Modern Bilimin Kökleri-4
Modern Bilimin kökleri-4
Mitsel Anlatıdan Çıkış: Batı Uygarlığı Sürecinin Başlangıcı
Bu konuda önceki derlemelerimde, modern bilimin temelinde mitsel düşünce olduğunu, ancak, Antik Yunan toplumunda, bugün bile tam olarak açıklaması yapılamayan etkenlerin sonucu olarak, İ.Ö. 600 yıllarında doğan ve doğadaki olayları doğadışındaki (doğaüstü) güçlere bağlayan düşünüş biçimini (mitleri) ve tanrıları eleştiren ve aklı rehber edinen, modern çağda “bilimsel düşünce“ olarak adlandırılan yeni bir düşünce/düşünme tarzı ortaya çıktığını; bunu ilk başlatan insanlara da “doğa filozofları” denildiğini vurgulamıştım.
İlk filozoflar Thales (İ.Ö. 624-546), Anaksimandros(6.yüzyıl) ve Anaksimenes (İ.Ö..570-526 )’dir. (Thales. Anaksimandros ve Anaksimenes Anadolu’da Miletos (Aydın ilinin Didim ilçesi yakınında yaşamışlardı.) Bu filozoflara, ilk kez doğanın özü ve doğadaki değişimleri akıllarını –mantıklarını kullanarak incelemeye-anlamaya çalıştıkları için “doğa filozofları” da denilmiştir. Böylece, bu düşünürler doğaya egemen olma düşüncesinin temellerini attılar ve bu yüzden bilim tarihinde de önemli bir yer aldılar. Thales ile başlayan bu süreçte felsefe ile bilim hep iç içe olmuştur; filozoflar aynı zamanda bilim adamıdırlar ve bu yapı Avrupa’da 17. yüzyıla kadar aynı şekilde devam eder; bilim ile felsefeyi birbirinden ayırmak ve birçok kişiyi özellikle bilim adamı olarak betimleyebilmek zordu. “Bilim adamı” sözcüğü 1840’dan önce bilinmiyordu. O yıl içinde İngiliz bilimci William Whewells(1794-1866 ) tarafından ortaya atıldı. (Hal Hellman: Büyük Çekişmeler, s IX. Türkçesi: Füsun Baytok. TÜBİTAK). Kısacası, “doğa filozofları”, yaşamın mitsel anlatımı yerine, duyularla algılanan evrenin tanımlanması/açıklamaya çalışmışlardır.
Çok özet olarak, mitolojiden Felsefe, felsefeden de bilim doğmuştur. Buna göre, bugün “bilimsel düşünce” olarak adlandırılan olgu günümüzden yaklaşık 2700 yıl önce Eski Yunanistan’da (Grek Uygarlığı) İ.Ö. 600 yıllarında mitlerin eleştirisi ile mayalanmaya (oluşmaya) başlamıştır. Oysa, dönemin her toplumunda olduğu gibi, Yunan kültürünün temelini de mitler oluşturuyordu.
Aslında, Yunan kültürü çok tanrılı Hint kültüründen kök alır ve asıl besleyici damarı mitolojidir. Bununla birlikte -tam olarak bilinmeyen nedenlerden dolayı-, İ.Ö.700’lerden itibaren çok gözde olan mitolojik anlatıların tanımlayıcı /açıklayıcı iddialarından kuşku duymaya, en azından benimsemediklerini ifade etmeye başlarlar ve böylece bilimsel yaklaşımın bu ilk adımını atarlar. Örneğin, onlar artık güneş tutulmasını ozan Arkhilokhos’un(İ.Ö 680-645) deyişiyle; Kiklopların (efsane yaratıklar) “öğle başka akşam başka olan“ kaprisleriyle, depremleri de yeryüzünün derinliklerine hapsedilmiş Titanların öfkesiyle açılamamaktadırlar.(Titanlar: Yunan tanrılarından önceki Tanrılar: Altın Çağ’da dünyayı yöneten efsane yaratıkları.) İlk doğa filozoflarından Thales’in(Miletli Thales, MÖ 624 – MÖ 546) gözlemlere dayalı hesaplamalarla İ.Ö.585’teki ‘güneş tutulmasını tahmin ederek büyük bir ün kazandığı bilinmektedir.
