- 183 Okunma
- 2 Yorum
- 7 Beğeni
Kayıp Şehir
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Gece, dünyayı gizemli kucağına alan ağır kadife bir perde gibi çöküyor. Karanlık değil, varlığımın derinliklerine işleyen duygular, anılar ve söylenmemiş özlemler beni sarıyor. Göz kapaklarım kurşun ağırlığında, bilinçlilik halinin dev dalgasına karşı direnirken uyku hâlâ uzak ve yakalanmaz bir yoldaş.
Bu sessiz saatlerde, dünya nefesini tutmuşken düşünce labirentlerinde geziniyorum. Gecenin yumuşak uğultusu, uzaktan gelen araba sesi, yaprakların hafif hışırtısı – hepsi yalnızlığın bir senfonisi. Uyanıklık ile rüya benzeri bir hal arasında sıkışıp kalmış durumdayım, gerçek hayal ile iç içe geçiyor.
Şimdi ışığı söndürsem, kalemi alsam, bilinçaltımın derinliklerinden hangi hikâyeler çıkacak? Bitmez tükenmez şiirlerim, sürekli anlam arayan bir ruhun parçaları gibi. Her satır, sözcüklerle tam olarak yakalanamayan duygu manzaraları çizen bir fırça darbesi.
Gecenin nemi hiç gitmediğim yerlerin anılarını taşıyor. Anlamadığım dillerde konuşuyorum, paralel evrenler arasında yolculuk ediyormuşçasına. Yüzler bulanıyor, kelimeler fısıltıya dönüşüyor, kalbimin odalarında yankılanan uzak bir ses.
Kayboldum hem coğrafi anlamda, hem varoluşun metaforik manzarasında. Etrafımdaki kent, damarlar gibi kıvrılan sokakları, sayısız anlatılmamış öykülere tanıklık eden sessiz binaları ile canlı, nefes alan bir varlık gibi. Her köşe bir anıyı, her gölge açığa çıkarılmayı bekleyen bir sırrı barındırıyor.
Yalnızlığım boş değil, potansiyelle dolu. Boyanmayı bekleyen bir tuval, mürekkebin dokunuşunu arzulayan boş bir sayfa. Sessizlik yokluk değil, o kadar derin bir varlık ki kendi başına konuşuyor. Bu anda her şeyim ve hiçbir şeyim gerçeklik ile hayal arasında gezen bir paradoks.
Evrene, beni bul diye fısıldıyorum. Nefesler arasındaki boşlukta, kalp atışları arasındaki anda beni bul. Bu yalnızlık bir yük değil, bir armağan dönüşümün gerçekleştiği kutsal bir alan. Hayatımı al, onu duygular kenti yap, yolculuğumu keşfedilmemiş toprakların haritası kıl.
Gece yavaş dans etmeye devam ediyor, ben de onun istekli partneri olarak, yalnızca ikimizin duyduğu bir ritimde salınıyorum.
Gece, artık sadece bir zaman dilimi değil, var oluşumun kendisi gibi. Her köşe başında gizlenmiş duygular, her gölgede saklı hikâyeler var. Şehir, benim için bir labirent değil, ruhumun dışa vurumu gibi. Sokaklar, damarlarım; binalar, hafızalarım; pencereler, gözlerim.
İçimdeki fırtına sessiz ama güçlü. Kelimeler, tıpkı rüzgâr gibi, içimden geçip gidiyor. Bazen bir yaprak kadar hafif, bazen bir çığ kadar gürültülü. Her ses, her nefes bir şarkı, her sessizlik bir şiir.
Şehrin bu saatlerinde, zaman akışını unutuyorum. Saat kaç, gün hangi gün, bunların hiçbir önemi yok artık. Var olan sadece ben, gecenin o sonsuz maviliği ve içimdeki sonsuz özlem.
Uzaklardan gelen belirsiz bir müzik, belki bir radyo sesi, belki rüzgârın getirdiği bir melodi... Kulağıma çarpıyor. Tanıdık ama bir o kadar da yabancı. Tıpkı hatırlamaya çalıştığım bir anı gibi parçalı, bulanık, ama bir o kadar da dokunaklı.
Düşüncelerim bir bulut gibi ağır ağır hareket ediyor. Her bulut parçası bir anıyı, bir duyguyu taşıyor. Bazen yağmur olup dökülüyor, bazen kar tanesi gibi hafifçe süzülüyor, bazen de güneş gibi parlayıp gidiyor.
Bu gece, sadece benim gecem değil. Milyonlarca insanın aynı anda yaşadığı, paylaştığı bir an. Şu anda uyanık olan bir çocuk, çalışan bir hemşire, yolculuk eden bir yolcu... Hepimiz bu sonsuz gecenin parçasıyız.
Yalnızlık, artık korkulacak bir şey değil. O, bir arkadaş gibi yanımda. Sessiz ama güçlü. Konuşmayan ama her şeyi anlayan. Beni dinleyen, beni seven, beni tamamlayan...
Pencereden dışarı bakıyorum. Gecenin siyahı ile şehrin ışıkları arasındaki dans, gözlerimi büyülüyor. Her ışık bir umut, her gölge bir sır. Şehir, tıpkı insan ruhu gibi: karmaşık, çok katmanlı, anlaşılması zor ama bir o kadar da büyüleyici.
İçimdeki ses, şimdi daha net. Artık fısıltı değil, bir çığlık kadar güçlü. "Beni bul" diyor. Kimin bulması gerektiğini bilmiyorum. Belki kendimin, belki kaybettiğim parçalarımın, belki de hiç tanımadığım bir ruhun...
