- 140 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
NİŞNLIM
Haziran Ayının son günleri. Sene, İki Bin Yirmi İki...
Terasa oturmuş sabah güneşinin karşı yamaca vurmuş güleç yüzünü seyreylerken kahve ve sigara içiyordum. Ölmüş anamla ölmüş abam “Öte” denilen yerden çıkıp gelmişler; güzel elbiseleri giyinip süslenmişler, bir ileri bir geri, bir içeri bir dışarı tatlı bir telaş içinde gezinip duruyorlar. Bayram değil seyran değil oysa. Günlerden mübarek gün Cuma değil, Dünya Kadınlar Günü değil, Analar, Babalar, Sevgililer, hele hele Ruhlar Günü hiç değil. Sıradan bir gün işte...
Çok da takılmıyorum buna. Kuşlar ötüyor, yel esmiyor, sabahın incecik serinliğinde gece boyu durmadan üren köpeklerin suskunluğunda uyuyup dinlenmişliğin huzuru içindeyim. Bana ne ki, yıllar önce çekip gitmiş, şimdi çıkıp gelmiş ölmüşlerden!
Bir ara büyük abam, öyle gezinedururken arkamdan gelip sol omzumdan dürteleyince başımı çevirip "Ne?" der gibi bakıyorum ona.
"Ne mi?" diyor. "Sabah sabah kahve ve cigara! Deseydin çay demlerdim sana. Yumurta, yağ, zeytin, peynir, reçel... Közlenmiş biber. Domates, hıyar. Ekmek de kızartırdım..."
"Soba yanmıyor. Ateş yok, kor yok, köz yok. Kışta mıyız aba? Bu yaz sabahında..."
"Bak biz giyinip kuşandık. Derlenip toplanıp hazırlandık. Çak öteden gelip de hem! Sen de kalk, giyinip kuşan, hazırlan da gidelim artık."
Beni aylar yıllar önce Kapaklıtaş Köyünden bir kızla nişanlamışlar, o günden bugüne aylar yıllar geçmiş, oraya gidecekmişiz...
Mavi gömleğimi giyip sarı kravatımı taktım. Takım elbisem, çorap ve iskarpinlerim; giyindim ama kuşanamadım nedense. Çünkü kolumda saat, cebimde para yoktu. Tıraş olmamışım, yüzüm sakal doluydu. Hamama girmemişim; belki de tenim ter kokuyordu. Saçımı tarasam ama başım kel. Üstelik gömleğim ütüsüz, kırış buruş. Kravatım yağlı yular kayışı gibi. İskarpinler boyasız, takım elbise dolaptan değil de çuvaldan çıkmış gibi. Hem de topukları delik çoraplar... Böyle mi?
"Olsun." dedi abam. "Hiç değilse abalı yamalı çoban gibi değilsin. Hem de giyiniksin, çıplak değilsin. Tırnaklarını kesti miydin bari?"
Pekmez hane yanı, Dere boyu, Cami tarla, Küçük kaynaklar, Ayvazın Gölü, Dede bayırı, sonra Kapaklıtaş... Rota böyle. Kapaklıtaş Köyü uzak değil, yakın...
Anam, abam, bir de ben; üçümüz bir olup düştük yola. Otobüs yok, otomobil, kamyon yok. Traktör yok. Öküz arabası yok, at arabası yok. Bir eşeğimiz bile yok ki; tabanlara kuvvet, yürüyüp gittik. Yolculuk yarım saati geçti ama bir saate ermedi...
Gittik ama Kapaklıtaş nenemin evine gitmedik. Dayımın evine, tetemin evine gitmedik. Onca ısım akraba varken hiçbirine gitmeyip köyün ta Batı ötesindeki kimin olduğunu bilmediğim yabancı bir eve gittik...