Zamanla, “Tanrı” kavramı da değişir; o güne kadar öğrendiklerinden farklı bir Tanrı kavramı ortaya çıkmaya başlar. Örneğin, Anadolu’da Ephesos’ta (İzmir’in Selçuklu İlçesi yakınında hala görkemini koruyan antik kent) yaşayan ve doğadaki değişimlerin sürekliliğini vurgulamak için “her şey akar” (yıkandığın suda bir daha yıkanamazsın; yıkandığın su akmıştır, yıkanacağın su artık yeni bir sudur) diyen Herakleitos (İ.Ö. 540-480), "Tanrı gündüz ve gece, yaz ve kış, savaş ve barış, açlık ve tokluktur," demiştir. Herakleitos, burada "Tanrı" sözcüğünü kullanmasına rağmen, kastettiği Tanrı’nın mitolojide geçen Tanrı olmadığı açıktır. Herakleitos için Tanrı -ya da tanrısal olan şey- tüm evreni kapsayan bir şeydir. Herakleitos’un, "Her şey akar" yüzyıllar sonra ortaya çıkan "Diyalektik Materyalizm"in temeli olmuştur.
Tanrı kendini tam da sürekli değişen ve zıtlıklarla dolu olan doğada ortaya koyar. Herakleitos, "Tanrı" yerine çoğu kez Yunanca "logos" sözcüğünü kullanır. "Logos" mantık anlamına gelir. Heraklitos’a göre, insanlar farklı şeyler düşünürler ya da aynı mantığa sahip değillerdir, ancak doğadaki bütün olayları denetleyen bir çeşit "evrensel mantık" olması gerekir. Bu "evrensel mantık" -ya da “doğa yasası"- herkes için geçerli, herkesin uymak zorunda olduğu bir şeydir. Yine de pek çok kişi kendi mantığına göre yaşar, der Herakleitos. Kısacası Herakleitos, doğadaki tüm değişim ve zıtlıkların ortasında bir birlik ya da bütünlük görüyordu. Her şeyin ardındaki bu "şey"e de "Tanrı"ya da "logos" diyordu. (Jastein Gaarder:Sofinin Dünyası, s: 44-45. Türkçesi: GlayKutal. Pan Yayıncılık) ( Logos: usa uygun anlamlı söz, Myto(mit): hayali öykü). (Not: “Sofi’nin Dünyası” adlı roman bir felsefe doktoru tarafından yazılan aslında felsefe tarihinin özetidir.)
Sokrates (İ.Ö.470-399), Atina sitesinin kabul ettiği dini, ahlaki ve politik değerler bütününü sistematik olarak tartışma konu etmiştir.İddialarını, görüştüğü matematikçilerin yaklaşımından aldığı akıl (logos) anlayışına dayandırır. (İ.Ö. 5. yüzyılda Yunanistan’da filozoflar ve matematikçiler var; bunlar birbirleriyle fikir alış verişinde bulunuyorlar. Türkler nerede ve nasıl yaşıyorlardı acaba?) Bu, onun hayatına malolmuştur; 69 yaşında “baldıran suyu” içirilerek idam edildi. (Platon: Sokrates’in Savunması. Türkçesi: Niyazi Berkes. Cumhuriyet Gazetesi Dünya Klasikleri Serisi) Sokrates’in öğrencisi Platon’un (M.Ö.427-M.Ö. 347), mit kullanımı, mitolojik anlatıları benimsemenin geleneksel biçimlerini alt üst etmiştir. Platon’un öğrencisi Aristoteles(384 –322), Platoncu idealizmden kopar ve ilk kez bir fizik fikrini ortaya atar. Madde ve biçim, güç ve edim kavramlarıyla oynayan, metafizik olarak yeni bir varlık anlayışı üzerinde temellenen bir hareket teorisini yüzyıllar boyunca egemen olacak şekilde benimsetir. Böylece, bütün olarak fiziği, doğa, teoloji, sanat ve politika üzerine bilgiler toplamını düşünmeye çalışan bir düşünceyi uygulamaya koyar. Epikuros (İ.Ö.341-270) Aristoteles’in metafizik temellere dayandırdığı ahlaki ve politik tezlerle karşı kendi fizik anlatımını oluşturur Aquinolu Tomasso (St. Thomas: 1225-1274) Aristotelesçi bilimin metafiziğini kutsal metinler yönünden yeniden düzenleyerek, bu bilimin itibarını Hıristiyanlığa kazandırmaya çalışır; teolojisini öteki dünyanın akıldışı inancına değil, bu dünyanın somut analizine dayandırmıştır. Platon, Sokrates’in; Aristoteles ise Platon’un öğrencisidir.
