Modern Bilimin Kökleri-1
Modern Bilimin Kökleri -1
Tüm canlılar gibi, insanın da yaşamını sürdürmesi öncelikle doğal çevresiyle uyum kurmasına bağlı olmuştur. Ne var ki, insan uyum kurmakla kalmamıştır; düşünen, iletişim kurma ve araç yapma gücüyle daha rahat yaşam, konforunu artırma ve doğa koşullarını kendine daha yararlı hale getirme gibi çabaların içine girmiştir. İşte bu kuramsal ve/veya uygulamalı çabaların tümünü kapsayıcı bir kavram olarak “bilim” sözcüğü kullanılmaktadır.
Çağcıl bilimin kökeni Rönesans dönemi, onun da kökeninin Grek(Eski Yunan Toplumu: İonlar) rasyonalizmi olduğu kabul edilmektedir. Grek rasyonalizminin kökleri ise, kendisine kadar olan süreçte gömülüdür. Bilim tarihinde ilk uygarlıkların Dicle–Fırat, Nil, Ganj-İndus, Seyhun-Ceyhun gibi büyük nehirlerin vadilerinde ortaya çıktıkları okuyoruz/biliyoruz. Saban, tekerlekli araba, gemi, sulama kanalları, su değirmenleri, hayvanların evcilleştirilip çoğaltılması, takvim, yazı, ev yapımı, matematik, felsefe, vb teknolojik araçlar bu vadilerde yaşayan insanların buluşlarıdır. Nitekim, arkeolojik kazılarda o döneme ait ağaç, kemik ve taştan yapılmış balta, bıçak, iğne, mızrak vb uygarlık kalıntıları söz konusu bölgelerde bulunmuştur. Daha sonraki “Neolitik Dönem (Cilalı Taş Çağı: Barbarlık Aşaması) avcılıktan tarıma geçen insanın çanak çömlek türünden araçlar (kap kacak) yaptığı görülür. Dahası, bu dönemde basit bir dokuma tezgâhı denebilecek aleti yapmayı başarır.
Günümüzden 7000 yıl öncesine gelindiğinde metal işleme dönemi başlar: Bakır, teneke ve bunların alaşımı bronz (tunç) ortaya çıkar: Tunç Çağı (Orta Barbarlık Aşaması). Neolitik dönüşümden sonraki ikinci büyük sıçrayışla girilen ve günümüze kadar olan süreç “Tarım Çağı” olarak bilinir. Tarıma geçişle birlikte (uygarlık döneminin başlangıcı) hayvanların sadece eti, sütü ve yününden, derisinden değil iş gücünden de yararlanılmaya başlanır. Hem köleleştirilen insanlar, hem de hayvanlar tarımsal üretimde kullanılmaya başlar: Besin bolluğu ortaya çıkar.
Besin bolluğu, rahipler ve yöneticiler gibi bazı grupların çalışmamasına, dolayısıyla düşünmek için bol zamanlarının olmasına yol açar. Astronomi ve matematiğin temellerinin bu süreçte bu sınıf tarafından atıldığı bilim tarihi yazarları tarafından ileri sürülmüş ve genel kabul görmüştür. Tarımsal üretim aynı zamanda demircilik, çömlekçilik, değirmencilik, kunduracılık, vb başka zanaatların gelişmesine de yol açar. Ateşte kum, soda ve kireç taşı yakarak cam üretilir.