Çocukluğumda çok giderdim aslında o köye. Çünkü anamın doğup büyüdüğü köydü o köy. Anası babası oradaydı. Kardeşleri oradaydı. Isım akraba, konu komşu, bütün arkadaşları oradaydı. İyi kötü, acı tatlı bütün anıları oradaydı. Onunla düşer yola, yürüyüp giderdik. Babaannemle de giderdik çok küçükken. Yürürken yorulunca yolun bir yerinde "Çüştür beni nene" diyerek. Anneanneme giderdik. Yani Kapaklıtaş neneme. Mevsim yaz baharsa pala bıyıklı İsmail dedem ev önündeki bahçede olurdu. Karacı Erik gölgesinde şamrel lastiğinden yaptığı şaplakla sırnaşık karasineklere ikide bir şaplak patlatarak ormandan kesip getirdiği fındık, akçaağaç, kızılcık, dişbudak gibi şeylerden keser, balta, kürek, çapa, kazama sapı, diğren, öküzler için üğrende, çobanlar için sopa, fasulye sırığı; satıp harçlık çıkarmak için öyle şeyler yapardı. Kapaklıtaş nenem de biz misafir geldik diye tereyağlı ne güzel kuru fasulye ve patates yemeği yapardı. Hele ki ekmek fırından yeni çıkmış sıcaksa, dilimin üzerine şırlan yağ sürüp biraz da toz şeker ekeleyerek misafirliğe gelmiş ben torununa zevkle sunardı...
Ama ben neredeydim şimdi? Kimin evinde, kimin yerinde, kimlerin meşrebinde. Anamla abam kayboldular birden. Kaşla göz arası yok oldular. Yoklara karıştılar. Onlar diri değil ölü ki! Kaç yıllar önce ölmüşlerdi ikisi de. Onlar yok. Etrafta başka birileri de yok. Kimsecikler yok!
Oradan dönüp geldiğimiz yöne doğru yürümeye başladım. O an aklım öyle esti. Yere yapışık yassı mavi kayalıklı yolu arşınladım. Yel esse her adımımda kızıl topraklı yol tozur muydu acaba? Ama yel yoktu. Kızıl toprak çamur olsa tavuk boku gibi, boyasız iskarpinlerime sıvaşır mıydı acaba? Ama yağmur yoktu.
Öyle ayaklarımı sürüye sürüye köy meydanına geldim. Meydanın orada iki kahve, bir bakkal dükkânı, onların karşısında da kızılağaç ve ıhlamurlar içinde cami vardı. Ama ne kahvelerde ne bakkalda ne cami ne de meydanın kıyısında köşesinde insan yoktu. Sanki orası insansız köy...
Camide hela var mı acaba? Ya da köy binasının kıyı bir yerinde. Birden çok sıkıştığımı, sidik torbamın gayda gibi şişmiş olduğunu hissettim. Ayaklarım beni alıp köy içinden geçip giden yola doğru götürdü. Bu taş döşeli yolu Osmanlı zamanında Edirne Valisi yaptırmış. Bunu biliyordum.
O yola girip bizim Meşeköy’e doğru yürüdüm. Az ileri sağda okul vardı şimdi öğrencisi olmayan, acaba orada hela var mıydı? Bir ihtimal deyip oraya saptım. Eskiden bildiğim gibi değil, orası da çok değişmiş. Ama hela vardı, hem de bir değil iki tane. Ama ikisi de bakımsız, kalmışlar pırnallık içinde. Olsun. İsterse içinde yılan olsun. İsterse kazan kurbağası olsun, isterse lağım sıçanı, ya da kokarca; çatlamak, altıma işemek üzereydim çünkü.
Birileri gelip işeyip sıçmış, yıkamamış. Su döküp boku sidiği akıtmamış. Su yok ki! Edep adap yoksa bile elinde bir plastik şişe de mi yok? Yok. Ötekine saygı, doğaya sevgi de yok. Nasıl Müslüman bunlar? Ondan önce nasıl insanlar! Köpek bile bir ağaç gövdesine, bir çalı ya da ot kümesine çövdürüyor. Kedi bile toprakta küçük bir çukur açıp çişini kakasını oraya edince üzerini örtüyor...