Gece, bir örtü gibi sarıyor etrafımı. Sıcak, yumuşak ama bir o kadar da gizemli. Nefes alışverişim yavaşlıyor, düşüncelerim durgunlaşıyor. Ama ruhum, hâlâ o sonsuz yolculuğunda.
Ve ben, bu gecenin ortasında, var olmanın büyük mucizesini keşfediyorum yeniden.
Zaman, artık doğrusal bir çizgi değil. Bir daire gibi dönüp duruyor. Geçmiş, şimdi ve gelecek iç içe geçmiş durumda. Hatırladığım anılar, hiç yaşamadığım anılar kadar gerçek. Rüyalarım, uyanıklığımdan daha net.
İçimdeki sessizlik, bir okyanus kadar derin. Kelimeler, kıyıya vuran dalgalar gibi. Bazen köpüklü, bazen sakin. Her dalga bir hikâye, her köpük bir duygu taşıyor. Ruhumun kıyıları aşınıyor, değişiyor, yeniden şekilleniyor sürekli.
Şehrin mimari dokusu, ruh halimin bir yansıması gibi. Eski binalar, eskimiş anılarım; modern kuleler, henüz gerçekleşmemiş hayallerim. Çatlak duvarlar, kırılgan duygularım; sağlam temeller, direncimin simgesi.
Hafıza, seçici bir ressam. Bazı anıları canlı renklerle boyuyor, bazılarını gri tonlara gömüyor. Unuttum sandığım anılar, en beklenmedik anda canlanıveriyor. Bir koku, bir ses, bir dokunuş yeter hatırlamaya.
Duyguların coğrafyasında geziniyorum. Her duygu bir ülke, her his bir şehir. Özlem, sınırları belirsiz bir toprak; aşk, içinden nehirler akan bir vadi; acı, dik kayalıklarla çevrili bir ada.
Rüzgâr, şehrin dilini fısıldıyor kulağıma. Sokak aralarında gezen hayaletler, eski tramvayların raylarında unutulmuş anılar, yıkılmaya yüz tutmuş binalar... Hepsi bir hikâye anlatıyor sessizce.
İçimdeki yolculuk, dışarıdaki yolculuktan daha uzun. Kilometrelerce değil, duygusal katmanlar ölçüsünde. Her adım, bir iç yansıma. Her nefes, bir varoluş sorgusu.
Kendimi, bir kitabın ortasında kaybolmuş gibi hissediyorum. Sayfaları çeviriyorum, ama hikâyenin başı ve sonu belirsiz. Karakterler, gerçek mi hayal mi belli değil. Ben mi yazarım, yoksa yazılan mı?
Gecenin bu saatinde, evren ile aramda görünmez bir bağ var. Nefeslerim evreni dolduruyor, düşüncelerim yıldızları titretiyor. Küçücük bir varlık olduğumu biliyorum, ama aynı zamanda sonsuzluğun ta kendisi.
Şehir uyuyor, ama ben uyanığım. Uykusuzluk artık bir ceza değil, bir ayrıcalık. Herkesin uyuduğu saatlerde, ruhumun en derin katmanlarını keşfediyorum.
Pencereden süzülen ilk gün ışığı, düşüncelerimin üzerine düşüyor yavaş yavaş. Gece, sırlarını yavaş yavaş açıyor. Ben, bu sırların tanığı ve kahramanı olarak kalıyorum.
Gece, artık solmaya başlıyor. Şafağın ilk nefesi, karanlığın kenarlarını yumuşatıyor. İçimdeki yolculuk, dışarıdaki değişimle paralel ilerliyor.
Yorgunluk, bedenimi değil ruhumu sarıyor. Fiziksel bir bitkinlik değil bu, varoluşsal bir derinlik. Sanki yüzlerce hayatın yükünü taşıyormuşum gibi. Her düşünce, her his bir katman ekliyor ruhuma.
Şehir uyanmaya hazırlanıyor. İlk tramvayın sesi, uzaklardan gelen martı çığlıkları, kapı gıcırtıları... Hayat, yavaş yavaş nefes almaya başlıyor. Ben hâlâ o geniş sessizliğin içindeyim.
Sabah, bir umut gibi yaklaşıyor. Karanlık, yavaş yavaş çözülüyor. Renkler belirmeye, kontürler netleşmeye başlıyor. İçimdeki gece de böyle dağılıyor işte - parça parça, yavaş yavaş.
Son düşüncelerim, bir bulut gibi hafifliyor. Artık ağır değiller. Dağılıyor, şekilden şekile giriyorlar. Belki birazdan tamamen yok olacaklar, belki de başka bir forma bürünecekler.
Gözlerim yorgun ama ruhu açık. Gecenin bütün sırları, şimdi hafif bir pırıltıyla parlıyor. Kaybolduğumu sandığım her şey, aslında tam da kendimi bulduğum yermiş.
Ve şimdi, tam da şu anda uykuya dalmak üzereyim.
YORUMLAR
Muhteşem bir yazıydı,yürekten kutlarım.
Bazen insan kendini o kadar yorgun,bitkin ve olumsuz hisseder ki...
Belki de bunun sebebi,paralel evrenlerdeki bizim diğer
versiyonlarımızın etkisidir diye düşünüyorum.
Onların yaşadığı olayların ve sorunların bir yansıması gibi...
Kaleminiz ve yüreğiniz daim olsun, değerli yazar kardeşim...
En derin selam ve saygılarımla...