İ. Ö. 4000’lerde Mezopotamya’da Sümer toplumu yumuşak kil üzerine yazı yazma tekniğini geliştirdi. Mısırlılar bu tekniği daha ilerleterek kayıtlarını Nil Nehri’nin kıyılarında yetişen Papirüs denilen bitkiden elde ettikleri kağıtlar üzerine boya ile (mürekkep) yazmaya başladılar. İlk köy kalıntıları MÖ 10 000 yıllarda görülmekle birlikte, pişirilmiş tuğladan ilk evleri Sümerler yapmışlardır. İlk kentleri (Güneydoğu Anadolu’da Uruk kenti) de onların kurduğu kabul edilir. Ay takvimini hesaplayıp kullanmakla matematiğin de temelini attılar. Sümerlerin uygarlık birikimleri daha sonraları ortaya çıkan Akadlar, Babilliler, Asurlular gibi uluslara örnek olur. Örneğin, Gılgamış destanı, Babillilerin ve Akadların ulusal destanıdır. Babilliler bu destanla, Yunanlıların İlyada’yı oluşturmasından çok önce yaratmışlardır. Babillilerin bu farklı sanat gücünü gösterebilmeleri, kendilerine miras kalan Sümer mitolojik düşüncesini kullanabilmiş olmalarındandır. Gılgamış destanın oluşumunda üç gelişme evresi vardır: İlk yazması Sümer yazısı iledir ve MÖ 2000 yılarındadır, ikinci yazmanın MÖ 1800’lerde Hamurabi zamanında, üçüncü bölümünde de MÖ 1250 yıllarında yazılmıştır. 1250’ lerde Babillilerin bilimleri, yazınları doruk noktasında çıkmış, kesin biçimini almış durumdadır.
Burada bir parantez açıp, bir karşılaştırma yapacak olursak; yerleşik toplumlar olan Akad-Babil’in ‘Gılgamış’ destanı MÖ 2000 yıllarında, Yahudi mistizminin ilk nüvesi de yine bu dönemde(M.Ö 2000 civarı) Elam, Babil ve Akad pagan dinlerinin içinden, fakat güneş, ay ve yıldız tanrısallığını yani eski düzeni reddedip, yeni bir dünya kurma çağrısı yaparak oluşmuştur. Eski Yunan destanları olan İlyada ve Oddisea M.Ö 9. yüzyılda yazıya geçirilmişlerdir. Oysa, göçebe yaşam sürdüren Türklerin destanları kuşaklar boyu sözlü aktarılmış, ancak çok yakın zamanlarda yazılı hale getirilebilmişlerdir; Oğuzların Dede Korkut destanı, 16.yüzyılda, Kırgızların Manas destanı 19. yüzyılda yazıya geçirilmişlerdir. Bu tarihsel durumun günümüzdeki sonucu tek kelimeyle” berbat”tır. Türklerin tarihleri boyunca gittikleri her yerde ( Çin, Avrupa, İran, Anadolu; Hint, Ortadoğu, vb) hep yönetilen halk olmaları, ve yönetenler tarafından kendilerine dayatılan kültürü kabullenirler veya kendi istekleri ile benimseyerek asimle olmaları ve Bugün Anadolu’da Orta Asya kökenli Türklerin (Karabudun) ekonomik, siyasal ve sosyal olarak üst katmanlara çıkmamalarının temel nedeni zamanında “yazı kültürü”ne sahip olmamaları, yani kültürün değişmezliği ve sürekliliğinin sağlanamamasıdır.
Kültürel değişmezlik ve süreklilik ya da “geleneğin akışı” uygarlıkla ilgili literatürde Kanon ve Mnemo kavramları ile ifade edilmektedir. Kanon(canon), kanun kural sözcükleri ile eş anlamlıdır ve Yunan müziğinde bir kuraldır: Aynı belirli zaman aralıklarıyla baştan başlatılarak üst üste tekrarlandığı parça. Bununla birlikte, kanon Yunan kültürüne dışardan giren bir nesneye verilen addır. Aslında kanon kelimesi Mezopotamya kaynaklıdır; inşaat sanatının bir aracıdır: Ölçekli düz sopa, sırık, ölçekli (cetvel) anlamına gelir. Kelimenin sanatta, tıpta, müzikte, vb tüm mecazı anlamlarının çıkış noktası bu somut nesne olarak inşaat kanonudur. Ancak, uygarlıkla ilgili alanda dinsel metinlerden kök alan “geleneğin akışı” ya da “ büyük gelenek” anlamında kullanılmaktadır. Bu bağlamda, kanon kavramı ile bir kültürün bağlayıcı yapısı, zamana dayanıklılık ve değişmezlik açısından güçlendiren ilke anlaşılmalıdır. Kanon bir toplumun gönüllü belleğidir, bu nedenle eski yerleşik gelişmiş kültürlerde çok daha rahat sürüp giden geleneğin akışından farklıdır.
