- 306 Okunma
- 7 Yorum
- 7 Beğeni
PALA ŞAİR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
017.
PALA ŞAİR
Sonbaharı severim. Açıktan bir hüzün ve romantizm vardır görüntüsünde ve havasında. Dallarda yapraklar azalmıştır; önce gam kasavetten sararıp soluyorlar, daha sonra da yaz gününün yeşiline inat kızarıp, güçlerini yitirerek koca gövdelerini incecik bir sap ile bağlandıkları dallardan; ya esen rüzgarın tesiriyle, ya da azalan güçlerinin etkisiyle kendilerini kem talihim kara bahtım deyip kara toprağa bırakıyorlar. Rüzgar sert eserse uzaklara adeta fırlatılmış gibi ana gövdeden ayrı düşüyorlar, ya da rüzgarın hafif ve ahenkli estiği günlerde; kuğu gölü’nde dans eden balerin gibi salına salına nazlı bir şekilde toprakla buluşuyorlar.
Düştükleri yerlerde de daha önce düşen yapraklarla buluşup; bir kuytuda, bir çalı dibinde veya rüzgarsız bir köşede toplanarak akıbetlerini bekliyorlar. Taze düşenlerin renkleri parlak, sarının ve kırmızının her çeşit tonunu bu yeni düşenlerde görmek mümkündür. Bir kaç gün geçtikten sonra pastırma yazının sıcaklığıyla kavrulup gevriyorlar, renklerinde yavaş yavaş toprak rengine dönüyor.
Sarı ışığı bol bir sonbahar gününde yürüyüşe çıkanların ayakkabıları altında “kayır kayır” ses vererek adeta biz burdayız diyorlar. Cazibelerini yitirip ana gövdeden ayrıldıkları için bir de topraktan can suyu alamadıklarından dolayı ezilip kırılıp asliyetlerini yitirerek kara toprakla haşır neşir oluyorlardı.
Evimiz ormana yakın olduğu için pencereden bakınca biraz önce bahsettiğim sonbahar manzarasını görebiliyorum. İğne yapraklı ağaçların kendilerine has özelliklerinden dolayı yapraklarının böyle sararıp solması yok. Fakat geniş yapraklı ağaçlar bütün ihtişamına rağmen yapraklarını sonbaharda koruyamıyorlar ve o geniş yaprakları yitirip kışı neredeyse çırılçıplak geçiriyorlar.
Pencere camı sabah serinliğinden hafif nemlenmişti. Doğadaki görünmez ressam, karşı tepelere, sarı sıcak yorgun ışığının rengini geniş fırçasıyla sürüyordu. Gerçekten insan yorgunluk ve ağırlık hissedip; yazın toplamış olduğu enerjiyi yitirmek istemiyordu. Tam ayrılık, hüzün ve yorgunluk şarkıları dinlenecek zamandı.
Biraz kalın giyinip balkonda oturup çay içeyim diye düşündüm. Mutfağa geçip, ocağın üstüne içi su dolu çaydanlığı, onun üzerine de demliği koydum. Onların kaynamasını beklerken buzdolabından kahvaltılık peynir, zeytin, reçel, domates, salatalık gibi yiyecekleri çıkarıp geniş düz kahvaltı tabağına dizdim. Kahverengi rengindeki dikdörtgen tepsinin üzerine küçük kaseler içinde koyduğum kahvaltılıkları yerleştirdim. İnce belli çay bardağımı tepsi üstüne koyarken içimden bir ses; “bir misafir gelebilir” dedi ve ben de sanki karşımda bir güzel oturuyormuş gibi bir çay bardağı daha koydum. Keşke koymaz olaydım… İnce belli çay bardağını kahvaltı tepsisine koyar koymaz giriş kapısının zili acı acı çaldı. “Kim bu münasebetsiz” deyip kapıya koştum.
Kapının açılması için ben de zile bastım. “Çaaaat!” deyip kapı açıldı. Diğer komşuların rahatsız olacağını hesaba katmadan bağıra bağıra konuşarak bizim Cebrullah abi geliyordu. Merdivenleri çıkarken hem acele ediyordu, hem de hızlı hızlı konuşuyordu. İki işi de bir anda yaptığı için ağzından çıkan kelimeler birbirine karıştığından dolayı ne dediğini anlayamıyordum. Nihayet merdivenin başına geldi ve alelusul bir selam verip, daha ben, “buyur” demeden daldı içeriye.
“Kimse yok mu evde?” diye sorduktan sonra yüzüme bön bön baktı. Ben de ona;
“Geçen gün senin aklına uyup patates tatilini annesinin yanında geçirsin diye hanımı ve çocukları gönderdim ya!”
Sağ avucunu alnına vurup;
“Ah eşşek kafam! Ben onu unutmuşum” dedikten sonra;
“Bugün ne yapıyorsun?”
Ben de;
“Bir planım programım yok ama şimdi balkonda kahvaltı yapacağım” diye cevap verince;
“Bak, bu güzel! Yumurtaları kaynattın mı?”
