- 133 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
SONSUZA KADAR
Çiçekler topladı kadın... Mor, kırmızı, sarı... Başlarında gezdirdi bakışlarını. Dudaklarına bir gülümseme oturdu. “Hatırlar mısın?” dedi. “Evlenmeye karar verdiğimiz gün de buradaydık.” Çiçeklerden gözlerini kaldırarak, çevresine baktı. Üç beş metre ilerideki -gözüne biraz küçülmüş gelen- kayayı işaret ederek, “Şu kayayı kararımıza şahit tutmuştuk.” İçini çekti, bakışlarını gökyüzüne çevirdi; nerede olduğunu kestiremediği kuşlara... Gözlerinden düşen damlaları hızlı bir hamleyle sildikten sonra, kararlı adımlarla yaklaşarak adamın yanına oturdu. Eski hatıraları diriltmek üzere orada değillerdi sonuçta. Son kez konuşmak için bir araya gelmişlerdi.
Kadının gözleri çiçeklerindeydi yine. Adamınki elinde çevirdiği kuru otlarda. Otlarla konuşur gibi, “Kararlı mısın?” dedi. Kadın da çiçeklerle konuşur gibi, “Kararlıyım...” dedi. Adam yutkundu. Onları bekleyen paylaşımın vücut ısısını artırdığı her hâlinden belli oluyordu. Elektriğe bağlanmışçasına hareketlenen dizleri, ayakları durumun habercisi olabilirdi.
Kadın tekrar konuşmaya başladı; bu işin ona kaldığını hissetmişti... Yıllarca aynı yastığa baş koyduğu kocasını iyi tanıyordu. İki çiçek dalını, ayırdı demetten. “Kuş sende kalsın, kedi bende...” dedi. “Olur.” dedi adam. Büyük lokma yemeği hiç sevmezdi zaten. O yüzden, “Ev sende kalsın, araba bende” dedi. “O halde bankadaki para da sende kalsın” dedi kadın anlamsız bakışlarla.
Adam her şeyini kaybetmiş vaziyetteydi ve bunları konuşmak istemiyordu. Maddiyat içeren hiçbir şeyin, onun için bu saatten sonra bir kıymeti, anlamı yoktu. Tam bunları dile getirecekti ki, annesinin sözleri set çekti sesine, aklı söyleyeceklerinin üzerini karaladı. “Her şeyi o kadına bırakma, çoluğun çocuğun var. Ele güne muhtaç olursun; akıllı ol oğlum.” Yutkundu... Kişiliği ile olacakların arasına sıkışan bedeninden bezdi. Nefes almakta zorlandığını hissetti. Gömleğinin yaka düğmesini açarak biraz olsun rahatlamak istedi. Yaşadığı dakikaların hemen bitmesini istiyordu ama en önemli paylaşım henüz gerçekleşmemişti.
Kadına baktı. Dağı taşı darmadağın, gemileri suya gömülmüş, yüreği ateş içinde. Yüzü, fırtınaları dağıtan sema sanki... Ama rengi değişmiş, kararsızlaşmış… Yanardağ olmuş yanıyor iç alemi. Tanıyor onu. Devamlı çiçeklere bakıyor; adamın görmediğini düşünüyor bu viraneyi. Silüetini sislerin sildiği şehirler gibi, et ve kemikten resmini okuyamadığını düşünüyor. Susuz kalmış şelaleler gibi anlamını git gide yitirirken; neler olduğunu göremiyor kadın. Belki de görüyor.
Kaçamak bakışlarıyla çevresindeki tüm taşları neredeyse sayan kadın susuyor... Adam da susuyor. Sanki konuşursa, sarf ettiği sözler, karşısındakini değil de onu tüketecek gibi hissediyor... Elini, kolunu, tüm uzuvlarını kaybedecekmiş gibi... Ağaçsız, yapayalnız şu dağda, tek başına kalmış, şu karşıdaki yamaca tutunmuş, kuru meşe gibi hissediyor adam; kalbi alınmış gibi kadın. Parmaklarını kaybetmiş gibi adam; ölmek üzere sanki kadın. Dallarını yitirmiş gibi; titriyor adam... Yıldızların fezayı yitirmesi gibi kadın...
Darmadağın taşları dağ etmeye çalışan adam, sesini açma gayretiyle öksürüyor. Bu öksürük daha çok içeriden harladığı ateş oluyor ve ısıtıyor ortamı. “Büyük bende, küçük sende... Sende mi kalsın?” Kadın elinde üç çiçek onlara bakarken “Ya ortanca?” diyor. Ayaklarının altına serilmiş yeryüzü sanki kayıyor. Adam yere çömeliyor. Görünmeyen ve yüreğinde kopan fırtınaya dayanamayarak, kumu, taşı, börtü böceği ve başka ne varsa, avuçlarına hapsederek kavrıyor toprağı. Onlar da adam gibi, bu fırtınadan çıkabilmek için uygun zamanı beklemeye koyuluyorlar.
Düşünüyor derin derin. Sinsi bir hastalığa yakalanan bedenine bir reçete yazmalı artık. Yer kayarken tutmaya mı çalışıyor; hayatına el uzatmak ister gibi. Keşke elinde olsa. Elinde olsa her şeyi yapardı adam.
Yumruk yaptığı eli, ilkbahar yağmurlarının ıslattığı, yer yer çamurlaşmış, nemli ve hiçbir suçu olmayan toprağı serbest bırakmaya karar veriyor. Eli kalbinde şimdi. Bu kez babası geliyor gözlerinin önüne. “Çocukları anasına ver oğlum; sen bakamazsın!”
Sıkıştıkça sıkışıyor. Üzerine binmiş yükler, azar azar eksilmeye başlarken, karşı koyamadığı bir çekimle baş başa kalıyor. Onu çağıran aydınlık bir kapı aralanıyor önünde. Sis dağılıyor, berraklaşıyor düşünceleri. Sıkıştıkça keskinleşiyor, kesinleşiyor fikirleri. Geç kalmışlığın vicdan azabını görüyor karşısında.
Vazgeçmek istemiyor. Aşılabilir bu girdap. Şu davetkar kapıdan birlikte girilebilir, ardında sakladığı güzelliklere birlikte uzanılabilir. O da isterse... Yüzüne bakıyor... Yıllarını ona adayan hayat arkadaşına. Kendini suçluyor adam. Karısının yüzüne oturan çizgiler zaaflarının, ötelediklerinin, kararsızlıklarının, onu önceliği yapmamasının eseri belki de. Orada, o noktada, o yol ayrımında olmalarının suçlusu kendisi belki de. Aniden yerinden kalkarak kadının yanına gidiyor.
“Veremem!” diyor. Kadın şaşkınlıkla ona bakıyor ve ne dediğini anlamaya çalışıyor. Adam devam ediyor.
“Veremem, canımı veremem; ellerimi, kollarımı, ruhumu veremem! Senden de bunları isteyemem. Sizler benim her şeyimsiniz.”
Kadın hâlâ elindeki üç çiçeğe bakıyor. Sonra adama dönüyor, adamın gözlerindeki o yolu, o da görüyor. Kalbini yokluyor. Evet, ona uzanan bu eli tutabilir, pişmanlıkla bakan bu gözleri affedebilir. “Zaman, bir insanın sevdiklerine verebileceği en değerli hediye değil mi?” Kadın anlaşılmanın iç rahatlığı ve huzuruyla gülümsüyor:
“Ne dersin, bu son konuşmayı, sonsuza kadar ertelesek mi..? Sonsuza kadar...”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.