Toplumlar kendilerinin algılayışlarını ve tanımlayışlarını hayali olarak oluştururlar ve yarattıkları hatırlama kültürü ile bu imgeyi kuşaktan kuşağa ileterek kendilerini geleceğe taşırlar. Ancak bunu, bizi ilgilendiren de bu noktadır, çok farklı biçilmede yaparlar: Burada sözlü kültürle yazılı kültürün farkı ortaya çıkar; yazılı metin değişmez, “kanon” olurken, sözlü kültür sürekli değişir ve zamanla tanınmayacak hale gelir ve unutulur, onun yerine onu unutturan yazılı kültür geçer. Mnemo kavramı farklı zamanlara ait şeylerin birarada tutulması ve sürdürülmesine yönelik kültürel hatırlama tekniğidir ve kanon sözcüğü ile çok yakın ilişkilidir. Yahudilerde Kanon ve Mnemo hep işlemiştir; tarihlerini-kültürlerini “hatırla ve koru” ilkesini her zaman canlı tutmuşlardır: Binlerce yıl önce yazılan Tevrat’taki anlatılar her fırsatta tekrarlanır. Örneğin “Seder Yemeği” dualardan biri şöyledir: “Ve vaki olacak ki, ileride oğlun sana: Bu nedir? Diye sorunca, ona diyeceksin: RAB bizi Mısır’dan esirlik evinden el kuvveti ile çıkardı.” (Çıkış.13.8)
Ganj-İndus kökenli Yunan kültürü ise bugün evrensel kültürün temelidir. Türklere gelince, bırakalım binlerce yıl öncesi tarihimiz, Anadolu öncesindeki, yani daha dünkü adlarımız neydi, bilmiyoruz. Parantezi kapatıp tekrar konuya dönüyorum.
Alış-veriş, yani ticaret ve dolayısıyla matematik de tarımsal üretimin biri sonucu olarak ortaya çıktı. Tarımsal üretim, aynı zamanda arazi ölçümü demektir, bu da “geometri”nin (geo=yer, metri=ölçüm) doğmasına yol açtı. Sümer ve Mısır uygarlıklarında “Pi sayısı” ve “dik üçgenin” özellikleri biliniyordu. Sümer uygarlığının mirasçısı olan Babilliler astronomide gözleme dayalı, örneğin dairenin 360 dereceye, bir günün 24 saate, bir saatin 60 dakikaya, bir dakikanın 60 saniyeye bölünmesi gibi bazı ilk bilgileri sağladılar. Babilliler yılın uzunluğunu 4 dakikalık hata ile saptayabilmişlerdi. Babillilerin aritmetik ve astronomide, Mısırlıların da daha çok geometride attıkları adımlar sonraki dönemlerde bilimin gelişmesi için önemli bir başlangıç oluşturmuştu. Bununla birlikte, Mezopotamya halkları, ticaret (alış veriş:hesap) ile matematiğin, müneccimlik yoluyla astronominin, ev yapımı ile mimarlığın ilk uygulamalarını gerçekleştirmiş olmakla birlikte, nedense, Sümer mitolojisinin etkisinden hiçbir zaman kurtulamadıklarından kendilerinden çok sonraları tarih sahnesine çıkan Yunanlılar gibi -bugünkü anladığımız anlamda- bir bilim geliştirememişlerdir. Çünkü, düşünsel bir etkinliğe “bilimsel düşünce” denebilmesi için “kuram: teori” oluşturulması gerekir: Bu kuram (teori) sonuca (veri) giden süreci, yani sonucu doğuran nedenleri, bir sistem içinde açıklayabilmeli ve bu sistem tekrar edilebilir deneylerle aynı sonucu (veriyi) sağlamalıdır. Oysa, Sümer kültürel mirasından beslenen Babilliler Yer’de gerçekleşen olaylardan yıldızların gezegenlerin konumlarını sorumlu tutuyorlar ve eğer onların konumlarını bilirlerse gelecekte meydana gelecek özel ve genel olayları da bilebileceklerini sanıyorlardı. Bu nedenle yıldızların konumlarını belirlemişler, gezegenlerin birbirine göre konumlarını gün gün belirterek bütün bunların kataloglarını yazmışlardı. Böylece özel ve genel olayları yıldız aracılığıyla, onlara bakarak haber veriyorlardı; tahmin ediyorlardı. Herkes kendine göre bir tahminde bulunabilir. Bu, büyünün bir çeşididir ve müneccimlik (yıldız falı) diye bilinir. Oysa, yukarıda da değinildiği gibi, bir gözlemi bilimsel olarak niteleyebilmek için veriye (sonuca) ilişkin herkesi bağlayan ve her zaman tekrarlanabilirliği olan açıklayıcı bir kuram oluşturmak gerekir. Bu, Eski Yunanlılardan, yani Greklerden önceki tarım toplumlarının hiçbirinde gerçekleşmemiştir.
