- 355 Okunma
- 7 Yorum
- 11 Beğeni
kendi mezârında
mezarını kazan insan fark eder ki toprak sadece ölüleri değil hayatta kalmayı unutanları da saklar umut ise çürümüş düşlerin üzerine filizlenen en arsız yalandır.
gecenin en kör vaktiydi; göğün bütün katmanları birer ince tül gibi çözülüyor, yıldızların nazlı ışıkları karanlığın sonsuz kuyusuna dökülüyordu. rüzgâr, asırlardır dillerde efsunlu bir ilahi gibi esiyor toprağın bağrında saklı sırları mırıldanıyordu. o insan, mezar taşına yaslanmış, parmaklarını toprağın içine gömmüş, umudu arıyordu. hayatın hoyrat rüzgârlarıyla savrulmuş, zamanın kör dişlileri arasında ezilmişti. kayıplar, hezeyanlar ve kırık düşler onun suretini taş gibi oymuştu, lakin o, hiçbir vakit umudunu yere düşürmemişti. şimdi kendi mezarını kazıyordu; çünkü biliyorduki toprak bile sabırla yoğrulduğunda umudu doğurur.
toprak mazinin kokusuyla bezenmiş bir efsane gibiydi her avuç, çocukluğun masum tebessümlerine, gençliğin ateşle yoğrulmuş hayallerine dokunuyor; bir zamanlar göğe kanat çırpan rüyalar şimdi toprağın koynunda yitmişti. lakin umut, toprağın derinliklerine kök salacak bir fidan gibi saklıydı. her parmak darbesi, toprakla birleşmiş kadim bir hayalin tohumuydu. zira umut, karanlıkta parlayan bir yıldız misali, en derin yaraların altında filizlenirdi. insan, en karanlık çukurda bile kendini bulabilirdi; çünkü varlık yokluğun içinde gizliydi.
her avuç toprak bir hatırayı gün yüzüne çıkarıyor, her taş bir işaret gibi yön gösteriyordu: umut hâlâ buradaydı. bazen kırık bir eşya, bazen köhne bir koku, o kayıp düşlerin izini mırıldanıyordu kulağına. toprak insanın gözyaşıyla yoğruluyor; umut, bu ıslak harcın içinde boy verecek bir filize dönüşüyordu. belki de insan, umutla kavrulmak için önce sessiz bir taş olmalıydı; toprak gibi susmalı rüzgâr gibi kaybolmalıydı. çünkü ancak kendi karanlığını delen ışık, hakikatin aydınlığını müjdeleyebilirdi.
kendi mezarını kazarken, hayatın ona öğrettiği en keskin dersler zihninde: umut, zamanın ve mekânın ötesine kök salan bir sırdı. ne kadar derin kazarsa, o kadar yakın hissediyordu umudu. her bir avuç toprak, geçmişin ağır yüklerini hafifletiyor, geleceğin ışığını biraz daha yakına getiriyordu. mezarın derinlikleri, bir düşüşün değil bir doğuşun başlangıcıydı. içindeki umut, karanlık dünyanın taşlaşmış kalbini çatlatacak bir volkan gibi büyüyordu.
gözyaşları, toprağın bağrına düşüp birer tohuma dönüşüyordu. çünkü umut, insanın içindeki en eski, en sadık misafirdi. beklerdi; sabırla, sessizce beklerdi. o insan, kazdığı her çukurda toprağın değil, ruhunun derinliklerine iniyordu. hakikati bulmanın yolu, kendi gölgelerine dokunmaktan geçiyordu. ve o. artık anlıyordu ki, umut dışarıda değil, kendi varlığında saklıydı.
mezar taşına yaslanmış bu insan, hayatın ona bıraktığı izlerin kıymetini çözüyordu. her yara, bir hikâyeydi her kayıp, bir ışık doğuruyordu. göğün karanlığında parlayan tek bir yıldız, ona yeterdi. çünkü artık biliyordu: umut, bir kıvılcımın külünden doğan alev gibi hep vardı, hep olacaktı. mezarını kazan adam, bir hiçliğin değil, bir hakikatin peşindeydi.
bu bir oyundan fazlasıydı; bu, insanın sınandığı bir hakikat meydanıydı. karanlık ve ışık, umut ve yeis, yaşam ve ölüm arasındaki o kadim kavgada, insan kendi sesini buluyordu. mezarın derinliklerinde bile umut filizlenir, karanlıklar en parlak ışıkları saklar. çünkü umut, gökyüzünde kaybolan bir yıldız değil; toprağın bağrında saklı bir güneşti.
ve o insan kendi mezarını kazarken, aslında kendi varlığını yeniden inşa ediyordu. çünkü insan, toprakla yoğrulmuş bir masal, umutla süslenmiş bir şarkıydı. ve bu şarkı, en karanlık kuyuda bile yankılanmaya devam edecekti.
YORUMLAR
" o insan, kazdığı her çukurda toprağın değil, ruhunun derinliklerine iniyordu." iŞTE BUDUR...
Çok nefis bir çalışma olmuş değerli Can. Felsefeden anlamasam da yazınızın felsefi yönünün olduğunu düşünüyorum. Hayat, umut ve ölüm üçlemesi üzerine kurguladığınız bu yazıyı beğeniyle okudum. Devamı var olsun. Saygılar
‘Mezarımızı kazmak’ sizin yazıda belirttiğiniz anlamda olunca; derinlere inmek, özümüze dönmek anlamında yani; ölümü, karanlığı değil, aksine umudu, güzelliklere yeşermeyi anlatan bir şeye dönüşüyor.
