- 105 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Cuma hutbesinde Atatürk'ün anılmaması meselesini nasıl çözdüm?
Gözümün nuru Bediüzzaman’ın "Zulüm başına ’adalet’ külâhını geçirmiş. Hıyanet ’hamiyet’ libasını giymiş. Cihada ’bağy’ ismi takılmış. Esarete ’hürriyet’ namı verilmiş. Ezdad suretlerini mübadele etmişler..." şeklinde tarif ettiği bir hakikat var. George Orwell buna 1984’ünde ’karşıt söylem’ ismini veriyor. Taktiğin özeti şöyle: Her ne kötülük yapıyorsan kendini onun zıttıyla isimlendireceksin. Böylece yaptığın da meşrulaşacak. Karşıtını da olduğu şeyin tam zıttıyla tarif edeceksin. Böylece neye uğradığını şaşıracak. Sözgelimi: İsrail gibi Filistinlilere dörtdörtlük soykırım uyguluyorsan da ’nefsimüdafaa’ diye satacaksın. (Hamas’ın annesütü gibi helal nefsimüdafaasını da ’terör’ diye duyuracaksın.) Amerika gibi Irak’ı yoktan yere işgal edeceksen de "Demokrasi getiriyorum!" diyeceksin. Güçlü olsan da dürüstlüğe gerek yok. Kandırabildiğin kadarını kandıracaksın kamunun. Zorbalığına sinsiliğini katık edeceksin yani.
Allah gani gani rahmet eylesin. Çantacı Necmi İlgen abinin bir videosuna denk geldim geçenlerde. Almanya’da yaşadığı bir hâdiseyi anlatıyor. Hülasası: Gurbetçinin biri, başka isim bulamamış gibi, açtığı meyhanenin adını ’Fatih Sultan Mehmed’ koymuş. Tabii meyhaneyi o nâm ile görünce bizim Necmi abinin şalteri atmış. Sahibini yakalayınca demiş: "Böyle yere Fatih Sultan Mehmed Han gibi dindar birinin ismi konulur mu hiç? Koyacaksan içkiyi seven birisinin ismini koy. Atatürk koy mesela. ’Atatürk Meyhanesi’ olsun. Bak, uyarıyorum, Fatih gibi mübareğin ismiyle meyhaneyi devam ettirirsen, sadece günahkâr olmakla kalmazsın, hem de çarpılırsın." Adam da "Çarpıldım zaten!" diye itirafta bulunmuş. Meğer batıyormuş. Orayı da bir almana devredecekmiş yakında. Devirden sonra adı da değişecekmiş.
Bunun tersi de olabiliyor tabii. Mesela: Bizim semtte inşaatı senelerdir süren bir cami var. İsmi: ’Mustafa Kemal Paşa Camii.’ Allah günahlarını affetsin. İnşaatta bir türlü sona gelinememesi semtin sakinleri için dedikodu malzemesidir. Kimisi suçu cami derneğine, kimisi yeterince koltuk çıkmadığını düşündüğü Diyanet’e, kimisi de inşaatta çalışanlara atmaktadır. Bir de daha ilginç nedenlere müracaat edenler var. Aynen. Örneğin: Caminin nâmının ’Mustafa Kemal Paşa’ olmasından dolayı işlerinin düzgün yürümediğini söyleyenler de mevcuttur. Evet. Onlara göre hiçbir camiye bu ad verilmemeliymiş. Zira Kemal Paşa’nın (tatlısını da çok severim ha) camilerle başı zaten hoş değilmiş. Kendisine de sorulsa, artık nasıl sorulacaksa bilemiyorum, böyle anılmayı arzu etmezmiş. Uzatmayayım. Özetle diyorlar ki: Caminin nâmı bir değişse inşaat işi hızlanırmış, düğümler çözülürmüş, şeytanlar nallanırmış falan filan.
Âlemin ağzı torba değil ki büzesiniz kârilerim. Şahsen ben büzmeyi denedim. Fakat başaramadım. Yaaa... Geçenlerde komşuyla biz de kaynattık cami meselesini biraz. Dedim ki: "Abiciğim, 5816 diye bir yasa var, ayağını denk al. Öyle sağda-solda Atatürk’ün camilerini sevmediğini vs. söyleyemezsiniz. Sevse de söyleyemezsiniz sevmese de söyleyemezsiniz. Sayın savcılarımızın vatandaşın aklını alırlar." Komşu da hemen yapıştırdı cevabı: "Var mı camide bir tane fotoğrafı?" Düşündüm. Hakikaten hatırlayamadım. Google Hoca’ya sordum ivedilikle. O da göstermedi. Vay arkadaş. En ihtiyaç duyduğum zamanlarda böyle ortada bırakıyor beni kerata. En iyisi yapayzekaya geçmek. O olmayanı da uydurabiliyor ne güzel.