“Aaa! Yumurta kaynatmayı unutmuşum” deyip mutfağa girdim. Ardımdan;
“Benim için en az iki yumurta ama hem organik olsun, hem de pek çok kaynamasın haa!” der demez;
“Emredersiniz komutanım” deyip kaynaması için dört tane yumurtayı küçük tencereye koydum.
Kahvaltı tepsisine biraz daha peynir, reçel, bal, tereyağı çıkardım. Kahvaltı tepsisini gelin olacak kızlar gibi sallana sallana balkon masasının üstüne usulca bıraktım. Cebrullah abi, balkonda bir sağa bir sola giderek çevreyi gözden geçiriyordu. “Belki” dedim “benim gibi sonbaharın romantik ve hüzünlü görüntüsüne takılmıştır, rahatsız etmeyeyim” diye, mutfağa geçtim. Bir yandan çayı demledim, bir yandan da yavaş, romantik bir fon müziği dinlemek için CD çalarımı ayarladım. Çaydanlığı ve demliği balkona götürürken hafiften müzikte başladı.
İkimizde masanın duvar tarafına adeta yan yana oturduk. Karşımızdaki sonbahar manzarasının tadını çıkarmak istiyorduk. Sarının ve kırmızının bir çok değişik tonlarına kuşların hüzünlü sesleri eşlik ediyordu. Kıtlıktan çıkmış gibi Cebrullah abi, saldırdı kahvaltılıklara. Biraz havadan sudan konuştuktan sonra kahvaltı ederken girdik bir sohbete.
“Kuaför Serpil varya” dedikten sonra höpürdete höpürdete ince belli bardaktaki çayın yarısını yuvarladı.
İçimden “ eyvah” dedim” bu herif böyle içerse; bir kazan çayda yetmez” deyip gökyüzüne baktım. Gökyüzün herhangi bir yerinden sesler geliyordu. Kuşların ötüş sesleri idi bu sesler. Biraz daha uzaklara, ufka doğru bakınca dalgalanan “V” harfi şeklinde uzun bir şey bize doğru yaklaşıyordu. Git gide sesler daha da yükseliyor. Bu gelenler, göçmen kuşlardı. Gökyüzünde çıkardıkları sesler ile dikkatimizi çeken göçmen kuşlar, birbirlerini takip ederken; arada bir ayrılan oluyor ve bu kuş katarında görevli olanlara bir şeyler söylüyor gibi uçuyorlardı.
“Yaban kazları herhalde” dedi Cebrullah abi. Ben de bize yaklaşan göçmen kuşlara daha dikkatli baktım. İnce belli çay bardağımdan bir yudum daha aldıktan sonra;
“Hayır! Bunlar yaban kazları değil. Bunlar turnalar” diye neredeyse komşularda duyacak şekilde bağırdım. Turnalar der demez Cebrullah abi, hafiften hafife “Allı turnam bizim ele varırsan” türküsünü mırıldandı. Ben de çok duygulandım. Ne zaman bu türküyü dinlesem etkilenirim. Lisede okurken bir şiir okuma yarışmasında “Turnalar” adlı şiirimi bu türkünün meydan sazıyla çalınmış ezgisini fon müziği olarak kullanıp okumuştum. Bütün puanları da toplamıştım. Gökyüzündeki turnaların geçişi ile maziye dalıp iyice duygulandım... Turnalar uzaklaşıp gitti ve artık sesleri gelmez, kendileri de görünmez olunca; biz tekrar çayımızı yudumlamaya başladık.
Birden aklıma kuaför Serpil geldi. Cebrullah abiye “onu niye sordun” dedim. Bir iki öksürdükten sonra;
“Kuaför Serpil’in dokuzuncu sınıftaki kızı, şiir yazmak hevesine düşmüş. Bu konuda yardım edecek bir şair arıyorlarmış” der demez, yüzüme bön bön baktı. Sonra ince belli çay bardağını masaya bıraktıktan sonra;
“Tüh be!” deyip elini sağ dizine vurdu. “Bizim Pala Şair nasıl aklıma gelmedi” diye hayıflandı. Hemen telefonunu çıkarıp, bir şeyler yaptı. Telefonun giden sinyali bir müddet çaldı. Karşı taraftan;
“Alo! Buyurun” dedikten sonra Cebrullah abi bağırarak;
“Ülen Pala!”
“Evet, ben Pala! Ne var?”
“Sen Pala Şair değil misin?”
“Hııı! Pala Şair diye tanırlar beni”
“Çabucak Fischmann Caddesine gel! Acele et ve kahvaltıya yetiş. Bekliyoruz” dedikten sonra telefonunu kapattı.
Ağzım açık olarak konuşmayı dinledim. Demek ki aynı şehirde hakiki bir şair ile aynı havayı teneffüs ediyorduk. Oldum olası yazarlara, şairlere, bestekarlara, ressam ve heykeltraşlara hayrandım. Ayrıca şiire de merakım vardı. Pala Şaire yanımdaki dün karaladığım şiiri göstermeyi düşündüm. Yerimden kalktım ve şaire yakışacak şekilde bir kahvaltı tabağıyla ince belli çay bardağı getirdim. Bir ünlü şair evimizi şereflendirecek diye adeta içim içime sığmıyordu.