Yaralarımız, hikayelerimiz; hayata dokunmamızı sağlayan, bizi besleyen şeyler aslında… Canımızı yaksalar da, kimi zaman hayata küstürseler de bizi, aslında şimdi her kimsek o insan olmamızı sağlayan basamaklar onlar… Hiç acı çekmeseydik, üzülmeseydik; hayatı yaşamak yerine kıyıda köşede kalıp seyirci kalmayı seçseydik; hayatın değmediği, sadece nefes alan, gerçekten yaşamamış biri olurduk ve bu da bizi bencilleştirirdi. Acı çekmeyen biri acı çekenleri anlayamaz çünkü Acısını içinde hissedemez. Bu da başkalarına duyarsız olmayı getirir.
Yazıda anlattığınız gibi; iyisiyle kötüsüyle yaşadığımız her şey özümüze bir yolculuk aslında. Bizi gerçek bir insan yapmaya, yazıda geçtiği gibi ‘kendi sesimizi bulma’ya götüren bir süreç…
Konu da anlatım da çok güzeldi. Keyifle okudum.
Sevgiler…
Sınırsız buz pistinden kaçıp giderken mavi
Karanlığa uzanmak ister gibi kabirler
Adamın mazisinden sızlıyorken can evi
Umudunu arıyor yükselirken tekbirler.
Kaybetmekten korkarak gömmüştü mezarına
Çıkarırdı elbette kalmalıydı yarına.
Getirmişti geçmişi nemli toprak kokusu
Suya düşen umudu çocukluk gençlik derken
Yeraltında kaybolmuş olabilir korkusu
Bulmalıydı emindi mezarını eşerken.
Kendini arıyordu karanlıkta gerçekte
İçindeki kuyuda umudu beklemekte…
Toprakta uğraşırken ve taşları yoklarken
Çığlığını duyuyor görüyor sanıyordu
Ölüm yakındı belki değildi ki çok erken
Umudun ışığından gözleri yanıyordu.
Uğraşmaya değerdi bulmaktı tüm amacı
Huzura kavuşurdu şimdi çekse de acı.
Gözden akan umutlar çiçek açmalı elbet
Sonra meyveye durup tatlanıp ballanmalı
Arayanlar bulmalı kaybolmaz ilelebet
Mavi uçurtma olup ruhunda sallanmalı.
Bıkıp vazgeçmemeli uyuyan umudundan
Beyaz kâğıt olmaz mı kurutulmuş odundan.
mudun huzmeleri avcunda duruyordu
Karanlıkta yolunu mutlaka bulduracak
Gelecek güzel günler göğsünde vuruyordu
Kabirde olsa bile önünde kul duracak.
Kızgın güneş önünde insanın gölgesidir
Yenilmeye karşıdır yaşamın dengesidir.
Sanırım Amasya^ya yerleşmeye hazırlandığım zamanlarda tam olarak bu muydu benzer bir yazı mıydı hatırlamıyorum ama çok ilgimi çekmişti birkaç satırla destek olmak istemiştim ama yarım kalmıştı. Yazınızın altına eklemek istedim zira yazdıklarımı kaybediyorum sana hediyem olsun. Şifa dileklerimle…
….kendi içindeki mezar taşına yaslan ve sor ….bu taşın altında gömülü olan ben miyim, yoksa cesaretim mi?…işte o zaman anlarsın mezar değil kendi içindeki dağları kazıyorsun. çünkü zirveler mezarların üstünde yükselir,gömüldüğün yerde değil, yükseldiğin yerde bulursun hakikati…
ve insan kaybolduğu anda bulunur…çünkü asıl keşif, varacağı yer değil, kaybolduğu derinliklerindedir. hakikat toprak altında saklanma toprak, onun kundağıdır. her tohum, kendi mezarını deler ve göğe uzanır. çünkü hayat kazılan bir çukur değil; o çukurdan doğan bir çiçektir…..,
Ölüm bir geçittir, yalan dünyadan gerçek dünyaya inanan için. Burda bezmiş, yorulmuş, yenilmiş, kaybetmeyi çok fazla yaşamış, kendini hayatın yükü gibi gören insanlar için bir yeniden doğuştur, kurtuluştur. Mezardaki toprak bu anlamda umuttur.
Toprak herşeye can verir bir yönüyle, insanın topraktan yaratılmış olması, bütün bitkilerin , ağaçların filizlenmesi çekirdeğinden yeniden doğması onun sayesindedir. Ancak tohum yada çekirdekte önemlidir toprağa ne ekersen onu verir sana, insan önce özünü kavramalı , kendini tanımalı , toprağa ne ekecek görmeli,
Toprağa ektiğin şey su ve güneş ister, gayrete tabi olmayan hiçbir filiz hayatta kalmaz, Ölçülü miktarda olmalı buda.
Çok güzel bir yazıydı, bir çok şey düşünürdü bana yüreğine sağlık, saygılar.
Anlamlıydı.Evet.İnsan dünyaya geldi.Yaşama savaşında ..sınanıyor devamlı.Yeis,sevinç,öfke,umut onunla bu yolculuğunda ..Hiç biri yalnız bırakmıyor insanı..Tam dibe vurdum sanırken umut yoldaşı oluyor .Çare yine insanın kendisinde.İnsan kendini imar etmeden dışındaki hiçbir şeye el veremiyor maalesef .Verilen çabalar hep takdire şayandır .Kaleminiz daim olsun .Yazınız bir harika .Sağlıcakla.Saygıyla.