- 121 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
ACEMİ YAZAR VE YOL ARKADAŞLARININ HATIRA DEFTERİNDEN
ACEMİ YAZAR VE YOL ARKADAŞLARININ HATIRA DEFTERİNDEN
“Gece. Zifiri karanlık bir gece. Sabahı olmayacak, güneşi bir türlü doğmayacak bir gece. Zaten gözün gözü görmediği sis bulutlarının etrafı sardığı, zifiri karanlık bir gecede dipsiz bir kuyu.
Kuyuya düştüyse biri ya tamamen batacak ya bir çıkış noktası bulacak.
Bazen maddi manevi olarak en dibe düşer ki insan bundan sonra ineceği bir yer kalmaz. Öyle bir çakılır ki yere burnu sızlasa, kolu kanadı kırılsa da artık kırılacağı bir yer kalmaz. Hayat her zaman “ya ya” bağlacından ibaret değil. İşte o noktada bulur “hem hem” bağlacının güzelliğini. Zifiri karanlık gecede kuyunun en dibini görüp battıktan sonra debelendikçe tırnağıyla kazıya kazıya çıkar kuyudan. İşte o noktada görür her gecenin sonunda günün ağarmaya başladığını.”
Ünsüz; ama çok sesli bir şairin yazdığı hikâyenin satırlarını okuyan kalem dile gelir: “Al eline beni, dök içindeki geceyi. Al eline beni, boğ içindeki karanlığı. Al eline beni, at içindeki öfkeyi, kırgınlığı, kızgınlığı ve hatta haksızlığı. Al eline beni; doğ, daha önce hiç doğmayan gün gibi doğ. Taptaze, sıcak, temiz bir sabahın gönlüne doğduğu gibi en baştan doğ; taptaze, sıcak, temiz bir sayfada doğ.”
Bu güdüleme sözlerini duyan kâğıt durur mu, illaki karışacak her lafa: “Bak, bomboşum şimdi, sen ne yazarsan onunla dolacak. Sırlarımız olacak hayata dair, sınırlarımız olacak sanata dair. Hocaların hep ‘Edebiyat edep kökünden gelir.’ demiyorlar mıydı?”
- Nasıl yani, hiç kötü durumlardan, kötü insanlardan, kötü olaylardan bahsetmeyecek miyim?
- Elbette bahsedeceksin. Madem en yakın arkadaşımı eline aldın, hakkını vereceksin. Hayata dair, insana dair ne varsa anlatacaksın; fakat edebinden, değerlerinden, inancından taviz vermeyeceksin. Bak, benim dostum ne kadar dik, ne kadar doğru, ne kadar düz; onu eline aldığına göre sen de dik, doğru ve düz olacaksın.
Araya girdi kalem, “senin zehirden mürekkebin bazen beni yoracak, dinlenmek zorunda kalacağız. Benim sivri ucum bazen senin gönlüne batacak, canını acıtacağım. Yalnız, bir şartım var: Beni yanından ayırmayacaksın.”
Yelkovan akrebi, gün geceyi, sabah akşamı kovaladıkça kendiliğinden geldi kelimeler, bir kapının ardındaki muhafızlardan kurtulup kapının açılmasını bekler gibi.
Kalemle iyice dost olmuştu acemi yazar. Kalemin kulağına fısıldadığını gidip kâğıda söylüyordu. Bazen bulaşık yıkarken söylüyordu, kâğıt kızıyordu ona “Kaç kere söyledim, ıslatma beni, üşüyorum. Hem de lekeli görünüyorum.” Tamam diyordu acemi yazar, tebessüm edip özür diliyordu, birkaç saat geçmeden yine aynısını yapıyordu. Ters ters bakıyordu kâğıt, “Kaç kere söyleyeceğim acaba” diye de belli belirsiz söyleniyordu. Bir de yazıp yazıp silmesine çok kızıyordu. “Zedeleniyorum” diyordu.