Melankolik bir hava vardı ve tam ayrılık şiirlerinin zamanıydı. Bir çeyrek saat sonra bahçe kapısından içeriye pehlivan gibi bir adam girdi. Hemen kapıyı açtım. Aman allahım şairden çok kasap, ya da bir oduncuya benzeyen, pejmürde giyimli, patlıcan burunlu ama iki Hollanda salatalığı boyunda bıyığı olan adam yanımıza geldi. Tam karşıma oturdu. Cebrullah abi bizi tanıştırdı. Gelen pejmürde giyimli yüzünün yarısını örten bıyıklı adam;
“Ben Pala Şair” der demez; ben de çok heyecanlandım. Titreyen sesimle kesik kesik;
“Pala Şair bey, o güzel… eserlerinizi… serbest mi, yoksa… aruzla mı yazıyorsunuz?”
Şöyle sağına soluna baktı. Sanki sağ bıyığına kara sinek konmuş gibi elini salladı, parmaklarını diliyle ıslattıktan sonra bıyığını sıvazlayıp burdu.
“Aslında okuma yazmayı askerlikte Ali Okulunun kursunda öğrendim. Yazım pek düzgün değil ama serbest yazıyorum” deyince hayranlığım bir kat daha arttı. Ardından soluklanınca ben de;
“Yalnız ben hece ile yazıyorum” dedim.
O ise;
“Çok şükür ben heceyi geçtim. Bazı harfler de sıkıntı çekipyorum ama “F” ile “V”yi, ya da “D” ile “T” mi olacak diye karıştırdığım çok oluyor. Bazen yazımı hanım ve çocuklar, sağ olsunlar düzeltiyorlar. Aslında benim avrat benden daha iyi ve daha serbest yazıyor” dedi.
“Kafiyeler de mi sıkıntı?”
“Kafiye ne oluyor? Senin dediklerinden birşey anlamadım.”
Bizi izleyen Cebrullah abi, Pala Şaire;
“Yahu! Sen şiirlerini hangi ölçüye göre yazıyorsun” diye sorunca;
Pala Şair, hafiften kızarak;
“Yahu! Siz neden konuşuyorsunuz? Ne hecesi, ne serbesti, ne şiiri be” der demez kendimi toplayıp;
“Siz namıdiğer Pala Şair değil misiniz?”
“Evet! Pala Şair benim.”
“Madem Pala Şair sizsiniz, neden şiir yazmıyorsunuz?”
“Haaa! O mu? Bakın size anlatayım. Almanya’ya çalışmaya geldiğimin dördüncü yılında ailemi ve çocukları getirdim. Ev aradım bir türlü kiralık ev bulamadım.
Belediyeden görevliler, şu benzin istasyonunun arkasında bir izbe binayı gösterdiler. Yol kenarında bir bahçenin içinde iki katlı harap vaziyette küçük bir binayı bana teklif ettiler. Burada eskiden meşhur bir mahalli halk şairi ikamet etmiş; onun için burası anıt bina sayılır dediler.
Bana belediye de yardım etti, arkadaş ve hemşehrilerimle birlikte viraneyi tamir edip oturulacak hale getirdik. Belediye beş sene benden kira almadı. Bahçeyi de bir güzel düzelttik. Hanım bahçenin yarısına soğan, domates, biber, patlıcan, mısır ve hatta kavun karpuz ekti. Bir köşeye de kümes yaptık. Artık yumurtaya filan para vermeden taze taze yumurta bile yiyorduk. Senin anlayacağın köydeki düzenimizi hiç bir noktasını terk etmeden burada da kurmuştuk.
Sıcak yaz günlerinde özellikle cumartesilerde bahçede buluşup, mangal da yapıyorduk. Belediyeden birkaç büyük yetkili bir gün bando takımıyla gelip; eskiden bu evde yaşamış olan mahalli halk şairinin adının yazıldığı levhayı yoldan taraftaki kapının yanına duvara vidalarla tutturdu. Gelen giden; “Aaaa! Eskiden burada şair oturmuş. Bu ev şairin eviymiş” diye bir söylenti yaydılar.
Bizimkiler benim şu mübarek bıyıklarımdan dolayı “Pala” diyorlardı. Yüz kişiye sorsanız; doksan beşi, benim nüfus cüzdanımda yazan ismimi inanın bilmez. Herkes çoluğu çocuğu yaşlısı genci, hatta iş arkadaşlarımdan Alman’ı, İtalyan’ı, Yunan’ı bana Pala diyorlardı. Pala namıma bir de “Şairin evi” eklendi. “Pala Şairin evi” söylenirken ev düştü ve geriye sadece “Pala Şair” kaldı. Yazmayı zor beceriyorum. Şu sıfata bir baksana; ben de hiç şiir yazacak bir surat var mı?”
O susunca Cebrullah abi ile birbirimize baktık. Sadece Cebrullah abi “Yok” diyebildi.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 20.11.2022
(Cebrullah Abinin Tavla Arkadaşı)