- 103 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
DOSTOYEVSKİ/ "BUDALA"
“Yazar ve yarattığı roman kahramanı arasındaki benzerlikler”
YAŞAR YILTAN
Yazarların yaşamlarına etki eden olayları, tam olarak belirlemek oldukça zordur. Ancak, yazarların kimi eserini dikkatle inceleyerek bunların bir kısmını belirleyebiliriz. Yazarların eserlerinden yola çıkmak, bizi gerçeğe daha çok yaklaştırır. Çünkü eserler, yazarların yaşamında önemli saydığı, anlamlı bulduğu ve içten içe yaşadığı olayların anlatımıdır. Gerçi olaylar, sanat eserlerinde hayal ile farklı yönlere kayabilir. Ancak, kimi eserler de vardır ki, yazarın yaşamıyla adeta birebir örtüşür.
Yazılan şeyler, asla hiçbir şeyi tam olarak anlatamaz. Yazarın yaşadığı mekânlar, karşılaştığı kişiler, seçtiği olay ve bunların kendi içlerinde olan bağlantılarına göre kurgulanması gibi noktalar ele alındığında, yazarın yaşadıklarının esere nasıl girdiğini göstermesi bakımından, yazdığı eserleri incelemek oldukça önem kazanır.
Yazarlar, yaşamlarının belli dönemlerinde, yazdıkları eserlerinden birinde kendi yaşamöykülerine oldukça fazla yer verirler. Dostoyevski de “Budala” adlı eserinde böyle yapmıştır. Yazarın kırk yedi yaşındayken yazdığı bu eserini dikkatli bir biçimde okuduğumuzda, Dostoyevski ile roman kahramanının karakterinin ve yaşayışının birçok yönden örtüştüğünü görürüz.
İncelediğim “Budala” (İdiot) adlı eser, ilk defa 1868 yılında “Mesager de la Russie” dergisinde yayınlanmaya başlanmış ve aynı yıl içinde de kitap olarak basılmıştır. Bu kitabın Türkçesi Celal Öner tarafından yapılmış ve Oda Yayınları tarafından İstanbul’da Nisan 2003’te yayınlanmıştır. Birinci basımdır, tek cilt ve 638 sayfadır.
DOSTOYEVSKİ İLE “BUDALA” ADLI ROMANININ KAHRAMANI PRENS MİŞKİN’İN KARŞILAŞTIRILMASI:
DOSTOYEVSKİ: Rus edebiyatının en önemli kişilerinden biri olan Feodor Mihayloviç Dostoyevski, 1821’de, Moskova’da, babasının cerrah olarak çalıştığı yoksullara özgü bir hastanede doğdu. Çocukluğu, Moskova’daki Marya hastanesinin bir lojmanında sert, sinirli ve çoğu zaman sarhoş bir babayla hasta bir anne arasında, sefalet içinde geçti. 1831’de daha on yaşındayken Daroyova yurtluğunu satın aldılar. Annesi Mari Fedorovna çocuklarını alıp yazlığa götürüyordu. Babası işi nedeniyle ancak birkaç günlüğüne geliyordu. Yazlıkta geçirdiği bu günler onun en mutlu günleriydi. On üç yaşındayken Moskova’nın en iyi özel okullarından birine yatılı olarak verildi. Dostoyevski 1837’de 16 yaşındayken, annesi veremden öldü. Bu ölüm aileyi çok sarstı. Dostoyevski ve kardeşi Mihail yıldırımla vurulmuşa döndüler. 1938 yılında babasının zorlamasıyla katı disiplinli Petersburg Askeri Mühendislik Okulu’na yatılı olarak gönderildi.
Sinirli, aşırı duyarlı bir yaratılışı olan Dostoyevski ( o sıralar kendisine takılan adla “ateş Fedya), ağır ders ve talimlerden fırsat bulduğu zamanlarda, şiddet ve cinayet konularını işleyen kitaplar başta olmak üzere, çeşitli kitaplar okuyordu. Bu arada Rus şairlerinden Jukovskiy ile Karamzin’i pek sevmişti. Puşkin’i ise adeta ezbere bilirdi. Goethe, Schiller, Balzac, Victor Hugo, George Sand, Corneille, Racine gibi Avrupa edebiyatının önde gelen adlarının eserleriyle de tanıştı. Yine kimi zaman bir köşeye çekilip düşlere dalarak, kimi zamansa kardeşi Mihail mektuplaşarak acı gerçeklerden kaçmaya çalıştı. Ancak bir şey vardı ki, yapayalnızdı.
Baba Dostoyevski, karısının ölümünden sonra, kendisini tamamıyla içkiye verdiği için çalışamaz duruma geldi. En sonunda Moskova’dan ayrılıp, Daroyova çiftliğine çekildi. Burada, köylülere ve kölelerine o kadar kötü davrandı ki en sonunda kendisini öldürmelerine yol açtı (1839).
Dostoyevski’ye babası ölmeden önce, babasının ölümünü çok istemesi de ayrıca etki etmiş, babasının ölümünden sonra da kendini suçlamış ve tüm bunların bir araya gelmesi sonucunda sara hastalığına yakalanmıştır ki, bu sara hastalığı ömür boyu onun peşini hiç bırakmamıştır. Dostoyevski’nin yaşam öyküsünü yazan kimi yazarlara göre, ilk sara nöbeti geçirmesinde de bu “düşünce” etkili olmuştur.
1843 yılında Petersburg Askeri Mühendislik Okulunu bitirerek orduya girmişse de, askerlik mesleğini çekici bulmadığından bir yıl sonra ordudan ayrılmış, edebiyat alanında kendini denemeye karar vermişti. 1846 yılında “İnsancıklar” adlı ilk romanını yayınlamıştır. Genç Dostoyevski, bu ilk eseriyle sağladığı ünden sonra kendisine büyük ilgi gösteren edebiyat çevrelerinde ve sosyete salonlarında kişisel görünümüyle etkili olmayı başaramadı. Kısa boyu, kül rengi küçük gözleri, sinirden sürekli seğiren dudakları ve sakar davranışlarıyla hastalıklı bir kişi izlenimi uyandırıyordu. Alışık olmadığı bu toplumsal ortamdan kaçmak için edebiyat çalışmalarına sığındı.