Sidik torbam şişmiş, patlayacak gibi. Bir kısmı ucuna gelmiş, üstüme başıma fışkıracak gibi. Ulan ne içtim ben sabah sabah, üç beş tane bira mı? Oysa bir kupa kahve içmiştim; sırf ondan mı? Kemerimi hızlıca çözdüm, düğmeleri söktüm, pantolonu az indirdim; bir an evvel işeyip rahatlayayım ama bir de baktım ki birisi var! Oysa az evvel ne kahvelerde ne bakkal ne camide ne orda burda kimsecikler yoktu. Çöküp kalkıyor, eğilip doğruluyor, yürümeyen adımlar atıyor, eliyle olmayan bir şeyleri tutuyor. Hem de gözleri fıldır fıldır.
"Sen de kimsin? Ne iş?"
Ulan mahrem diye bir şey var, duymadın mı hiç? İşeyenimi pantolonumun içine çekip kendimi sıkıyorum. Ama ucu alev alev. Torba patladım patlayacak.
"Oha! İşeyenime mi? Bakma! Ayıp! Kimisi incedir ulan, kimisi kalın! Kimisi uzun, kimisi kısa! Fizyoloji veya biyoloji böyleyken kimisi övünsün kimisi de utansın mı ulan! Mına koduğumun çocuğu!"
Oradan çıkıp öteki helaya girdim. Orada işeyip rahatladım mı onu bilemiyorum. Sonrasında kendimi bir evin duvarı dibinde buldum. Gördüm ki, bir kayanın düz üzerinde oturuyorum, erik ağacının gölgesinde. Kendime bir sigara ikram ettim. Sigaram vardı. Bir fincan da kahve diye geçirdim ama işte o yoktu. Etrafta insan diye bir şey gene yoktu. Gene o eve gelmişim demek. Nişanlımın evine. Öte denilen yerden çıkıp gelmiş anamla abam gene yok. Onlar yok. Beni bırakıp her nereye gittiler ise!
Onlar ölü ki! Kaç yıllar önce ikisi de ölmüşlerdi. İşte tam o ara incir ağacının yaprakları hışırdadı. Oysa esinti filan yoktu. Yapışkanlı kocaman yapraklı sık dalları salınıp sallanırken mahcup tavırlı birisi gelip sol yanıma oturdu. Dalları yaprakları oynaştıran oymuş. Genç bir kadındı bu. Ya da ergen bir kız. Üstünde çiçek desenli beyaz bir entari vardı, Nazilli basmasından. Altında şalvarı vardı, o da Nazilli fabrikasından. Aklıma Atatürk geldi o zaman. Cumhuriyetin o ilk yılları. Ayaklarında kara lastik vardı, aklıma Beykoz’daki Kundura Fabrikası geldi. Cumhuriyetin ilk yıllarından... Lüle lüle uzun saçları sırtındaki atkuyruğundaydı. O zaman aklıma kara çarşafı atmış Cumhuriyet kadınları geldi. Öylece oturdu elleri dizlerinde, başı önünde. Bu, benim nişanlım olmalı. Evet.
Ben gözlerimi dikmiş ona bakarken o hiç öyleydi. Kendisiyle konuşsam ama acaba ne desem; bilmem kaç ay, kaç yıldan sonra! Kaç ay kaç yıl öncesinde de konuşmamıştık ki hiç. Bırak konuşmayı, göz göze olup tanışmamıştık bile ki! Anamla abam görüp beğenmişler, gidip çişli anasıyla kısa babasından istemişler; onlar da vermişler, "Kızımız oğlunuza helaldir" demişler. Sonra bizi nişanlı etmişler. "Evlenecekler, sabahı bir yastıkta edecekler. Sabahtan akşama kadar sürünecekler belki ama olsun, sonra kalkıp gene dikilecekler" demişler; kaç ay, kaç sene önce...
"Hişt!" dedim usulca. Hay aksi! Adı neydi bu kızın? Hişt olur mu? Çok ayıp! Biliyordum oysa. Biliyordum ama ne? Oydu, şuydu buydu. Nurcan, Gülcan... Nuran, Gülhan... Kardelen. Gökçe. Lale, Sümbül, Menekşe. Gülsüm, Fatma. Zeynep mi acaba? Hay aksi, bunadım mı ki ola!