Özet olarak, yukarıda değinildiği gibi, Eski Yunanlıların (Greklerin)duyguların (his, düşünce ve davranışlarla ilişkilendirilen, zihinsel ve psikolojik durum) belirlediği mitler-efsaneler dünyasından, yani “maneviyat”tan, duyularla algılanan gerçekler (akıl) dünyasına geçişlerinin nedenleri tam olarak bilinemiyor. Bunda belki de en önemli etken düzenli bir yazı kültürünün olmasıdır. Çünkü, MÖ 700’lere kadar olan süreçte mitler sözlü aktarımlarla yayılıyor iken, MÖ 700’lerden sonra Yunanistan’da yazarlıkla uğraşanlar- mitleri sonraki kuşaklara belletmek-sevdirmek için-onların özelliklerini yazıya geçirmeye başladılar. Örneğin, Yunanlı ozanlar Homeros (8. veya 9. yüzyıllarda yaşadı) ve Hesiodos(MÖ 8.yüzyıl)tanrılara olan saygılarından dolayı- Yunan tanrılarının bütün özelliklerini ayrıntılı olarak şiirlerinde betimlemişlerdi. Herodotos (M Ö 484-424), dinsel inancına rağmen, Yunan halkının mitolojiye çok değer vermesinde Homeros’la Hesiodos’un rolü olduğunu ima eder ve onları üstü kapalı eleştirir.
“Onların şiirleridir ki Yunanlılara her bir tanrının adı ile birlikte tanrıların soyağacını vermiş, işlevlerini ve saygınlık derecelerini belirtmiş, görünümlerini betimlemiştir” (Colatte Estin, HeleneLaporte: Yunan ve Roma Mitolojisi,s:88. Türkçesi: Musa Eran. TÜBİTAK)
Tanrıların özelliklerinin yazıya geçirilmesi Yunan halkının mitlere daha fazla yönelmelerine etken olmuş olabilir, ancak sonraki kuşaklarda farklı düşüncelerin de doğmasına neden olmuşlardır; mitlere eleştiriler yöneltilmeye başlamıştır. İlk Yunanlı filozoflar, Homeros’un Tanrı öğretisini eleştirdiler, çünkü tanrılar fazlasıyla insan gibiydiler; seviyorlar, aşık oluyorlar, evleniyorlar, aile kuruyorlar, çapkınlık yapıyorlar; düşmanlarına kin güdüyor, dostlarını ödüllendiriyorlardı; üzülüyorlar, kahkahalarla gülüyorlardı. Karılarını başka kadınlarla aldatıyorlardı. Bu kadınlar, başkasıyla evli ya da bekar olabiliyordu. Örneğin, bütün Yunan tanrılarının babası olan Zeus, yılan, kuş, boğa, aslan vb. türlü kılıklara girerek –içlerinde evli kadınlarda olmak üzere-başka kadınlarla cinsel ilişkiye girmiş ve birçoğundan çocukları olmuştu. Örneğin, Hera ile evli iken Leto’dan gayrimeşru ikiz çocuğu olur, bunlar Appolon ve Artemis’tir. (Zeus, Hint-Avrupa kökenli ve gün ışığı anlamına gelen bir sözcüktür)(ColatteEstin: Agy,s: 134), Maia ile olan beraberliğinden tanrı Hermes olur, bereket tanrıçası Demeter ile olan ilişkisinden tanrıça Persephone, Semele ile olan beraberliğinden Dionydsos olur. Tanrıçalar Hera, Afrodit ve Athena da Zeus’un başka tanrıçalarla olan gayri-meşru cinsel beraberliklerinden olan kızlarıdır.( ColatteEstin: Agy,s: 102-170).