Dostoyevski, zayıf, sinirli, duygusal, bir anda coşkudan çöküntüye geçen bir kişiliğe sahipti. “İnsancıklar” adlı kitabının başarı kazanmasıyla, özellikle Belinski’nin övgülerini kazanıp yazarına ün sağladığında coşan Dostoyevski, hemen ardından yayınladığı ”Öteki”, “Ev Sahibesi” gibi kitapların aynı başarıyı yakalayamaması üzerine, üstelik ”İnsancıklar”ı öven eleştirmen Belinski’nin alaylarına hedef olunca ruhsal çöküntüye uğradı. Üzüntüden hasta oldu. Kendisini dengesizliğe kadar sürükleyen gerilimlerden kurtulmayı bilen ve dış dünyadan kopan benliğinin parçalanışını kendisi çözümleyen yazarın eserlerindeki en zengin ruhbilimsel temalardan biri de bu çift kişiliklilik temasıdır. Dostoyevski, yazmayı sürdürerek “Beyaz Geceler” ile “Bir Yufka Yürekli”yi yayınladığında da beğenilmemesi gururunu iyice incitti.
Bunun üzerine o sıralarda Petraşevski’nin çevresinde toplanan gizli bir örgüte katıldı. Bunların amacı Rusya’daki toprak köleliğini, köylü serfliğini kaldırmaktı. Düşüncelerinin kaynağı ise, zamanın Fransız sosyalistleri olan Fourier ile St. Simon’dan alınmıştı. Asıl kaynak bu olsa da onlar için rehber, Belinski’nin Gogol’a yazmış olduğu, Rus toplumuyla ilgili mektuptu. Bu mektupta Rusya’daki mevcut düzen ile birlikte polis, memur ve bütün devlet erkân ve mekanizması eleştirilmekte; Rusya’daki köylü serfliği de şiddetle kötülenmekteydi. Grubun son toplantısında yine bu mektup okunmuş, çok geçmeden de bu grup üyesi tüm gençler, Batı’dan gelen devrimci düşüncelerin yayılmasından çekinen Çar Nikola-I’in emriyle tutuklanmış ve mevcut rejimi yıkmak suçuyla ölüm cezasına çarptırılmışlardı (1849).
Çar’dan gelen bir emirle canlarının bağışlandığı, cezanın infazına birkaç dakika kala bildirilmiş; Dostoyevski’nin cezası, hafifletilerek dört yıllık kürek cezasına çevrilmiş, ayrıca beş yıl sürecek bir de sürgün cezası verilmişti. Sibirya’nın Omsk bölgesindeki dört yıllık kürek cezasından sonra Dostoyevski, 1854’ten 1859’a kadar da Sibirya’nın Semipalatinsk kasabasında beş yıl sürgün olarak kaldı. Bu kasabada yoksul ve veremli genç dul Marya Dimitriyevna İsayeva’ya acıyarak, onunla evlendi.
“İdam, kürek cezası, sürgün” Dostoyevski’yi oldukça fazla etkilemiştir. Hatta şunu da söyleyebiliriz; tüm bunlar Dostoyevski için yaşamının önemli bir dönüm noktasıdır.
Yine, tüm maddi ve manevi yoksunluklara ve sara nöbetlerine karşın bu korkunç yıllar, Dostoyevski’nin İncil’i ve mahkûmlardaki gönül zenginliğini, yani “sert kabuğun içindeki altın”ı keşfetmesini sağladı. Hapishanede kitap olarak sadece “İncil” (Yeni Ahit) bulundurulmasına izin veriliyordu. Zaten mistisizme çok eğilimli olan Dostoyevski bu nedenle Hıristiyanlık kurallarını incelemeye fırsat buldu. İsa’nın çile çekerek insanlığı kurtarmaya dayanan öğretisi ve Rus Ortodoks Kilisesi’nin ruhaniliği, gözünde daha derin bir anlam kazandı. Bir zamanlar sosyalizmle ilgilenen yazar, şimdi de hıristiyanlıkla ilgilenmişti. ”
“Ölüler Evinden Anılar”da Dostoyevski, karısını öldürdüğü için ağır hapis cezasına çarptırılan bir adamın anıları biçiminde sunulan bu kitapta, anlatılan sadece bu olay değildi elbette. Bunun yanı sıra hapishanedeki korkunç yaşayışı, oradaki alışkanlıkları anlatmakta ve hapishanenin dikkati çeken tiplerini betimlemektedir.
Ölüm cezasının infazı ile hazırlıklar sırasında geçirmiş olduğu “korku ve heyecan” da, Dostoyevski üzerinde derin izler bırakmıştır. 1868 yılında yazdığı “Budala” adlı romanında bir idam mahkûmunu anlatmıştır. Bu romanın kahramanı olan Knyaz Mışkin, sanki yazarın kendisi; romanının öyküsü de sanki yazarın kendi yaşam öyküsü gibiydi. Roman kahramanı Mişkin, sara nöbetleri ve buhranlar içinde geçen yazarın yaşamıyla, aynı yaşamı yaşamış gibiydiler.
1860 yılında, on yıl önce ayrıldığı ve tutkunu olduğu Petersburg’a özgür bir insan olarak dönen Dostoyevski, sağlığının iyice bozulmasına karşın (sara krizleri gibi), çalışmasına büyük bir hız verdi. Kardeşi Mihail ve N.N. Strahov ile birlikte önce “Vremya”(Zaman), sonra da “Epoha”(Dönem) adlı dergileri çıkardılar.