Bir kız vardı anımsamaya çalıştığım. Ay şavuklu bir yaz gecesiydi. Kapaklıtaş’a gitmiştim. Yaz tatiliydi. Anamla mı gitmiştim, nenemle mi veya tek kendimle mi; hiç bilemiyorum. Ama öyle küçük değildim o zaman. On altı, on yedi gibisindeydim. Anamın tetesi oğlu adaşımla birlikteydik. Adaşım olan akraba, ay şavuklu gecede koluma girip beni köy kenarındaki Güney harmanlıkları yanına götürmüştü. Harmanın birinde traktörün döndürdüğü pırpır batozla tüplü lüks ışığında harman dövülüyordu. Biri yerden kaldırıp ekin demetini pırpır üstündekine veriyor, o da bağını çözüp demeti pırpırın ağzına boca ediyor, saman savrulup ilerilere giderken ayrılan tane de eleklerden geçip alta iniyordu. Yığının üstünde de bir kız vardı. O da iki dişli demir diğrene sapladığı demetleri fırlatıp fırlatıp yere atıyordu. Hatırlıyorum. Adaşım yanına gidip "Bu benim akrabam." demiş. "Hem de adaşım. Meşeköy’den. Anamla anası kardeş kızanı olur. Her neyse. O köyle bizim köy zaten kardeş. Akraba. Hem de komşu. Hem de çok eskiden, ta Bulgaristan’daki Yenişar’dan beri. Eski Zağra, Kızanlık’tan. Neyse. Gel tanışın. O bir mektepli. Kasaba, yani Kırklareli okulunda..."
Ekin yığını dibinde, ay şavuğunun gölge yerinde yan yana olmuştuk. Konuşmuştuk. On beş yaşındaydı. Lüle lüle saçları vardı, saman tozuna bulanmış olsa da. Tomurcuk güllerinin şişirdiği beyaz fistanı vardı, kirlenmiş olsa da. Nefesi ne kokuyordu; gül mü, lale mi; bilmiyordum. Teni ten mi kokuyordu, ter mi; bilmiyordum. Gözleri ne renkti? Bilmiyordum. Ama güzel mi güzel, adı da Gökçe’ydi. Orada ne çok konuşmuştuk. O kadar çok ne konuşmuş onu bilmiyordum ama bildiğim tek şey, sonrasında iki sevgili oluşumuzdu...
"Hşşt!" dedim utana sıkıla. Öyle derken aşağılamış mı olmuştum acaba? Küçük görmüş gibi. Hakir. Köylü, ya da dağlı kızı gibi. Ama haşa! Ne demişti o büyük birisi; "Köylü milletin efendisidir..." Efendi ne? Neyse ne ama ben nişanlımın adını bir türlü hatırlayamıyordum. Neydi ki? Anamla abam bir olmuşlar, bizi nişanlamışlar. Adımızı bile bilmeden. Hem de kaç ay, kaç yıl önce...
Ben öyle seslenince başını kaldırıp bana baktı. Gözleri zeytin karasıydı. Zeytin gözlüm sana meylim nedendir? Kara gözlüm efkarlanma gül gayrı, ibibikler öter ötmez ordayım... Böyle ışılayan iki kara gözü ben ömrühayatımda görmemiştim. Birkaç saniyeliğine göz göze olunca başını gene eğdi, bakışlarını hemen kaçırdı. Utanmış mıydı benden? Onu bilmem ama ben galiba utanmıştım, adını dahi bilmediğim o mahcup nişanlıdan... Her nereye gidip kaybolduysa abam geldi o zaman.
"Nişanlımın adı neydi be aba?"
"Mel... Mel... Melike’ydi dudum."
"Melike mi aba?"
"Galiba dudum. Bi de anama sorsak..."
"Anam yok ki! Yok oldu. Olmayan birine ne sorulur? Sen de yoktun ama..."
"Kimse yok olmadı dudum! Anam da yok olmadı. Bak ateşe! Bak kara kazan kaç tane! Birinde keşkek, birinde kalle, birinde de kavurma. Say bak! Kaç tane. Üç. Üç değil dört. Birinde de kuru fasulye. Dört değil, beş tane. Onda da çorba... Düğünümüz var ya dudum! Bak anam da orda zaten. Görmüyon mu? Ana bizim gara gelinin adı neydi mare?"
