- 139 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
YOLUN EN BAŞINDA
“Beni oraya götürecek misin? Söz vermiştin.”
“Götüreceğim tabii. Ama zamanımız kısıtlı... Seninle konuşacak vaktimiz kalsın istiyorum. Bir dahaki sefere söz…”
Küçücük yüzünde kocaman bir sitem dalgası… Rüzgârını hissediyor kendi yüzünde… ‘Sözünü tutmayan bir baba’ damgası yemek üzere olduğunu idrak ediyor şu anda… Neredeyse poz verecek, “işte böyle olur yalancı bir baba” der gibi…
Hafta sonu hepi topu birkaç saat görüşebiliyorlar zaten. O saatlerin her bir saniyesinin içini oğluyla doldurmak istiyor, çok mu?!
Annesiyle ayrıldı diye babası olmaktan çıkmadı ya! Şimdi aynı evde yaşıyor olsalardı ve herhangi bir baba oğul gibi öylesine bir hafta sonu gezintisine çıksalardı bir baba olarak “yapabilecekleri ve yapamayacakları”yla; çocuğunun annesiyle hayatını ayırmış bir babanın “yapıp yapamayacakları”nın arasında açılan uçuruma bakıp tökezlememeye çalışıyor bulunduğu tepede.
Karşı taraftaki baba, yani ‘geçmişindeki kendi’; az önce oğlunun yaptığı harekete net bir tavır koyardı mesela… Sorunun sadece davranışla sınırlı kalmayıp bir alışkanlığa dönüşme tehlikesi içerdiğini bildiğinden; asla görmezden gelmezdi az önceki gibi… Sözüyle, bakışıyla, tavrıyla dolu dolu anlatırdı ona yanlışın nerede olduğunu.
Doğruyu yanlışı net olarak ayırıp, çocuğuna iyi bir rehber olmak isteyen her baba gibi o ayrımı zihnine kazımaya çalışırdı. Bir çocuğun narin ruhunu ürkütmeyen minicik dokunuşlarla, usul usul anlatırdı ona, bazı komik gelen durumlarda gülmemek gerektiğini… Ama orada değildi artık: Bunları rahat rahat söyleyebileceği o yerde…
Tamam, o kadının kocaman şapkası; ‘gülünecek bir şey yok’ maskesi takmak için biraz fazla zorlayıcıydı. Ayrıca şapkanın bir uzantısı gibi olan… rengarenk elbisesi, yüksek sesle konuşması, masadakilerle konuştuğu şeye ilişkin olarak her an değişen tonlardaki duygu durumu… Ağlamadan kahkahaya varan iniş çıkışları…
“Olamaz, bunu da mı yaptı o kadına?!” diye feryat figan bağırmaya başlamıştı birden. Oğlu da o beğenmediği tepkiyi o zaman göstermişti işte!.. Kahkahalarla gülmüştü.
Tam bir etki - tepki durumuydu aslında. Hatta tepki zayıf kalmış bile olabilirdi, onu harekete geçiren şeyin yanında.
Ama O bir babaydı sonuçta... Ve tarafsız bir gözle seyredemeyecek kadar sorumlu hissediyordu kendini bu küçük bedenin ve ruhun gelişiminde… Şimdi çok haklı görünen bu tepki; oluşum sürecinde bir kişiliğin ayrılmaz parçası olarak kalacak kadar kalıplaşmış bir davranış halini alabilirdi. Böyle son şeklini almamış, hâlâ yoğrulma aşamasında bir hamur kıvamındaysa o belirginleşmeye çabalayan şahsiyet; her an geç kalabileceğini düşünüyordun son şekli vermeye.
Hamburgerini bitirmek üzereydi. Ketçap bulaşan minicik ağzında
hâlâ o alaylı kıvrımdan bir parça kalmış olarak; “Söz verdin!” dedi. “Gelecek hafta oraya götüreceksin beni. Aslında geçen hafta da söz vermiştin ya!”
“Evet ama mesele benim sözümü tutmamam değil ki!” demek isterdi. “Seni özlemem…”
Ama zaman bu kadar sınırlıyken; net cümleler kurmalıydı.
Sayfalara sığabilecek konuları özetler halinde sunmalıydı; birlikte geçirecekleri o birkaç saatten çalmasınlar diye…
“Haklısın, sözümü tutmam gerekirdi. Birine istediği bir şeyi yerine getireceğini söylersen; onu belirttiğin zamanda yapmalısın mutlaka! Ben de yapacaktım aslında. Ama hava durumuna baktım, sandalla balığa çıkmak için uygun değildi pek. Epey bir rüzgar varmış bugün… Öbür hafta hava tam kıvamında olacakmış balık tutmak için… Sana uygun bir olta aldım bile…”
Almamıştı oysa, düpedüz yalan söylüyordu. Ama ona dürüst biri olduğunu ispat etmek için ironik bir şekilde bu yalanı da söylemeliydi. Son şeklini uzun yıllar önce almış şahsiyeti, O’nu şimdi olduğu insan olmaya mahkum etmiş biri olarak; dürüst ya da yalancı olması çok da fark etmiyordu artık… Onu bu noktaya getiren o adamın bir parçası olmaktan öte bir anlamları yoktu.
Ama bu cin bakışlı, fırlatma oğlan için durum bundan çok başka bir önemdeydi… Hâlâ dürüst ya da yalancı olmanın fark ettiği bir yerdeydi O: Tüm kelimelerin en gerçek anlamlarına kavuştuğu, yaşamda bir karşılık bulduğu… Kavramların hak ettiği konumlara oturduğu bir yerde… Yolun en başında…
“Baba, Eray’a babası ne yapmış, biliyor musun?” dedi oğlu, onu kaybolduğu yerden çekip çıkararak. “Evde kardeşiyle kavga etti diye hafta sonu dışarı çıkmasını yasaklamış. Okulda ağlıyordu. Babasından nefret ettiğini söyledi.”
En azından birkaç kelimeye hakkını tam olarak veriyordu... Bunu söylemişti oğlu aslında, o adamla kendisini kıyaslamasına neden olan az önceki sözleriyle. ‘Baba’ kelimesinin içini tam olarak dolduruyordu mesela… Ve de ‘sevgi’nin… Her ikisini de dolu dolu var ediyordu; oğlunun yüzüne her bakışında doldu dolacak gözlerinde…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.