Dostoyevski, 1862 yazında hep gitmek istediği, ama bir türlü gidemediği yurt dışı gezisini yaptı. Fransa, İngiltere ve İtalya’ya gitti. Bu arada Çarlık yönetimi Strahov’un bir yazısı nedeniyle “Vremya”yı kapattı. Dostoyevski, bu bunalımın ortasında, sara tedavisi görme gerekçesiyle borç para bularak yeniden yurt dışına çıktı. Ama gerçek amacı Almanya’nın Wiesbaden kentindeki kumar masalarında şansını denemek ve yakın ilişki içine girdiği, dergi yazarlarından Polin Suslova ile buluşmaktı. Her iki konuda da talihi yaver gitmedi. Aşk ve nefret duygularını iç içe yaşayan, garip davranışlı bir kadın olan Suslova ile sürdürdüğü gönül ilişkisi, daha sonra Suslova’nın verdiği sözden cayması üzerine sona erdi. Suslova, Dostoyevski’nin romanlarında görülen “şeytani kadın” temasına kaynaklık etti.
Rusya’ya dönüşünde kardeşiyle birlikte bu kez “Epoha” adlı yeni bir dergi çıkardı. Ancak 1865 yılında kardeşi Mihail’in ölümünden sonra dergi çalışmalarına son verdi. Bu dönemde yazar birçok kitap da yayınladı. Ama bunlar içinde, büyük “metafizik” romanlarının ilki ve tüm eserlerinin anahtarı olan ”Yeraltından Notlar” adlı kitabını yayınladı (1864).
Dostoyevski’nin maddi durumu çok kötüleşmişti; çünkü yazar tüm kazancını kumara veriyordu. Hatta o kadar çok borçlanmıştı ki, bu borçları ödeyecek durumu yoktu. Tamamiyle kitap yazmaya yöneldi. Alacaklılarının sıkıştırması nedeniyle, çok çabuk yazıyor; herhangi bir romanının bir kısmı yayınlanmışken diğer kısmını bitiriyor, düzeltmeye fırsat bile bulamıyordu. 1866 yılında bu para sıkıntısını gidermek için eserlerini toplu olarak üç cilt halinde yayınlıyor ve buradan aldığı paralarla borçlarının önemli bir bölümünü ödüyor ve hapse girmekten kurtuluyordu.
Yine aynı yıl, en iyi ve en ünlü romanı “Suç ve Ceza”yı yayınladı. Bu kitap, yayınlandığı zaman ülkede büyük bir fırtınanın kopmasına neden olmuştu. Çünkü bu roman yayınlanmadan bir süre önce, 1861 yılında Rusya’da toprak reformu yapılmış, toprak köleliği kaldırılmıştı. “Suç ve Ceza”nın kahramanı Raskolnikov, insanları “üstün insan” ve “basit insan” olmak üzere ikiye ayırır ve üstün insanların her şeyi yapabileceklerini savunur. Bunun sonunda yaşlı tefeci bir kadını öldürür. Sonunda da Sibirya’ya sürgüne gider.
“Sefalet içindeki yaşamı, sara hastalığı ve kumar tutkusu” onu çok fazla etkiliyordu. Tüm bu olumsuzluklara karşın, yine de başarı kazanmak için büyük bir hırsla çalışıyordu. Zaten Dostoyevski’nin en önemli özelliği, güçlü bir yaşama hırsına ve mücadeleci bir kişiliğe sahip olmasıydı. 1867 yılında “Kumarbaz” adlı kitabını yayınladığını görüyoruz.
1867 yılında, bir yıl önce yazılarında yardımcı olması için tuttuğu yirmi yaşındaki genç bir stenograf olan Anna Snitkin ile ikinci evliliğini (Kendisi o yıllarda kırk altı yaşındaydı) yaptı. Aynı yıl genç karısıyla birlikte Avrupa’ya gitti. İki üç ay kalmak için gittikleri Avrupa’da dört yıl kaldılar. Bu süre içinde belli bir yerde durmuyor, sürekli yer değiştiriyordu. Avrupa’da Dresden, Hamburg, Cenevre, Floransa, Basel gibi yerlerde dolaşıyordu. Çünkü alacaklıları onun peşini bir türlü bırakmıyordu. Bu arada bir çocuğu oldu ama birkaç gün sonra trajik bir biçimde öldü. Zaten hiçbir zaman aklından atamadığı, ona kâbus gibi gelen ölüm olayı; kendisinin son anda ölümden kurtulması en başta olmak üzere, annesinin, babasının, ilk karısının, kardeşinin ve en sonunda da onu en çok etkileyen doğduktan bir süre sonra trajik bir biçimde ölen çocuğu; bunlardan özellikle de çocuğunun ölümü onu çıldırmanın eşiğine getirecek kadar etkiledi. Kendini yine tamamen kumara verdi. Ailesi dağılmak üzereyken karısı ona bir şans daha verdi; artık kumar oynamayacak, gece gündüz yazı yazacaktı.
Alacaklılardan kaçmak için durmadan yer değiştirmekten bıktığından, sonunda Rusya’ya, Petersburg’a dönmeye karar verdi ve de 1871’de döndü. Gerçi burada da alacaklılar onun peşini yine bırakmıyorlardı, ama durum eskisine göre biraz daha farklıydı. Artık dünya çapında bir yazar olduğu için, onun kapısını sadece alacaklılar çalmıyor, yayın evi sahipleri de çalıyordu. Yayınevi sahipleri ondan yeni eserler istiyorlardı.