"Gelinin mi? Sebile ya gızım, Sebile..."
"Gelinin adı Sebile" dedikten sonra anam kalkıp gitti hazırlıklar için. O gittikten sonra başını kaldırmayan nişanlım hemen yanı başımdayken elinde büyükçe yayvan bir sepet olan başı kırmızı külahlı birisi geldi. O kişi erkek birisiydi. Ben gibi yaşlı değil genç biriydi. Elindeki sepeti önümüzde bir yere bıraktı. Sepetin içinde her biri fare büyüklüğünde sarı tüylü, sivri kulaklı bir sürü tuhaf yaratık vardı. Bunlar iki boyda; bir kısmı diğerlerinden küçük, bir kısmı da küçüklerden büyükçeydi. Sepet yere iner inmez içinden inip hemen koşuşturmaya başladılar.
Sepeti getiren genç adam öfkeli gözlerini bana dikip:
"Bu sekiz tanesi ilk keresinde doğan çocuklarımız. " dedi. "Bu on beş tanesi de ikinci keresinde olan çocuklarımız. Hepsi yirmi üç tane. Sen kendini bilmez adam, yirmi üç çocuklu kadınla mı nişanlandın?"
Oha ana! Oha aba! Bu kızın adı Nurcan değil! Bu kızın adı Gülcan değil! Melike değil, Sebile değil, Zeynep... Bu kız benim nişanlım değil! Bu, çoluk çocuklu evli bir kadın, kız bile değil! Cin mi, Peri mi bu? Baksana gözlerine, ne kadar kara! Geceden daha kara. Baksana saçlarına, katrandan da kara! Cin Peri nişanlanıp evlenir mi? Sen ölüp gittin öte denen o yere, gittin gördün; orada iki seferde yirmi üç çocuk doğuran bir insan gördün mü? İlk ana Havva bile o kadar doğurmamıştır. Aba sen gittin öte denen o yere, gittin gördün; orada yirmi üç çocuklu biriyle nişanlananı gördün mü? İlk baba Âdem bile öyle biriyle nişanlanmamıştır. Rica ederim. Esselam vesselam aleyk! Ruhunuza Fatiha... Gözünü seveyim ana! Senin de aba! Burada ne işiniz var, yatın kalkın huzurla orada. Ara sıra birbirinizi ziyaret edip görüşün. Ara sıra değil, sıkça...
Orada domatesin kilosu kaç para? Patlıcan, biber, soğan, salata... Patates, pırasa... Mesela peynir kaç para? Ya et? Et mi? Et onlara helal, bize haram burada! Tek o değil; haram çok. Şarap haram, sigara haram. Mesela Zina. Bize haram, onlara helal ama! Birçok şey günah, hem de yasak. Mesela şiir yazmak yasak, şarkı söylemek yasak! Toplanıp da hoplayıp zıplamak, halay çekip yayılmak, haykırıp dağı taşı yankılandırmak yasak! Hayal kurmak yasak. Düşünmek, düşlemek yasak. Gülümsemek yasak! Burada her şey yasak. Hem de günah. Ama canınızı hiç sıkmayın, yakın zamanda hepsi serbest olacak...
"Nişanlım dediğin kara gözlü, kara saçlı o kız yalan. Eli sepetli adam yalan. Sepetteki sarı tüylü, sivri kulaklı Cin kılıklı yirmi üç çocuk tümden yalan. Cin yalan, Peri yalan. Geceyle gündüz gibi ikisi arasında ışıktan ince bir çizgi olan öte ile beri denilen yerler yalan. Baki yalan, Fani yalan. Fuzuli... Ölüler dirilip senin yanına gelmez, seninle konuşmaz; o koskoca bir yalan. Yorgun zihnin sen uyurken böyle saçma bir rüyadaydı, artık uyan. Kalk çişini yap. Yüzünü yıka, dişini fırçala. Bir fincan kahve pişir kendine, çık dışarıya. Sabah güneşi arkanda ama gülümseyen yüzü karşı yamaçtaki aynada. Doya doya bak ona. Kendine de iyi bak; takılma ona, şuna, buna. Hadi sağlıcakla kal dudum..."
Haziran/ 2022/ Koruköy