Tanrıların bu tür özelliklerinin yazıya dökülmesi, o güne kadar sözlü aktarımlara dayanan ve bu nedenle de gözden kaçan ayrıntılar (evlenmeleri, kızmaları, çocuk sahibi olmaları, kin tutmaları, vb.), sonraki düşünürlerin tanrılara kuşkuyla yaklaşmalarına ve tanrıları eleştirmelerine neden olmuş olabilir. Hatta, mitlerin eleştirisini yapan ilk filozoflardan biri olan Ksenofanes(M. Ö. 575-490) tanrıların insanların uydurması olduğunu söyler:
"İnsanlar kendilerine bakarak tanrıları yaratmışlardır. Tanrıların biz insanlar gibi doğduklarına, bizim gibi vücutları olup bizim gibi giyindiklerine ve konuştuklarına inanmışlardır. Siyah derililere göre tanrılar siyah derili ve basık burunludur; Trakyalılara göre ise mavi gözlü ve sarışın. Ve evet, eğer öküzler, atlar ve aslanlar resim yapabilselerdi, tanrıları öküz, at, aslan gibi çizerlerdi kuşkusuz!". (Jastein Gaarder; Sofi’nin Dünyası, s: 35).
Mitlere karşı çıkmada daha ileri giden filozoflar da vardır. Nitekim, Septikler(Kuşkucular) her şeyden kuşku duyarlar. Örneğini, Pyrhon’a ( M. Ö 330-270) göre gerçek bilinemez. Epikurosçulara göre mitler, insanların tanrılar karşısındaki korkularını yansıtan ahlaka aykırı, acımasız uydurmalardır. Bunun son noktası, felsefenin kendini dinden bağımsız kılması olmuştur. Plutarkhos(M.S. 45-125) adlı düşünür, en eski zamanlar için pek yerinde olarak şunu söylemiştir:
“Ozanların ve mitologların yaşadığı uzaklardaki o ülke mucizelerin ve trajik efsanelerin ülkesidir; orada artık hiçbir şey kanıta, hiçbir kesinliğe yer yoktur.”(Colatte Estin: Mitoloji, s: 49.)
Ve böylece mitsel düşünceden bilimsel düşünceye geçiş başladı. Yani, Eski Yunanlılar, düşünce sistemi geliştikçe tanrılarının sayısını ve betimlenmelerini değiştirmişlerdir.
Sonuç olarak, doğa bilimlerinin belirli bir düzeye gelinceye kadar dünyayı açıklamaya çalışan düşünce sitemlerinin metafizik yöntemleri olmaları kuşkusuz tarihi bir zorunluluk olmuştur. Tarım devrimi-demir çağı başlangıcı ile birlikte insanın üretim ve düşüncelere önceki dönemlere göre oldukça artmış, doğa olayları karşısındaki deneyimleri onları bazı genel kavramlar oluşturmalarına zemin hazırlamıştı. Bununla birlikte, fiziki dünyanın kurgulanmasında fizik ötesi (metafizik) düşüncenin katkısı yadsınamaz.
Filozofların bilimle, felsefeyle ilgilenmeleri, mitleri-tanrıları eleştirmeleri onların inançlarını terk ettikleri anlamına gelmemeli. Homeros’u, Yunan halkının mitlere çok bağlanmasına neden olduğu için -üstü örtük bir şeklide- eleştiren Heredot bile inançlı bir insandır; Yunan tanrılarına saygılıdır. Yine ilk filozoflardan olan ve düşüncenin inançtan (dinden) bağımsız hale gelmesine temel taşı koyanlardan biri olan Thales (M.Ö. 624–M.Ö. 546), “Her şey tanrılarla doludur” diyecek kadar dindar bir insandır. Devletin tanrılarına inanmamakla, yani dinsizlikle suçlanarak ölüme mahkum edilen Sokrates(MÖ 470-399), infazından hemen önce sağlık tanrısı Askleipos’a bir horoz adar:
“ ...soğuma karnına doğru yaklaşmıştı ki, yüzüne örttüğü örtüyü kaldırdı, şu sözler dudaklarından dökülen son sözler oldu: ‘Kriton’ dedi, “ Asklepios’a bir horoz borcumuz var, dostlar ödemeyi unutmasın sakın.”(Platon: Sokrates’in Savunması, s: 29)
“Mademki ölüm onu her acısından kurtaracaktır, Sokrates, hekimlik tanrısı Asklepios’a ona öteden beri yapılmakta olan sunu ile şükrediyor(Colette Estin: Mitoloji, s:86).