Artık bundan sonra yazdığı romanlarında sadece yaşamının bir dönemini değil, “yaşamının her dönemini içine alan izlenimlerini” yazdığını görüyoruz. Örneğin, son romanı “Karamazov Kardeşler” adlı kitabı. Dostoyevski,1880’de yayınlanan bu romanında, babaları yaşlı Karamazov’u öldürmelerinden kuşkulanılan üç kardeşin Dimitri, İvan ve Alyoşa’nın hikâyelerini anlatır. Birçok edebiyat tarihçisi romandaki babanın öldürülmesi ile Dostoyevski’nin babasının öldürülmesi(?) arasında bir bağlantı kurar. Gençlik yıllarında Dostoyevski kardeşlerin babalarının ölmesini çok istemeleri ve bir süre sonra da öldürülmesi, onları suçluluk duygusuna itmişti. Yine Dostoyevski, çocuğunun ölümünden dolayı da kendini suçlu hissetmişti. Böyle olunca da bu eserinde Dostoyevski, hem bir baba hem de oğul olarak duyduğu suçluluk duygularına göndermeler yapmıştır.
1880 yılının başında yakalandığı hastalıktan kurtulamadı, tam bir yıl sonra 1881’de Petersburg’da öldüğünde, tüm kültürlerin birleşimini gördüğü ve insanlığa kılavuzluk edeceğine inandığı Rusya, sanki peygamberini yitirmişti. Rus halkı ona olan minnettarlığını, misli görülmemiş bir cenaze töreniyle gösteriyordu.
PRENS MİŞKİN: Dostoyevski’nin yazdığı “Budala” adlı eserin kahramanıdır. Sara hastası olan Prens Mişkin, bir profesör tarafından iyilikseverlikle tedavi edilmekte olduğu İsviçre’deki Şnayder kliniğinden dönüyor. Öksüzdür. Malı mülkü olarak, küçük bir giysi çıkınından başka bir şeyi yoktur. Bir Rus köylüsüne benzeyen yirmi altı yaşındaki Prens Mişkin, budalalık derecesinde iyi biridir.
Bir tutku romanı olan “Budala” Dostoyevski’nin yazdığı ilk büyük aşk romanıdır. Bununla birlikte, Budala’nın entrikasını oluşturan aşklar, gerçek aşk değerinde değildirler. Varşova Ekspresi ile Petersburg’a (Rusya) dönmüştür. Petersburg’taki ilk işi General Epançin’i ziyaret etmek olur. Generalle belli belirsiz bir akrabalığı vardır ve kişisel işlerinde onun öğütlerinden yararlanacağını umuyor. Bu nedenle onun evine gidiyor. General’in karısı ve üç kızıyla birlikte sohbete başlıyorlar. Prens Mişkin, idam cezası alanların idam edilişlerini, yoksulları, Marie’yi anlatıyor. Kendisine miras kalabileceğinden söz ediyor. Prens Mişkin çok geçmeden ailenin içine girmiştir artık, hatta girer girmez bütün entrikalara da karışmıştır. Derken, yalnızlığından sıyrılan Mişkin’in sakarlığı ortaya çıkmış, çok değerli bir Çin vazosunu kırmıştır. Ama aile, ona kızmıyor.
Art düşüncesiz bir yalınlıkta tartışmaya giriyor insanlarla. Bu yalınlık kendisine düşman olanları yumuşatıyor. Ona gülüyorlar kuşkusuz. Ama bir yabancının, dil yanlışlarına göz yumulduğu gibi, onun da görgü kurallarını ihlalleri bağışlanıyor. Bir başka yerden kabul ediyorlar onu. Bu kafa yoksulu yaratık, akıllı uslu insanları düşündürüyor.
Epançinlerin güzel kızı Aglea onu etkiliyor. Ancak Nastasya Filipovna da onu cezbediyor. Prens Mişkin’in elinden sevmekten başka bir şey gelmiyor. Prens Mişkin, Aglea ve Nastasya Filipovna arasında bir seçim yapmak zorundadır. Bir fotoğraf üzerinde Nastasya Filipovna’nın yürekler acısı yüzünü görür görmez, bu büyük günahlı kadına adını vermeye karar veriyor. Nastasya Filipovna ile evlenmeye karar veriyor. Bununla birlikte bu isteğin saçma olduğunu da bilmiyor değildir. Genç kadını kötü ve kaba Rogojin’in elinden kurtarmaya çalışıyor. Evlilik hazırlıkları yapılıyor. Nastasya Filipovna ile kilisede evlenecekleri sırada Rogojin geliyor ve Nastasya’yı sessizce alıp gidiyor. Mişkin bunu sakince karşılıyor ve bir şey demiyor. Nastasya Filipovna’yı ölüme gönderdiğini çok iyi biliyor. Daha sonra, Rogojin, Nastasya’yı öldürüyor. Prens, bu olayı bilmeden, çağrılmadığı halde Rogojin’in evine gidiyor. Çünkü bir felaket olduğu “içine doğuyor”. Rogojin de onu beklemektedir. Prens’in geleceği onun da içine doğuyor. Rogojin ve Mişkin birlikte Nastasya’nın cesedinin bulunduğu eve gidiyorlar. Prens, rakibi Rogojin’e karşı düşmanca tavır içinde bulunmuyor. O geceyi orada birlikte geçiriyorlar. Sabah olduğunda Prens’i krize girerek budalalaşmış olarak buluyorlar ve tekrar İsviçre’ye Şnayder’in kliniğine gönderiliyor.
Prens, kendisinin olmayan bu iklimde yaşamasını bilemedi. Prens Mişkin yeryüzünün olağanüstü bir yaratığıdır. Bu doğaüstü varlığa, hissolunan dünyada birtakım bağlar vermek gerekiyordu. Ağırlığı ve hacmi olmayan bu kahramanı zenginleştirmek için Dostoyevski, kendi kişiliğinden yararlanıyor.
DOSTOYEVSKİ İLE MİŞKİN’İN BENZER YÖNLERİ: Görünüşleri, sara hastalıkları, idam ve sürgün olayları, dine inanışları, Petersburg’da bulunuşları, Avrupa’ya gidişleri, aşk ve evlilikleri, rakiplerine yaklaşımları, para ve miras, verem ve acıma, kumarbazlıkları, ölüm, çıldırmaları (delirmeleri).