Tüm bu bilgilere ve kanıtlara karşın, bilimin doğuşuna ve gelişimine neden olan koşulların ne olduğu bugün de tartışılan konudur. Kimi bilim tarihçileri, bugünkü modern bilimi, kökü ilk uygarlıklara uzanan bir deneyim ve bilgi birikimi olarak algılamaktadır. Kimisi ise bilimi bazı kültürel koşullarda ortaya çıkan kimi üstün yetenekli seçkinlerin öğrenme ve arayış tutkusunun ürünü saymaktadır. Öte yandan Karl Marx ve izleyicileri, tüm kültürel etkinlikler gibi bilimi de toplumsal sınıfların karşıtlığına bağlamışlardır. Onlara göre, bilimsel gelişmeyi tetikleyen etken öğrenme, araştırma merakı değil, toplumun içinde yaşadığı ekonomik koşullarıdır.
Onu doğuran/geliştiren nedenler/etkenler ne olursa olsun, bilim, bugün, bir araştırma yöntemi olarak insan düşüncesinin en önemli niteliğidir; ortaya koyduğu sonuçlar, yani icatlar ve buluşlar, uygarlıkların doğmasına neden olmuştur. Bilim insanlığın büyük yürüyüşünün ve bu yürüyüş sürecinin adıdır. İnsan hiçbir başarıyla yetinmemiş, her zaman yeni arayışlar içine girmiştir. Bu sonu gelemez arayışların biriken ürünlerinin topuna birden “uygarlık “ denilmektedir. Özet olarak, insan düşüncesinin yarattığı günümüzün göz kamaştıran bilimsel ve teknolojik başarıları tarihin derinliğinde kalan Eski Taş Çağı’ndaki icatlarla kadar uzanmaktadır. O halde yaşayan bilim, sürecin kendisidir.
Dr. Sadık Top (gacceygaripoğlu)
YORUMLAR
Merhaba üstat, özgün yazınızla bilgi dağarcığıma katkı sundunuz. teşekkür ederim.
Büyük emek harcayarak bizlere sunduğunuz yazı da biz Türklere biraz haksızlık yapıldığı kanısı uyandı bende.
şöyle ki, Sümerlerin ve de Anadolu'ya, Mezopotamya'ya yerleşen kavimlerin bizden olduğu iddaası var dersem umarım yanılmıyorum. ve, "Türklerin başka milletlerin Türklerin tarihleri boyunca gittikleri her yerde ( Çin, Avrupa, İran, Anadolu; Hint, Ortadoğu, vb) hep yönetilen halk olmaları, ve yönetenler tarafından kendilerine dayatılan kültürü kabullenirler veya kendi istekleri ile benimseyerek asimle olmaları ve Bugün Anadolu’da Orta Asya kökenli Türklerin (Karabudun) ekonomik, siyasal ve sosyal olarak üst katmanlara çıkmamalarının temel nedeni zamanında “yazı kültürü”ne sahip olmamaları, yani kültürün değişmezliği ve sürekliliğinin sağlanamamasıdır." diyorsunuz. Buna karşın Hunlardan itibaren Türklerin bağımsız devletler kurduğu bilinir.
Emeğe saygımla her şey gönlünüzce olsun. Esenle.