Acemi yazar şaşırıp kalmıştı. Yanlış yazdığı kelimeleri, tutturamadığı ölçüyü, aruz kalıbını nasıl gösterecekti?
“Silmek çözüm değil” dedi kâğıt. Karalayacaksın! Adını bir daha anmayacak gibi defalarca karalamak değil, üstüne çizgi çekeceksin. Bu sayede hayatta hoşlanmadığın kişilerin, seni üzen olayların, kalbini kıran durumların üstünü çizmeyi öğreneceksin. Beni karalarsan hoşlanmadığın kişileri, seni üzen olayları, kalbini kıran durumları da karalarsın. Bu bize göre değil; sen, sırdaşın kalem gibi dik, düz ve doğru olacağına söz verdin.
“Bir şartım daha var” dedi kalem. Kendinden, gönlünden bahsederken ‘kale’ diyeceksin. Bu sayede kalem derken benden de bahsetmiş olacaksın. Kinayeyse kinaye, tevriyeyse tevriye, Sanatsa sanat! Nasıl ama?
Yaprakları sararan ağaçların döküldüğü, sert rüzgârların estiği kaç hazan; karın lapa lapa yağdığı, göğün deli deli gürlediği kaç kış; yemyeşil tarlalarda renk renk çiçeklerin açıp kuşların cıvıtılsına karışan uğur böceğinin eline konduğu kaç bahar; hasret ateşinin yakıp kavurduğu kaç yaz geçti.
Sabahı olmayacak sanılan zifiri karanlık gecede güneş doğmuş, gözün gözü görmediği sis bulutları dağılmış, dipsiz bir kuyunun içinde göğe kurulan bir merdiven bulunup aydınlığa çıkılmıştı.
Utana çekine katıldığı uluslararası şiir yarışmasından hiç ummadığı ikincilik ödülü bu üç dostu daha da kenetlemişti. Bundan sonra katıldıkları tüm yarışmalarda eserleri prestij albümüne girmişti. Fuzuliler, Bakiler, Yahya Kemallerle şiiri tanıyan; Tanpınar, Reşat Nuri ile romana hayran kalan; Tarık Buğra, Ömer Seyfettin okuyan bir kişinin edebi zevkini kendi eserlerine yansıtmak kolay değildi elbette; ama günümüz Facebook şairlerinden de değildi. Bu konuda tevazu göstermeyecek kadar da kendinden emindi.
Yıllardır görmediği bir arkadaşıyla ayaküstü sohbet esnasında laf dönüp dolaşıp ne kadar para kazandığına gelmişti. Sanılanın aksine hiçbir maddi karşılığı yoktu bunların. Şiir yarışmasında 500 lira hariç. Bazılarına göre para getirmeyen işin, uğraşın hiçbir değeri yoktur. Koskoca 0 alısınız bunlardan. Acemi yazar da birçok kişiden birçok kez duydu “hiç” olduğunu, 0 aldığını.
Hiç hesapta yoktu bu sacayağının bir araya gelmesini istemeyenlerin olacağı. Hiç hesapta yoktu yazacaklarının başkalarının canını acıtacağı. Hiç hesapta yoktu bir kelimenin okuyanın gönlünde çiçek açacağı. Hiç hesapta yoktu dua alacakları.
Hesaba katmadıkları bir şey daha vardı. “Zahmette rahmet vardır” diye duydukları, yaparak yaşayarak öğrendikleri rahmet, hiç hesapta yoktu.
Zahmet ve rahmeti birbirinden ayıran tek şey bir noktadır. Zahmetin “z” harfindeki nokta kalkmıştı ve mucize gibi bir şey olmuş, gönlüne bile rahmet konmuştu.
Üçlü sacayağının unuttukları bir şey vardı: Tüm cümlelerdeki büyük harfler noktadan sonra başlardı.
Hamiyet Su Kopartan ✍️