GÖRÜNÜŞÜ: Dostoyevski, kısa boylu, kül rengi küçük gözleri, sinirden sürekli seğiren dudakları ve sakar davranışlarıyla hastalıklı bir kişi izlenimi uyandırıyordu. Yine Dostoyevski yaşamı boyunca, karşısındakileri tedirgin eden, garip, çok hafif perdeden bir esele konuşmaktadır. Genç Dostoyevski, ilk eseriyle sağladığı ünden sonra kendisine büyük ilgi gösteren edebiyat çevrelerinde ve sosyete salonlarında bu görünümüyle etkili olmayı başaramadı, hatta alay konusu olmaya başladı. Yine onun resmine dikkatle baktığınızda, alnının yan kısmında bir damarının nasıl da kabarık durduğunu fark edersiniz.
“Budala” adlı romanda Prens Mişkin, birinci bölümün birinci kısmında şöyle anlatılmaktadır: “...Muflonlu pelerin giyen yirmi altı-yirmi yedi yaşlarında, ortadan biraz uzun boylu, epeyce sarışın, gür saçlı, çökük yanaklıydı; küçük sivri sakalı, beyaza çok yakın renkteydi. Büyük mavi gözlü ve dalgın görünüşlüydü. Bakışları tatlı ama ciddi bir anlam taşıyordu; bu tuhaflıktaki anlam, kimilerinde epilepsi’nin işaretini göstermek için yeterliydi...”(s. 6)
Prens Mişkin dördüncü bölümün yedinci kısmında kendini şöyle anlatmaktadır: “...fikrimin yanlış anlaşılmasından ve değerinin azalmasından korkuyorum. Hareketlerim yerinde değil. Yersiz hareketlerim nedeniyle gülünecek hale düşüyor, ters etki bırakıyorum. Bende ölçü duygusu da yok; bu da alabildiğine önemli bir şey... Benim için en iyisi susup bir kenarda oturmaktır. Uslu uslu bir oturup sustuğumda, daha zeki bile görünüyorum...” (s. 574)
Kitapta Prens, bir Rus köylüsüne çok benzeyen yarım akıllı biri olarak anlatılmaktadır. Dördüncü bölümün dokuzuncu kısmında onunla ilgili şunlar söylenmektedir Prens Mişkin için: “...Size ‘budala’ diyenlerle hemfikir değilim, bunu duymak bile üzüyor beni. Siz, böyle nitelenmeyecek ölçüde akıllısınız. Fakat şunu da kabul edersiniz ki sizin de, diğer insanlardan başka türlü tuhaflıklarınız var... Alabildiğinize dürüst olduğunuzdan, içten inandığınız, bütünüyle size has inançlarınız var.”(s. 602-603)
Prens Mişkin, Dostoyevski’nin dış görünüşüyle karşılaştırıldığında çok benzerlik göstermektedir.
SARA HASTALIĞI: Dostoyevski, sara (epilepsi) hastasıdır. Rusya’da tedavi görmeye çalışmış, ancak olumlu bir sonuç alamayınca sık sık yurt dışına gitmiş. Orada tedavi görmeye çalışmış, fakat yine olumlu bir sonuç alamamıştır. Bu konuda şunları söylemiştir Dostoyevski: “Aslında ben Berlin ve Paris’e sara hakkında uzman hekimlere (Berlin’de Ramberg ve Pariste Trusso’ya) konsültasyon yaptırmak üzere, kısa bir süre için gidiyorum. Bizde uzman hekim yok ve buradaki doktorlardan öyle çeşitli ve birbirinden zıt tavsiyeler alıyorum ki, kesinlikle onlara güvenim kalmadı.”... “fakat doktorlar orada oturmamı yasakladıkları ve orada yaşamamın doğru olmadığını kendim de müşahede ettiğim halde, yine Petersburg’ta kalmaya devam ediyorum.”(Mazon, André: Quelques lettres de Dostoyevski a Turgeniev- s.123-127)
Dostoyevski’nin ömür boyu peşini bırakmayan sara hastalığından, “Budala”nın birçok yerinde söz edilmektedir. Çünkü roman kahramanı Prens Mişkin de sara hastasıdır. Sara hastalığından kimi yerlerde kısaca söz edilirken, kimi yerlerde ise uzun uzadıya anlatılmaktadır.
