışmak...
“Tanrım, bu yalnızlık dikişsiz gömlek, nefes alamıyorum. Hangi günahımın kefaretini ödetiyorsun?” Benzeri düşüncelerle sürekli zihnini yoruyordu.
Hayata ilk adım attığı yılları hatırladı, kendinden emin, idealistken nasıl her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdığını. İlkelerine sadık kalmanın bedelini ağır ödeyen insanların yaşadıklarına şahitlik etmişti. Kendi ödediği bedel herkesinkinden ağır geliyordu her nedense.
Sevdiği adamın eleştirdiği yönlerini düşündü. Sorumluluktan kaçan bir erkeğin söylemleri miydi yoksa o mu öyle algılıyordu? Bir keresinde, “Kendini sevmiyorsun!” demişti. Çok içerlemiş ama belli etmemeye çalışmıştı. İnsanın sevdiklerini mutlu etme çabası neden yanlış olsundu?
Yalnızlık ruhunu saran kefendi. Kefeni yırtmak için sevdiğinin sarılması, elini tutup karanlıktan çıkartması gerekiyordu.
Ruhunun açlığını doyuracak, sevgisinin karşılık bulduğu birinin varlığını hayal dahi edemiyordu. İnsan insanın etine tenezzül ediyor, ruhuna dokunmuyordu. Somut olan her şeyden nefret ettiğini düşündü. Suçlanacak derecede hayalperest miydi?
Sevgilisine mesaj atmak için telefonu yeniden eline aldı.
- Sesini duysam belki nefes almaya başlarım.
Bir kaç dakika telefona boş boş baktı.
- Yoğunum, fırsat bulduğumda arayacağım.
- “Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben.” demiş, Şükrü Erbaş.
- :))
- “Üşüdüysen söyle sevgilim, seni bir kat daha seveyim.” Cemal Süreyya
Özlediği kadar özlenmeyi her seven isterdi…
Acı bir tebessüm yüzünde belirdi, telefonu koltuğun üzerine fırlattı. Ömür’ün işlerini erteleyip onunla vakit geçirdiği zamanları anımsadı. İnsanın sevdiğine olan hisleri nasıl zaman aşımına uğrayabilirdi. Öykü, ilk günkü kadar seviyordu, her gün biraz daha bağlanarak.
“Tanrım, neden böyleyim?” diye fısıldadı boşluğa.
İçinde kırılıp ruhuna batan can kırıklarını iyileştiren bir sihir olmalıydı.
Sevdiği adamla ilk tanıştığı zamanlardaki aşırı ilgisini bugünle kıyaslandığında uçurumlar açılıyordu iki zaman dilimi arasında. Bunu dile getirdiğinde, “Beni boğuyorsun, özgür bırak!” demesi üzerine çok düşünmüştü. İlişkilerini çıkmaza sokan aşırı ilgi istemesi ya da göstermesi ise neden başlarda her şey olağanüstü güzellikte seyrediyordu? Her şey bağlanana kadardı. Sonrası aradaki bağı koparmak üzerine kurulu bir yığın ezberden ibaretti.
Nazının geçmediği birini sevgilisi sayabilir miydi? Yabancı düşmanı karşı komşusunun kapısını düşünmeden çalabilir, yardım isteyebilirdi. Sevdiği adamdan istemek içinden bile geçmiyordu. Aralarında açılan mesafeye istediği kadar sitem sığdırabilirdi.
En ağır sözleri ondan duymuştu, söyledikleri herkesin söylediği sıradan şeylerdi. Yine de o söylediğinde yaralanıyordu. Patavatsız, acımasız biri olduğunu düşünüyordu Ömür’ün.
Tekrar balkona çıkıp gökyüzüne baktı, gri rengini babasının mavi gözlerine benzetti. Mavi üzerine çekilen hüzne kapılıyordu.
“Ölüler üşüyor mudur, toprak altında olduklarını hissediyorlar mıdır?”
Kapalı alan korkusunu tetikleyen düşüncelerin ardından kendini toprağın altında buldu. Balkonun önünden geçen komşusunun verdiği selamla irkilip, çıktı kendisini içine alan kâbustan.