Sonra bir ampül yandı kafamda. Meclis açılışında dua ederken çekilmiş fotoğrafını gösterdim bizim komşuya. "Hiç" dedim, "dindar olmasa böyle pozlar verir miydi? Bak, ellerini nasıl açmış, nasıl içten dua ediyor. Of, of, of. Şu gözlerindeki ışıltıya dikkat. Etrafı hep sarıklı dolu. Buna ne buyrulur? Sanırsın meclisi İsmailağa cemaatiyle beraber açmış." Fakat âdemoğlu pek inatçı şey. Uzunca bir "Yeemeeezleeer!" çekmesin mi? Güven problemi var herhalde. "Köprüyü geçene kadar herkes ayıya dayı dermiş." Aman, hemen de bir atasözü, deyim, birşey bulurlar zaten bu dindarlar. Başedilmez hiç.
İddiası şu ki kârilerim: Atatürk’ün verdiği böylesi pozlar gücü ele geçirmeden öncesine aitmiş hep. Taktikselmiş. Stratejiymiş. Oyunmuş. Güç eline geçtikten sonra bir daha sarıklılara eyvallah etmemiş. Hatta, sadece sağcı tarihçiler değil, solcu tarihçiler de ’aslında müslüman olmadığını’ söylüyorlarmış. Bir de Murat Bardakçı videosu attı bana. Şaştım kaldım. Habertürk gibi bir kanalda, Tarihin Arka Odası gibi bir programda, Murat Bardakçı gibi sol görüşlü bir tarihçi "Atatürk müslüman değildi!" diyor. Olacak şey mi yahu? Ama olmuş. Seneler önce olmuş hem de. Demek ben kanepede şekerlerken kaçırmışım.
"Acaba tutuklama olmuş mu?" diye karıştırdım. Yok. Olmamış. "Delillerini yalanlayanlar var mı?" diye arattım. Cık. Onu da bulamadım. Demek ki Atatürk gerçekten Kur’an’ın ayetine ’safsata’ diyecek kadar ileri gitmiş. Yalan olsaydı yalanlayan da olurdu canım. Herkes Habertürk’e çalışmıyor ya. Başka kanallar da var. Tarihçiler de var. Epey moralim bozuldu yani. Bir cami mevzuundan nerelere geldi iş.
Bocaladığımı gören komşum bir darbe daha vurdu hemen: "Var mı?" dedi, "Atatürk’ün bir tane cenaze namazı fotoğrafı?" Vay zalım. Vay gaddar. Hadi bakalım. Bir fotoğraf dosyasıdır ki başımıza açıldı. Kapanmak bilmiyor. Yine telefona sarıldım hemen. İnternet sağolsun. Fakat Google Hoca ikinci kez yardımıma yetişmedi. Böyle hocalık olmaz olsun. Evdeki Namaz Hocası bile daha çok soruma cevap vermiştir. Meğer, kızkardeşi Makbule Atadan’ın zoruyla yalap şalap Türkçe kılındığı iddia edilen bir namaz dışında, hiç dualama olmamış. Düşlediğim gibi kocaman cami cemaati yokmuş. Omuzlarda akarak teneşire gelen bir Atatürk cenazesi vs. yaşanmamış. Tamamen başka bir hikaye var. Bir de adamı mumya etmişler yahu. ’Bugün senin cesedini kurtaracağız’ı yanlış anlamaktan oldu zâhir. Cık, cık, cık. Ben o devirlerde yaşasaydım koskoca Atatürk’ü Mısır Firavun’u gibi mumyalamanın hesabını sorardım.
İşe bak. Vay arkadaş. Açtık kutuyu, söylettik kötüyü. Şimdi gücün yeterse "Cuma hutbesinde niye ismi geçmiyor?" diye kavga çıkar. Peh. Moral mi kaldı adamda? 29 Ekim, 10 Kasım, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos... Cami imamlarının korkuyla bekledikleri o günler geride kaldı. Ne güzel sıkıştırıyorduk adamları. Mevzuun bu tarafı ayyuka çıkarsa nasıl sıkıştıracağız? Bize demezler mi: "Camiye gelmeyen adama cumada niye dua edelim?" Yahut daha da beteri. Ya müslüman olup-olmadığını gündeme alırlarsa? "Cuma hutbesinde gayrimüslime dua edecek halimiz yok ya!" derlerse? "Öyle birinin anılacağı yer, Çantacı Necmi abinin de dediği gibi, meyhane köşesi olmalı. Yahut da rakı sofrası. Ama cami değil." Zaten ben de internette baktım, aydınlar-sanatçılar, ellerinde rakı bardaklarıyla Atatürk’ü çok anıyorlar. Elbette bu kadar seçkin insanın bildiği bir hakikat vardır. Sirozdan öldüğünü herhalde bizden önce onlar okumuşlar. O halde şu hutbe tartışmalarını artık bir kenara bırakalım. Gereksiz gerginliğe lüzum yok. Kim-nereye düşkünse orada anılsın. Camiye düşkün olan camide anılsın. Meyhaneye düşkün olan meyhanede anılsın. Kimsenin keyfi bozulmasın. Ezanda kulağı olmayana Mevlid-i Şerif okutmaya ne gerek var? Muhterem kârilerim, bence, Türkiye’deki kutuplaşmaların %99’u körlerin ölünce bâdem gözlü, kellerin ölünce sırma saçlı olmasından kaynaklanıyor. Köre kör, kele kel desek, kavga bitecek gibi. Şahsen ben içimdeki kavgaları böyle bitirdim. Komşuyla da aramız iyi artık. Barış toplumu olduk resmen.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.