Kitaba, daha başındayken bu hastalıktan söz edilerek başlanmıştır “...uzun süredir Rusya’dan uzak olduğunu, dört yıl önce titreme ve kasılma krizleriyle kendini gösteren epilepsi’ye benzer sinirsel bir hastalık nedeniyle, yurt dışına çıktığını söyledi...Ne oldu peki, sizi iyileştirebildiler mi? Sorusuna, “Hayır, iyileştiremediler,...”(s.7)
Birinci bölümün beşinci kısmında da yine bu hastalıktan söz edilmektedir: “...Hatırlıyorum da, soru bile soramıyordum. Bu, hastalığımın en şiddetli nöbetleri dönemine rastlıyor. Nöbetler sırasında, budala gibi oluyor, belleğimi bile kaybediyordum. İki-üç düşünceyi kafamda yan yana bile getiremiyordum. Hatırladıklarım bunlar. Ama nöbetler kesilince, tekrar sağlığıma ve gücüme kavuşuyordum...”(s.59)
Yine ikinci bölümün üçüncü kısmının sonunda da az da olsa anlatılmıştır. “...Başım iyice sersemledi, bir de şu hastalık... O zaman epey dalgın ve komik oluyorum...”(s.228)
Kitapta bu hastalığın ayrıntılı biçimde anlatıldığı asıl yer, ikinci bölümünün beşinci kısmıdır. Bu kısımda, roman kahramanı Prens Mişkin’in sara nöbeti öncesi, içinde bulunduğu karmaşık duygular, birbirini tutmayan düşünceler, karamsarlık gibi ruhsal yönlerin yanı sıra vücudundaki değişim de ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Ve ardından da nöbet: “ Aslında bugün, eski hastalık nöbetlerinin başlangıcındaki gibi epey tedirgindi. Nöbet gelmeden önceki anlarda, alabildiğine dalgınlaştığını, dikkatini toplayıp da bakmazsa, eşyayı ve yüzleri karıştırdığını biliyordu...”... “Bu arada, sara nöbeti uyanıkken gelirse, bundan önceki anlarda beyninin ansızın canlandığını, hayat gücünün çoğaldığını düşündü. Kafası ve kalbi alışılmamış bir ışıkla parlıyordu...”... “Fakat o anlar, bu ışık pırıltıları, krizin başladığı o son anın...”... “ ‘Bu imkansız, Parfen!..’ diye bağırmıştı. Sonra ansızın önünde bir yol açıldı, içten gelen olağanüstü bir ışıkla ruhu aydınlandı. Bu an, yarım saniye kadar sürdü, fakat Prens, göğsünden kopan hiçbir gücün durduramayacağı korkunç çığlığın ilk sesini belirgince, açıkça hatırlıyordu. Daha sonra kendini kaybetti ve her şey karardı.”...“Uzun zamandır gelmeyen bir sara nöbetine yakalanmıştı. Bilindiği gibi sara nöbeti ansız gelir. Bu anda yüz ve özellikle bakışlar değişir. Bütün gövdeyi, yüz hatlarını titremeler kaplar. Göğüsten hiçbir şeye benzemeyen, tarifi zor, korkunç bir çığlık kopar; insani bir şey yoktur bu çığlıkta...” (s. 234-246)
Prens Mişkin’in sara krizi böyle anlatılır. Burada Dostoyevski kendi sara nöbetini hatırlayabildiği en ince ayrıntısına kadar anlatmıştır. Prens Mişkin, sara nöbetleri ve buhranlar içinde geçen yazarın yaşamıyla, aynı yaşamı yaşamış gibidir.
İDAM OLAYI: Dostoyevski, Petraşevski’nin çevresinde toplanan gizli bir örgüte katıldı. Bunların amacı Rusya’daki toprak köleliğini, köylü serfliğini kaldırmaktı. Çok geçmeden de bu grup üyesi tüm gençler, Batı’dan gelen devrimci düşüncelerin yayılmasından çekinen Çar Nikola-I’in emriyle tutuklanmış ve mevcut rejimi yıkmak suçuyla ölüm cezasına çarptırılmışlardı (1849). Cezanın infazına birkaç dakika kala, Çar’dan gelen bir emirle canlarının bağışlandığı bildirilmiş; Dostoyevski’nin cezası, hafifletilerek dört yıllık kürek cezasına çevrilmiş, ayrıca beş yıl sürecek bir de sürgün cezası verilmişti. Sibirya’nın Omsk bölgesindeki dört yıllık kürek cezasından sonra Dostoyevski, 1854’ten 1859’a kadar da Sibirya’nın Semipalatinsk kasabasında beş yıl sürgün olarak kaldı.
“Budala” adlı romanın kahramanı olan Prens Lev Nikolayeviç Mişkin, adeta Dostoyevski gibi idam cezasına çarptırılmış ve son anda affedilip sürgüne gönderilmiş gibidir. Prens Mişkin sanki yazarın kendisi; romanının öyküsü de sanki yazarın kendi yaşam öyküsü gibiydi. Ölüm cezasının infazı ile hazırlıklar sırasında geçirmiş olduğu “korku ve heyecan”, Dostoyevski üzerinde derin izler bırakmıştır.
“Budala” adlı eserde Dostoyevski, bu idam olayını ve burada gördüklerini sadece birinci bölümün beşinci kısmında (s. 54-70) ayrıntılı bir biçimde şöyle anlatmaktadır. Bunun dışında da başka yerde idamla ilgili hiçbir şey anlatılmamaktadır. Dostoyevski, roman kahramanı Prens Mişkin’e şunları söyletmektedir: “Ölümden tam bir dakika önceydi... Adam ayağını sehpanın basamağına yeni atmıştı. Gözlerini benden tarafa çevirdi, o zaman yüzünü gördüm ve her şeyi anladım... Fakat nasıl anlatayım bunu? ...Sabahın beşinde, uyuyordu henüz. Ekim bitiyordu. Sabah beşte hava soğuk ve karanlık olur. Cezaevi müdürü, yanında gardiyanla usulca içeri girdi, hükümlünün omzuna yavaşça dokundu. Adam dirseğine yavaşça yaslanıp kalktı. Işığı gördü: ‘Ne oluyor?’diye sordu. ‘İnfaz saat dokuzda’ Tam olarak uyanamamıştı adam, inanmadı... Daha sonra: ‘Yine de zalimce böylesi, ansızın...’ dedi ve tekrar sustu, bir daha konuşmak istemedi.” Bundan sonra, yapılanları anlatmaya devam ediyor: “Daha sonraki üç-dört saat papazla, kahvaltıyla kahve ve şarap içerek geçmiş (Alay gibi, değil mi? Bunun ne kadar zalimce olduğunu düşünün! Aslında fenalık yoktur içlerinde, bunu insanlık adına yaparlar.) Burada Dostoyevski’nin düşüncelerini görüyoruz: “Daha sonra sıra giyinmeye gelir.( Bir mahkumun giyinmesinin ne anlama geldiğini bilir misiniz?). Sonra şehir sokaklarında darağacına götürülür... Sanırım bu yolculuk boyunca, önünde yaşayacak uzun vakti olduğunu düşünür. Yolda kendi kendine şöyle der: ‘Daha çok yaşayacağım! Önümde üç sokak daha var, sonra bir sokak daha var, sonra sağda fırıncının bulunduğu sokak...’ Çevresinde halk, çığlıklar, şamata, on bin yüz, on bin çift göz... Burada bunlara katlanması gerek. Ama aklında bir tek düşünce var: ‘Burada on bin kişi var, ama hiçbirini değil de, beni idam ediyorlar!..” (s. 68-69)
Romanda Prens Mişkin şöyle anlatıyor devamını (s. 69): “Kuşkusuz, dizleri ağırlaşmıştı ve güçsüzdü, midesi bulanıyordu. Bir şey boğazını sıkıyor, gıdıklıyor gibiydi... Bu güçsüzlük başlayınca, papaz hızla ve sessizce haçı dudaklarına götürdü. Küçük, gümüş, dört köşeli bir haçtı bu. Papaz bu haçı her an dudaklarına götürüyordu. Haç dudaklarına değer değmez, birkaç saniye için hükümlü canlanıyor, gözlerini açıyor, ayaklarını biraz daha sürüyordu sanki. Yanında alıp götürmesi gerekli bir şeyi unutmamak için telaşlanıyormuş gibiydi. Fakat onun, o anda dinsel bir kaygı içinde olduğundan kaygılıyım. Giyotine kadar bu böyle sürüp gitti...”