Karanlık çöktüğünde kalın perdelerini çekmiyordu. Uyurken sokak lambalarından içeri süzülen ışık hüzmesi sayesinde odası zifiri karanlığa bürünmüyordu. Perdeleri kapadığında, pencerelerin duvardan farkı olmuyor, nefes alamıyordu. Yattığı yerden baktığında pencereleri görmesi rahat nefes almasını sağlıyordu.
Üzerine çöken karanlıkla içindekini alıp içeri geçti.
Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” kitabını dolabın rafından alıp köşesine kurulmadan önce telefonunu sessize aldı.
Sabah uyandığında dışarısı kalın kar tabakası altında kalmıştı. Park halindeki arabalarını temizliyordu işe gidecek olanlar. Çocuklar kardan adam yapma telaşına düşmüşlerdi. Kuşlar kar’ı gagalıyordu.
Kendine bir kahve yapıp, sigarasını yaktı. Çatıların tepesinde biriken kar’a uzun uzun baktı. Elindeki kahvesinden bir yudum aldı. Balkon korkuluğuna yığılmış kar‘ı avuçlayıp kartopu yaptı, içindeki çocuk hevesle kımıldadı. Yüzüne yayılan gülümsemeyle etrafına bakındı.
Sabahattin Ali, “İçimizdeki Şeytan” adlı kitabında kadın kahramanın karşısına en zor anlarda hep bir kurtarıcı çıkarmış, kadına kıyamamıştı. Gerçek hayatta öyle değildi, çatır çatır kıyıyorlardı…
“Gökyüzünde her insanı temsil eden bir yıldız, ölüm anında yeryüzüne kayardı.” Çocukluğundan kalma bu söylemi hatırlayıp gülümsedi.
Öldüğünde toprağa gömülmek yerine gök çekime kapılıp yıldız olmayı diledi. Yine bir yerde okumuştu; insan ömrünü tersinden senaryosunu, mezarda başlayıp ana rahminde son buluyordu. Ne müthiş sondu insan için.
Sehpada duran ilaç kutusuna kaydı gözleri. “İyileştirmiyorlar!” diye söylendi kendi kendine. “Belki dozajı artırmak işe yarar.” dedi, yüzüne yayılan gülümseme gözlerinin içini aydınlatmamıştı. Bir bardak su almak için mutfağa geçti. Mutfağın penceresi tek kanatlıydı. Odalarınkilerle kıyaslandığında küçük sayılabileceğinden içi daralıyordu. Elinde olsa tamamen camdan yapılmış bir evde yaşamak isterdi.
Öldüğünde, açık bir alanda camdan bir odanın içerisinde çürüyene kadar bekletilmeliydi cesedi. Ya uyanırsa diye kontrol edilmeliydi hatta.
Suyunu alıp salona geçti. İlaç kutusunun kapağını açıp, içindekileri sehpanın üzerine döktü. Sonrada ikişer, üçer ağzına götürüp, üzerine su içti. Yüzünde garip bir gülümseme ile balkon kapısına çakılmış bakışları, gözlerinden boşalan yaşlarla avuçladığı hapları ağzına götürüp, suyun yardımıyla yuttu. Birden kahkaha atmaya başladı. “Göz yaşlarım bitmemiş, teşekkürler Tanrım!” dedi, sesi odanın içinde yankılanıyordu.
Hıçkırıklara boğularak koltuğundaki yerini aldı. İki bacağını birleştirip karnına doğru çekti, sol elini yastığın altından geçirdi, sağ eliyle de üsten yastığına sımsıkı sarıldı. Gözyaşları yastığını sırılsıklam yapana kadar ağladı, düğümler çözülmüş içi sökülmüştü. Yastığını öptü “en sıcak sarılmaydın” diye fısıldadı. Göz kapaklarının ağırlaştığını hissetti, gülümsedi. Nihayetinde özlediği gamsız uykusuna kavuşacaktı. Gözlerinden yaşlar hâlâ süzülüyor, o masum bir bebek gibi gülümsüyordu.
“Gabriel, babamın buz mavisine götürür müsün?”
Fısıltısı, evin sessizliğinde oda oda dağıldı.
2021
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.