- 87 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Toplumsal Dayanışma ve İnsanî Değerlerin Krizi
Toplumun her kesiminin birbirine bağlı olduğu ve sağlıklı bir toplum yapısının ancak karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma ile mümkün olduğu bilinir. Yoksulun, mazlumun, kimsesiz ve çaresizlerin ihmal edildiği bir toplumda insanî değerlerin yavaş yavaş eridiğine, vicdanın köreldiğine tanıklık ederiz. Peki, modern çağda bu değerler ne kadar canlı? Gündelik hayatın akışında, yardıma muhtaç birini gördüğümüzde içimizden gelen yardımlaşma dürtüsüyle mi hareket ediyoruz, yoksa “Benim de kendi dertlerim var” diyerek bir an önce oradan uzaklaşmayı mı seçiyoruz?
Bir toplumun insani değeri, yalnızca refah içinde yaşayanların sayısıyla değil, yardıma muhtaç olanlara nasıl davrandığıyla da ölçülür. Ne yazık ki, kapitalist sistem içinde bireyci bir yaklaşımla hareket eden toplumlar, dayanışma ve yardımlaşmayı bir yük gibi görmeye başlamıştır. Herkesin kendi çıkarlarını öne alarak hareket ettiği bir dünyada “diğerleri” artık önemli değildir. Toplumların bireysel başarıya odaklandığı bu düzen, başkalarının dertleriyle ilgilenmeyi “zayıflık” olarak görürken, aslında asıl zayıflığın empati eksikliğinde yattığını görememektedir.
Kapitalist düzenin temelinde, bireylerin kişisel başarılarına odaklanması, rekabetin ön planda olması yatar. Bu sistemde “yardım etmek” gibi değerler, çoğu zaman ekonomik çıkarın gölgesinde kalır. Kapitalizmin aşılamadığı “ben merkezci” zihniyet, toplumsal değerleri ve ortak iyiliği hiçe sayar. Çoğu insan, başkalarının sorunlarıyla ilgilenmek yerine kendi kazancını artırma peşine düşmüş durumdadır. Bu bireyci tutum, toplumların içten içe çökmesine sebep olmaktadır. Peki, bu düzenin sonucu olarak insanlar ne kazanıyor, ne kaybediyor? Kendi çıkarlarımız için toplumsal değerlerimizi yok ettiğimizde geriye ne kalıyor?
Dünya çapında sayısız başarı hikayesi, büyük servet biriktiren isimler örnek gösterilirken, göz ardı edilen şey, bu başarının kimlerin sırtına basarak elde edildiğidir. Oysa gerçek başarı, sadece bireyin değil, toplumun ve insanlığın yararına olanı yapabilmekten geçer. Kapitalist düzenin hakim olduğu toplumlarda bu anlayışa rastlamak zordur çünkü bu düzende, “başarılı” olmak için başkalarını görmezden gelmek, hatta gerektiğinde acımasız olmak bir başarı sayılmaktadır.
Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde yaşayan, imkansızlıklar içinde mücadele eden aileleri düşünelim. İş bulamayan bir baba, çocuklarını doyurmakta zorlanan bir anne ya da okula gidemeyen bir çocuk… Bu insanlar, yardım eline ihtiyaç duyar ancak çoğu zaman kimse onların yaşadığı dramı görmezden gelir. “İhtiyaçları olmasına rağmen yiyeceği; yoksula, öksüze ve tutsağa yedirirler.” ayetinin ruhunu yansıtan kaç kişi kalmıştır? Herkesin kendi konforunu ön planda tuttuğu bir toplumda, yardıma muhtaç kişilere sırt çevirmek, insaniyetin sessizce yok olması anlamına gelir.
Bu öyküler, toplumumuzda “normal” olarak kabul edilen adaletsizliklerin birer yansımasıdır. İşte bu noktada, bireysel çıkarlarımıza öncelik vermenin ne denli yanlış olduğunu fark etmek zorundayız. Sadece kendi rahatımız için yaşadığımızda, aslında hayatın en önemli anlamını kaybettiğimizin bilincine varmamız gerekir.
Bir toplum, bireylerin bir arada yaşama isteği ile kurulur ve bu bir arada yaşama isteği, aynı zamanda karşılıklı sorumlulukları da beraberinde getirir. Toplumun zayıf kesimlerine, ihtiyaç sahiplerine destek olmamak, o toplumun bütünlüğünü tehlikeye atan bir yaklaşımdır. Sosyal dayanışmayı reddetmek, yalnızca bireylerin değil, tüm toplumun zarar göreceği bir durumu yaratır.
Günümüzde sosyal eşitsizliğin artması, toplumsal huzursuzluk ve suç oranlarındaki yükselme, yardımlaşmanın ihmal edilmesinin en somut sonuçlarıdır. İhtiyaç sahiplerine sırt çevirmenin toplumsal uyumu bozduğu aşikardır. Bir toplumda yardıma muhtaç kesimlere gereken önem verilmediğinde, bu kesimlerin topluma karşı olan bağlılığı azalır ve dolayısıyla toplum içindeki kopmalar başlar. Bir binayı güçlü yapan temel taşıdır; ancak o temel taş çatlamaya başladığında tüm bina çöker. Yardımlaşmayı ve dayanışmayı ihmal etmek, toplumun temel taşını çatlatmak demektir.
İslam dininde, yardımlaşmanın, paylaşmanın ve mazlumun yanında olmanın önemi büyüktür. “İhtiyaçları olmasına rağmen yiyeceği; yoksula, öksüze ve tutsağa yedirirler” ayeti, bu temel ilkeyi en güçlü şekilde ifade eder. İslam’ın öğretisinde, insan, yalnızca kendi rahatını ve çıkarını düşünen bir varlık olmaktan ötedir. İhtiyaç sahiplerine yardım etmek, bir görevden ziyade, bir imtihandır. Zira Allah, verdiği nimetleri aynı zamanda bir sınav aracı olarak kullanır ve insanın bu nimetleri nasıl değerlendirdiğine göre bir ahlaki sınavdan geçirir.
Bugün, kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu ayetin muhatabı olan toplumlar, bu öğretiye ne kadar sadık kalıyor? Eğer toplum olarak Allah’ın emirlerine uygun yaşamıyorsak, yani yoksulu, yetimi, çaresizi görmezden geliyorsak, bu ihmalin bedelini hem dünyevi hem de uhrevi anlamda ağır bir şekilde ödemek durumunda kalabiliriz. Çünkü insani değerlerimize sırt çevirmek, yalnızca maneviyatımızı değil, dünya üzerindeki huzurumuzu da yok eder. Allah’ın bize bahşettiği nimetleri paylaşmaz, muhtaçlara yardım elimizi uzatmazsak, bu nimetlerin elimizden alınacağı ve dünyada huzursuzlukla sınanacağımız bilinciyle hareket etmeliyiz.
Erol Kekeç/07.11.2024/00.30/Sancaktepe/İST
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.