Sonra, Prens Mişkin başın giyotinle kesilmesiyle ilgili düşüncelerini anlatıyor: “...başın bıçağın altına girdiği son ana kadar, saniyenin dörtte biri kadar sürdüğünü düşünün... Başın birden demirin altına kaydığını duyacaksınız, bunu kesinlikle duyacaksınız...Baş, bedenden ayrıldıktan sonra çok kısa bir an bile, hâlâ bilinçli olduğunu iddia edenler olduğunu biliyor musunuz?” (s. 70)
Dostoyevski ile “Budala” romanının kahramanı Prens Mişkin’in idam olayında da ne kadar birbirine benzedikleri hemen anlaşılmaktadır.
DİNE İNANIŞI: Dostoyevskinin dini görüşü, mistik bir görüştür. Bir zamanlar sosyalizmle yakından ilgilenen Dostoyevski, özellikle hapishanede yattığı yıllarda Hıristiyanlığa merak sarmış ve Hıristiyanlıkla ilgili birçok şeyi orada öğrenmiştir. Hapishanede Hıristiyanlığı iyice öğrenmek zorunda kalkmıştır; çünkü hapishanede incilden başka kitap bulundurulmamaktadır.
“Budala” adlı kitabın kahramanı Mişkin’de de, Dostoyevski’nin bu özelliği aynen görülür. İkinci bölümün dördüncü kısmında Tanrı ve din konusuna ayrıltılı bir biçimde yer verilmiştir. “...Lev Nikolayeviç, size uzun zamandır soru sormak istiyordum: Tanrı’ya inanır mısınız, inanmaz mısınız?” “Bütün Hıristiyanlığın özü, yani Tanrı’nın babamız olduğu, Tanrı’nın insana gösterdiği sevgiyle bir babanın özçocuğuna sevgisinin benzer olduğunu anlatan bu düşünce; İsa’nın asıl düşüncesidir.” Rogojin ve Prens arasındaki bu konuşmalardan sonra, her ikisi de haçlarını değişmişlerdir. (s. 229-234) “ Üçüncü bölümün beşinci kısmında “...Siz inanmış bir Hıristiyan mısınız? Sizin kendinize Hıristiyan dediğinizi söylüyor Kolya.” Prens, ona ilgiyle baktı, yanıtlamadı.”(s. 399) Bu soru kitabın birkaç yerinde daha sorulmuş; ancak yine karşılık verilmemiştir.
Kitabın dördüncü bölümünün yedinci kısmında da bu konuda Prens’in ayrıltılı bir biçimde konuşmasında da görülür: “Katoliklik, Hıristiyanlık değil mi yani?” diye Prens’e bir soru yöneltilince, Prens Mişkin bunu şöyle yanıtlar: “Her şeyden önce, Hıristiyanlığın dışında bir dindir.” “Roma Katolikliği ateizmden de kötüdür... Ateizm, Roma Katolikliğinden doğmuştur! Katolikler, kendi kendilerine inanabilirler mi? Ateizm, onlara duyulan kinle güçlendi. Katolik yalanlarının ve ahlaki güçsüzlüğünün sonucudur... Avrupa’da büyük yığınlar, inançlarını kaybetmeye başladı.” “...Kitabımız ‘O’nu eserlerinden tanıyacaksınız’ diyor. “Unutmayın ki sosyalizm de Katolizmin ve temelinin bir ürünüdür. O da kardeşi ateizm gibi çaresizlikten kaynaklanıyor; Katolizme karşı ahlaki bir tepki oluşturuyor.”(s. 565-569)
Yine aynı bölümde Prens Mişkin, gelecek hakkında düşüncelerini de şöyle belirtiyor: “Rus insanına, ‘Rus Dünyası’nın yollarını açınız, toprağın içindeki bu gizli altını, bu tözü bulmasına yardımcı olunuz. Ona insanlığın gelecekte sadece Rus düşüncesi, Rus Tanrısı ve İsa’sıyla tekrar doğabileceğini gösteriniz. O zaman şaşkın dünyanın gözleri önünde epey güçlü fakat çok doğru sözlü ve uysal bir dev çıkacaktır göreceksiniz.” (s. 568)
PETERSBURG: Dostoyevski’nin yaşamında Petersburg’un yeri çok farklıydı: Çünkü yaşamının önemli bir kısmı orada geçti. Yine gençlik yılları orada geçti; 16 yaşında bu şehre geldi. Burada Petersburg Askeri Mühendislik Okulu’nu yatılı olarak okudu ve burada edebiyatı öğrendi. Kürek mahkûmiyet cezası ve sürgün hayatı biter bitmez de soluğu, yine Petersburg’da aldı (1860). Avrupa’ya uzun süreli gidişinden döndükten sonra da Petersburg’a geldi. İkinci evliliğini burada yaptı, yine eserlerinin çoğunu burada yazdı, dergileri burada çıkardı. Yine bu şehirde öldü (1881).