Aristoteles (384 –322), tanrılara saygısından dolayı dünyanın yuvarlak olduğu düşüncesini saçma olarak nitelemiştir.
Türkler ve Bilim
Burada bir parantez açarak Türk-Moğol göçebe yaşamı ile Eski Yunan (Grek)-Roma yaşam standartlarından ve doğa hakkındaki düşüncelerinden çok kısa söz etmek istiyorum. Modern bilimin Grek-Helen filozofların yepyeni bir düşünce biçimiyle ortaya çıktığı sıralarda hastalık ve sağlığa da doğal açıklamalar getirmeye çalışan bir Yunan tıp bilimi, tarih bilimi, sanat, estetik, spor, vb. bilimler doğuyordu. Aynı zamanda kentler oluşmaya başlamıştı. Örneğin, MÖ 430’da yaklaşık 250 000 nüfus içinde Atina yurttaşı 45 000, köle 125 000 idi. /.../ MÖ 5. yüzyılda Atina’da kimse evinde ekmek pişirmez, hem değirmencilik hem de fırıncılık yapılan iş yerleri açılır. Silah, mobilya, müzik aletleri yapımı gibi işlerde onlarca köle ile özgür insanlar çalışırlar. Örneğin, sipariş üzerine ayakkabı yapan kunduracılar, ücret karşılığı ders veren öğretmenler, ücret karşılığı tıraş eden berberler vardır. Gerçek bankacılık ve büyük deniz ticareti doğar. Hipokrates ( MÖ 460-337) ile birlikte tıp devlet yükümlüğünde daha bilimsellik kazanır. Ama eğitim paralıdır. MÖ 4. yüzyıldan itibaren el ile çalışma hor görülür; makine kullanarak işler yapılır. MÖ 5. yüzyılda Atina’da aynı mahallede toplanmış 400 çömlekçi vardır. MÖ 8. yüzyılda (henüz tarihte Türklerden söz edilmiyor) Atina’da yün, deri, maden endüstrisi çok sayıda yeni mesleğin ortaya çıkmasına yol açar; mimarlık taş işini, denizcilik de ahşap işini geliştirip güzelleştirir. (Colatte Estin, Helene Laporte: Yunan ve Roma Mitolojisi, s:39-46. Türk: Musa Eran. TÜBİTAK)
Eski Yunanlılar” kendilerinin kurup geliştirdiği kentlerde, devleti, demokrasiyi, monarşiyi, oligarşiyi, erdemi, ahlakı, yasayı tartışıyorlardı. Biz daha sanat nedir, güzellik nedir bilmezken, onlar bugünkü anladığımız anlamda sanatı sınıflandırıyorlar, “drama” konusunu işleyen esereler arasında yarışmalar yapıyorlardı. Bu kent ortamlarında insanların düşünce biçimlerinde müthiş ilerlemeler oldu. Çünkü, bu zengin somut verilerden felsefe, siyaset, sanat, yazın gibi soyutlama-kavramlaştırmalar doğdu. Görece demokrasi işlerlik kazandı. Birey artık tek başına toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiğini sorgulayabiliyordu. Aynı şekilde birey, yaşamı açıklamaya yarayan tanrısal anlatılara (mit) inanmak zorunda kalmadan felsefi sorular sorabiliyordu. Tanrılar eleştirilebiliyordu. Böylelikle, mitsel düşünce tarzından deneyime ve sağduyuya dayalı bir düşünüş biçimine geçildi. Yurttaşlık kavramı ortaya çıkıyordu. Düşünce, eleştiri ve iletişime açık öyle bir ortamın tüm kültürel etkinlikler gibi bilim için de ne deneli önemli olduğu açıktır. Deniz ticareti onların koloniler kurmalarına ve farklı kültürlerden etkilenmelerine neden olur. Tüm bu heterojenite (farklılıklar) ortak bir dil, ortak bir kültür içinde bir birlik oluşturur: Yunan Ulusu. Bayramlar, fuarlar, olimpiyat oyunları ile farklı kentlerin halkları aynı yerlerde toplanır, aynı sevinci-coşkuyu paylaşırlar. Bu birikimden Batı uygarlığı- Atatürk’ün söylemiyle “muasır medeniyet” doğdu. Sonuç olarak, bugün Batılı insanın zihnindeki “laiklik” kavramı böyle bir birikimin ürünü.
