- 143 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Köprünün Ortasında Sevgi Evi ve Medeniyet Masalı
Şimdi anlatacağım hikaye, “ilerlemiş” bir medeniyete, yüksek ahlak anlayışına sahip bir topluma ait değildir elbette. Hayır, yanlış anlaşılmasın, bizler gibi medeni, bilinçli, özgür bireyler barındıran bir halktan değil, daha çok geçmişte kalmış, sıradan, kendine özgü bir düzende yaşayan bir toplumdan söz ediyorum. Sözde liderleri sayesinde her bir ferdi mutlu mesut, güya halkın çıkarına alınan kararlarla refaha ulaşmış bir toplum... Ama gelin görün ki, hikaye derinleşiyor ve ne anlatırsak anlatalım, masal bittiğinde bu "medeniyetin" gölgesinde bir şeyler su yüzüne çıkıyor.
Bir varmış, bir yokmuş, eski çağlarda halkı mutlu etmenin en büyük marifet sayıldığı dönemlerde bir kral yaşarmış. Bu kral, vergi konusuna pek meraklıymış, bir şeyden kazanamıyorsa o şeyin değersiz olduğunu düşünürmüş. Şehri ikiye bölen ve halkın neredeyse her gün geçmek zorunda olduğu devasa bir köprü varmış; nehir akarmış da, halk karşıya geçmek için bu köprüye mecburmuş. Tabii ki kral, halka olan “merhametinden” dolayı, köprünün iki ucuna gişeler kurmuş. Ne zaman biri köprüden geçse, önce girişte, sonra çıkışta vergi ödermiş. Öyle ki halk, hem kendini hem geçim kaynaklarını bu köprüye adamış neredeyse. Kralın adamları her gün halkın arasına gider, halktan memnuniyetlerini sorarlarmış. Tabii ki cevap her zaman “Çok memnunuz!” olurmuş. Halkın içine öyle bir korku salınmış ki, kimse karşı çıkmak istemezmiş. Ne de olsa "halka hizmet, Hakk’a hizmettir," değil mi?
Kral bir gün, halkının bu sessizliğini fırsat bilmiş ve kendi kendine düşünmüş: “Madem halkım mutlu, madem herkes itaat ediyor, neden bir güzellik daha eklemeyelim? Şu köprünün tam ortasına bir ‘Sevgi Evi’ yapın. Bu eve gelenler, en güzel şekilde karşılansın, ağırlansın, hoş vakit geçirip çıkışta vergisini ödeyip yoluna devam etsin. Halka hizmette sınır tanımıyoruz, hizmetin de vergisi olur, değil mi?” Ve tabii ki kralın dediği yapılmış; köprünün tam ortasında bu ‘Sevgi Evi’ kurulmuş. Halk geçerken önce giriş vergisini ödüyor, sonra köprünün ortasındaki bu eve uğruyor, hizmetin tadını çıkarıyor, sonra da çıkış vergisini ödeyip işine gücüne bakıyormuş.
Hikaye buraya kadar gayet hoş, kral “halkın lideri” olmaktan oldukça memnun. Ama bir gün, bu halkın gerçek anlamda ne düşündüğünü merak etmiş ve meydanda halkı toplamış: “Ey halkım! Görüyorsunuz, size en iyisini sunmak için çalışıyoruz. Eksiğimiz var mı, bir kusur işledik mi? Söyleyin ki daha iyi hizmet edelim.” Derken, yüzlerce insanın arasından tek bir kişi parmağını kaldırmış ve şöyle demiş: “Kralım, o köprünün ortasındaki Sevgi Evi’ne girmek için çok sıra bekliyoruz. Biraz daha çalışan koysanız olmaz mı?”
Kral bu yanıttan memnun kalmış; halkında bir kusur, bir memnuniyetsizlik yok, demek ki her şey yolunda! Fakat zamanla, krallığı modern çağların ihtiyaçlarına göre uyarlamak gerektiğine inanarak, hizmete bir vergi daha eklemeyi ihmal etmemiş. Her geleni önce selamlıyor, sonra vergilendiriyormuş.
Şimdi, bu hikayenin geçmişte kaldığını söyleyebiliriz belki, ama bir dönüp baktığımızda köprü gişelerinden geçerken iki kez ücret ödemenin tanıdık geldiğini kim yalanlayabilir? Bir yerlerde, yollarda, köprülerde, su faturalarında, halkın yaşamına dokunan her küçük “güzellikte” böyle bir masal gizli değil mi?
Mesela bugün İstanbul gibi devasa bir metropolde su faturasının iki ayrı kalemden oluşması; temiz su ve atık su bedellerinin ayrı ayrı alınması… Her ay elimize ulaşan bu faturalar, bir devlete mi yoksa her fırsatta halkını soyan bir masal karakterine mi hizmet ettiğini merak ettirmiyor mu? İşte tam bu noktada, halk “seçim” adı verilen bir süreçte başka bir figürü alkışlayarak sahneye çıkarmakta gecikmiyor, çünkü bizde “gelen gideni aratır” anlayışı pek revaçtadır. Gidenin arkasından bayrak sallanır, yenisi şakşaklarla karşılanır.
Evet, bizler büyük hedeflere, ileri medeniyet seviyelerine ulaşmayı amaçlayan bir milletiz, kendi hür irademizle liderlerimizi seçeriz. Ancak gelin görün ki her köşede halka hizmet etmek adı altında kurulan kurumlar, halkın cebindeki üç kuruşu almakta pek mahirdir. Toplu taşıma ücreti deseniz, cüzdanlar delik deşik; kredi kartı komisyonları deseniz, halkın sırtında bir kambur. Bir yandan halkına her daim adalet vaadinde bulunan “liderler” görüyoruz, diğer yandan su faturasında bile “atık su bedeli” gibi tuhaf kalemler çıkaran kurumları. İşin daha ilginci, bu kalemlerin her yıl daha da kabarması. Halka sunulan “temiz suyun” her damlası, vergilerle süslenmiş bir su masalı gibi.
Bugünün medeniyeti, “Sevgi Evi” misali, vatandaşı önce hoş karşılıyor, sonra adım adım soyuyor ve ardından onu yine kendi cebindeki parayla ödüllendiriyor. Peki, halk ne yapıyor? Elbette sessiz kalıyor, çünkü bu hikayenin içinde ses çıkarmak yasaktır. Sessizlik, bu çağda da altın değerinde; yeter ki alkışlayacak bir figür bulunsun.
Ne dersiniz, belki de medeniyet denen şey sadece “köprünün ortasında açılan Sevgi Evi” gibi bir yanılsamadır? Evet, dünya değişiyor, sistemler modernleşiyor, ama bir şeyler hiç değişmiyor: Halkın sırtından geçinmenin ve ona hizmet adı altında vergi üstüne vergi bindirmenin değişmez yasası. “Köprünün Ortasında Sevgi Evi ve Medeniyet Masalı” belki bir gün tarih olur, ama bugün değil.
Bahadır Hataylı/08.11.2024/Sancaktepe/İST
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.