Buna karşın, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türklerin (Kara Budun’un: Kara Halk; Unagan Bogol: Bağımlı boylar, köleler) ezici çoğunluğu göçebe idi. Kent yaşamından, hele demokrasi, monarşi, oligarşi vb yönetimlerin tartışıldığı, matematik, felsefe edebiyat, tıp vb. alanlarda önemli eserlerin verildiği, sanatsal ve sportif aktiviteler için yarışmaların yapıldığı, heykel yapımı, şehircilik, sahne sanatlarının çok geliştiği kısacası uygarlık ve kültür yönünden kendilerine göre çok yüksek olan Yunan yaşamının devamı niteliğindeki Anadolu yerli halkının yaşam biçimine yabancı idiler. Anadolu’ya geldiklerinde (1071’den sonra) kendilerinin ürettiği ve kültüre temel teşkil eden kitap, tiyatro, heykel, sahne sanatları vb. eserleri yoktu. Buna karşın, Anadolu’da daha önceden yaşamış olan ve onlar geldiğinde de hala yaşamakta olan halkların kültürel ve sanatsal eserleri vardı ve o eserlerin birçoğu bugün “Batı Uygarlığı” olarak adlandırılan ileri uygarlığın temel taşları olmuşlardır.
Batı kültürünün temellerini oluşturan ve bugün bile insanlığa yol gösteren Eski Yunan ve Roma’da bunlar gibi yüzlerce düşünür/bilim adamı eserler bırakmışlardır. Kısacası, Tarım toplumlarının, özellikle de Yunan ve Roma uygarlıklarının, bilim-kültür mirası üzerinde bugünkü “Batı Uygarlığı: Muasır Medeniyet” yükselmiştir. Ne yazık ki, bu eserlerin ortaya çıkmaya başladığı İ.Ö.9.yüzyıldan ilk Göktürk yazıtı olan “Kültekin” yazıtının dikildiği İ.S 732 yılına kadar, ki yaklaşık 1600 yıllık bir süreçtir, Türklerden “ Türk” olarak haber yok; Çin kaynaklarında başka adlarla anılıyorlar. Bunun doğal sonucu olarak, tarım toplumlarının, özellikle de Yunan ve Roma uygarlıklarının, bilim-kültür mirası üzerinde bugünkü “Batı Uygarlığı: Muasır Medeniyet” yükselirken, Türkler bu oluşumun dışında kalmışlardır.
Yunan düşünürleri akıllarını, mantıklarını kullanarak İ.Ö. 5., 4. yüzyılda dünyayı, evreni aşağı yukarı bugünkü anladığımız anlamda anlamışlar, gezegenlerin yörüngelerini, dünyanın çapını, dünyanın güneşe uzaklığını çok küçük sapmalarla hesaplamışlardır. Örneğin, ilk filozoflardan Anaksagoras(M.Ö. 500-428), güneşin ateşten bir küre olduğunu iddia ettiği için Atina’dan kovulmuştu. Buna karşın, İslam öncesinde ve İslam Kültürü içinde iken biz duygular dünyasında yaşıyorduk: “Türk Tatarlar göğü, deliklerinden ışığın geçmesi için yıldızların bulunduğu bir çadır gibi algılarlar; Yakut’lar, yıldızları ‘dünyanın penceresi’ olarak tanımlarlar” ( Nevill Drury: Şamanizm. Türkçesi: Erkan Şimşek 1989, Okyanus Yayıncılık-İstanbul) Göçebelikten yerleşikliğe (köylülüğe) geçtiğimiz evrede ise ,”Tanrı gündüzü çalışmak, geceyi dinlenmek; şimşeği ve gök gürültüsünü korkutmak; yeryüzü ve gökyüzünü insanların yiyecek ve barınma sağlaması; yıldızları ve öteki ışıklı gök cisimlerini insanların aydınlanmaları ve yollarını bulabilmeleri için yaratmıştır” (Prof.Dr. Mehmet Dağ,: İslam Dininde Reform, Ama Nasıl ?. Cumhuriyet Gazetesi, 4 Ekim 2000.) Oysa, yüzlerce yıl öncesinde kentlerde yaşayan Eski Yunanlılar( İ.Ö. IV., V. Yüz yıl) dünyayı, evreni aşağı yukarı bugünkü anladığımız anlamda anlamışlar, gezegenlerin yörüngelerini, dünyanın eğimini hesaplamaya çalışmışlardı. İ.Ö. 300 yüzyılda Eraccus adlı Helenisitk dönem bilgini dünyanın çapını 14870 mil olarak hesaplamıştır, gerçek değer günümüzün teknolojisi ile 14670 mil olarak hesaplanmıştır, aradaki fark sadece 0.2 mil’dir. Yani, 2300 yüzyıl önce , hiçbir optik sistemin olmadığı, deniz ve karada birkaç mil açılmakla sınırlı iken dünyanın çapının doğru bir şekilde algılayabilmek hayranlık duyulacak bilimsel bir temeli gösterir. Yine Copernicus(1473-1543)’un bulduğu “ güneş arzın etrafında değil, arz güneşin etrafında dönmektedir” kanunu yine Eski Yunan bilgesi Aristarkus İ. Ö. ( M.Ö. 310-230) ileri sürmüş, ancak bu görüşü o zaman insanlığa kabul ettirememiştir.
Kaynaklar:
1. Homeros: İlyada, Türkçesi: Azra Erhat. Türkiye İş Bankası yayınları
2. Homeros: Odysseia, Türkçesi: Azra Erhat. Türkiye İş Bankası yayınları
3. Herodot Tarihi:Türkçesi: Müntekim Ökmen. Türkiye İş Bankası yayınları
4. Colatte Estin, HeleneLaporte: Yunan ve Roma Mitolojisi. Türkçesi: Musa Eran. TÜBİTAK
5. Richard S. Westfall: Modern Bilimin Oluşumu. Türkçesi: İsmail Hakkı Duru.TÜBİTAK Yayınları.
6. AlexandreKoyre: Bilim Tarihi Yazıları. Türkçesi: Kurtuluş Dinçer. TÜBİTAK Yayınları
7. Cemal Yıldırım: Bilimin Öncüleri. TÜBİTAK Yayınları
8. DomınıqueLcourt: Bilim Felsefesi. Türkçesi: Işık Ergüden. Dost Kültür Kitaplığı
9. Jastein Gaarder: Sofinin Dünyası .Türkçesi: Gülay Kutal. Pan Yayıncılık
10. Platon: Sokrates’in Savunması(Türkçesi: Niyazi Berkes. Cumhuriyet Gazetesi Dünya Klasikleri Serisi.
11. JasteinGaarder:Sofinin Dünyası ( s: 44-45. Türkçesi: Gülay Kutal. Pan Yayıncılık.
12. Nevill Drury: Şamanizm. Türkçesi: Erkan Şimşek 1989, Okyanus Yayıncılık-İstanbul.
13. Platon: Sokrates’in Savunması. Türkçesi: Niyazi Berkes. Cumhuriyet Gazetesi Dünya Klasikleri Serisi.
Dr. Sadık Top (Gaccegaripoğlu)
YORUMLAR
Günümüzden 2700 yıl önce. Dünya medeniyetine veya insanların alışkanlıklarının değişmesine baktığımızda çok kısa bir süre olarak karşımıza çıkıyor. Elbette insan ömrü ile kıyas edilemez. Kurumsal bir aktarım olmak zorunda. Ve bu kurumların da salt doğruyu açıklamaya veya bulmaya odaklanması gerekir.
Yunanlı düşünürlerin, filozofların eğitimlerini Mısırda aldıklarını günümüzde genel kabul gören bir düşünce. Mö. 5500-4500 yıllarında yaşadıkları düşünülen Sümerlerin de Asya bağlantıları yavaş yavaş daha çok gün yüzüne çıkıyor. Aynı dönemde Mısırda da Piramitlerin inşası olarak Mö 3000 li yıllarda yapıldığı tahmin ediliyordu. Yine günümüzde aslan sfenksinin yapımının ise mö 9500-11000 yılları arasına tarihlendiğini gözlemliyoruz.
Yani yeni bilgiler geldikçe tarih biraz daha geriye sarıyor. En eski yapıların destansı veya harikulade yapılanrıisen 28000 yıl önceye kadar gittiğini Güney Asyaya kadar gittiğini düşünebiliriz.
Sadece genel kabul ana akım tarihin ve bilimin önderliği bizleri bir yerde dumura uğratıyor.
Matematiğin ilk yazılı kanıtları da şimdilik mö3200 yıllarına odaklanıyor. Yunanlıların da bunu Mısırdan aldıkları genel kabul.
Ana akım anlatılar günümüzde yetersiz. Yazılan kaynaklar da öyle.
Fırat Dicle arası biraz gün yüzüne çıktı, indus, Mısır biraz gün yüzüne çıktı, ki bunları m.ö ortalama 5000 diyebiliriz. Sizin bahsettiğiniz tarih aralığı son 3000 yıllık tarihlemeye göre bir aktarımınız var.
Dünya coğrafyasında İndus, Sümer, Mısır İnka, Aztek şimdilik bilebildiklerimiz. Lakin bu uygarlıkların bu bilgileri nereden aldıkları sorusunun cevabına ulaşamıyoruz.
Özetle dünya coğrafyasında daha kazımı veya bilimi üzerine çalışılmayan bir bölge olarak Orta Asyanın üst bölgeleri kaldı. Ulaşamıyorsak yoktur veya olmamıştır demek de bilimsel yönteme herhalde uymayacaktır. Altay bçlgesi
, Baykal bölgesine yönelil bir bilim tarihinden söz edemiyoruz, çünkü elimizde done yok çok eskiye.
Anadolunun doğusunda 100 yıldan uzun süredir kazımı devam eden yerler mevcut. Yavaş yavaş çıkıyor lakin kurumlar veya devletler insanlığı çözmek yerine birbirleriyle siydik yarıştırma telaşında.
Mesela şöyle bir şey diyebilir miyiz, onca bilgi birikime rağmen Yunanlıların İseviliğe yönelmesi, dinlerin kökenin de Sümere dayanması, Yahudiliğin Sümer ve Mısır kültüründen alınanlar ile bir sülale oluşturup ardından isevilik ve Muhammedilik üzerinden kutsaliyet oluşturuldukları da düşünülünce, Yunanlılar yine çok geride kalıyor.
Bilim tarihinde doldurulmaya çalışılan tarih aralığı m.ö 5000 ile günümüze, lakin ondan öncesi şimdilik mö 11000 ile 5000 arası boşlukta kalıyor. Ki kaldı ki daha öncesini şimdilik ana akım tarih veya bilim veya kurumlar kapatmaya, araştırmaları fonlamamaya kaynak ayırmamaya çalışıyor. Bu da felsefi olarak kuşku duyulmaya gayet açık değil mi?
Bilimin veya insanın köklerini araştırırken biraz ana akımın dışına çıkıp, millet ve ulusları birbirine düşürmekten ziyade daha kapsamlı olunmalı değil mi üstadım.
Yani şurada derli toplu yazı çıkmıyor dediysek, ana akım genel kabulü de yeni nesle yutturmaya çalışın demedik ki ya hu?
Türkler her halükarda bin bir türlü ilgi uyandırmaya ve çekim oluşturmaya devam ededursun:) veya Nuhun oğlu Türkten veya Yafes mafes yalanları ile çocukları aldatıladursun, öncelikle biz insanımızı şu Sümer Mısır Yunan ve din anlatılarının ötesine geçirmeye çalışmalı değil miyiz..
Seri yazılarınızdan çıkan sonuç; Diyojen sonucudur.
Lakin üstadım; şu içine düştüğümüz son yüzyıl kıskacından kurtulursak Bilimin Gerçek Tarihini de yazacağız.. Şimdilik bilmiyor veya bulamıyor olmamız bilmeyeceğimiz veya bulamayacağımız sonucu da çıkarmasın lütfen.
Saygılarımla..
Yinsani tarafından 10.12.2024 07:18:00 zamanında düzenlenmiştir.