Petesburg onun yaşamında o kadar önemliydi ki, adeta orada yaşamayı ölümüne istiyordu: “...fakat doktorlar orada oturmamı yasakladıkları ve orada yaşamamın doğru olmadığını kendim de gözlemlediğim halde, yine Petersburg’ta kalmaya devam ediyorum.”(Mazon, André: Quelques lettres de Dostoyevski a Turgeniev- s.123-127)
“Budala” romanının kahramanı Prens Mişkin de İsviçre’den Rusya’ya dönünce Petersburg’a gelmiştir. Kitabın ilk cümlesi şöyleydi: “Buzların ve karların eridiği kasımın son günlerinin birinde, sabah saat dokuz civarında, Varşova ekspresi Petersburg istasyonuna yaklaşıyordu.”(s. 5). Bu romandaki olaylar da Petersburg da geçmiştir. Prens’in delirmesi de yine bu şehirdedir.
AVRUPA’YA GİDİŞ: Dostoyevski zaman zaman Avrupa’ya gitmekteydi. Avrupa’nın çeşitli ülkeleri dolaşmaktaydı. ilki 1862, öteki 1863 ve üçüncüsü 1865 yıllarında olmak üzere Avrupa’ya üç kez gitmiştir. Ancak bu gidişler, uzun süreli gidişler değildi. Uzun süreli gidişi ise; dört yıl boyunca kaldığı 1867-1871 yıllarıdır. İşte bu son gittiği yıllarda “Budala” adlı romanı yazmıştır. Bu romanın bir kısmını Almanya’da, diğer bir kısmını ise İsviçre’de yazmıştır. “Budala”, önce ilk defa 1868’de “Mesager de la Russie” dergisinde yayınlanmış, daha sonra aynı yıl içinde kitap halinde basılmıştır.
Sara (epilepsi) hastası Dostoyevski, Rusya’da tedavi görmeye çalışmış, ancak olumlu bir sonuç alamamıştır. Bu nedenle sık sık yurt dışında da tedavi görmeye çalışmış, fakat yine de olumlu bir sonuç alamamıştır. Bu konuda şunları söylemiştir Dostoyevski: “Aslında ben Berlin ve Paris’e sara hakkında uzman hekimlere (Berlin’de Ramberg ve Pariste Trusso’ya) konsültasyon yaptırmak üzere, kısa bir süre için gidiyorum. Bizde uzman hekim yok ve buradaki doktorlardan öyle çeşitli ve birbirinden zıt tavsiyeler alıyorum ki, kesinlikle onlara güvenim kalmadı.” (Mazon, André: Quelques lettres de Dostoyevski a Turgeniev- s.123-127)
“Budala”nın roman kahramanı Prens Mişkin şöyle diyor, birinci bölüm beşinci kısımda: “...Bir akşam İsviçre’ye girerken Basel’de, pazardaki bir eşeğin anırmasıyla kendime geliverdim...”(s. 59) Eserde birçok yerde Prens’in İsviçre’deki günlerinden söz edilir. Birinci bölümün dokuzuncu kısmında Prens şöyle söylemektedir: “Bu mümkün”dedi Prens. “İlk başta, içeri girip tanıştığımda, İsviçre’den söz etmiştik.” (s. 93). Prens Mişkin, İsviçre’de uzun süre tedavi gördükten sonra Rusya’ya dönmüştür. Kitabın sonunda delirince tedavi için tekrar İsviçre’ye gitmiştir. Kitabın son bölümünde bununla ilgili şu cümleyi görüyoruz: “...Prens, tekrar İsviçre’deki Şnayder Kliniği’ne yollandı.”(s. 636)
Avrupa’ya gidişleri ve orada tedavi görüşleri de birbirlerine oldukça fazla benzemektedir.
AŞK VE EVLİLİK: Dostoyevski’nin ilk evliliğini Semipalatinsk kasabasında beş yıl sürgün olarak kaldığı sırada, bu kasabada yaşayan yoksul ve veremli genç dul Marya Dimitriyevna İsayeva’yla yaptı. Karısının 1864 yılında ölümünden sonra Dostoyevski, bu ilk evliliğinden bulamadığı mutluluğu Polin Suslova ile bir kadınla bulacağı umuduyla onun evlenmek istiyordu. Ancak önce evliliğe sıcak bakan Suslova, evlilik için söz verdiği halde daha sonra bu sözünden caymıştı. Suslova, Dostoyevski’nin romanlarında görülen “şeytani kadın” temasına kaynaklık etti. 1867’de ikinci kez evleniyor Dostoyevski. Bu evliliği Anna Grigoryevna Snitkin’le yapmıştır.
“Budala” adlı kitapta Prens Mişkin, eserde Epançinlerin güzel kızı Aglea’dan etkilenmişti. Onunla evlenmek istiyor, ancak sonra bundan vazgeçiyor, Nastaya Filipovna ile evlenmeye karar vermiştir. Bunun için Nastasya Filipovna ile konuşmuş, ondan söz de almış, hatta kilisede hazırlıklar da yapılmıştı. Ancak, nikah için kiliseye gelen Nastasya Filipovna, aniden evlenmekten vazgeçmiş ve Rogojin’e kaçmıştı. Dördüncü bölümün onuncu kısmında Nastasya Filipovna, Rogojin’e şöyle söylemişti: “Kurtar beni! Nereye istersen hemen götür beni!”...Rogojin arabacıya: “İstasyona! Tren kalkmadan varırsan, bir yüzlük daha veririm.”(s.617)... Prens sarardı, fakat yine de haberi sakince karşıladı, kısık sesle, “Korkuyordum fakat böyle bir şey de beklemiyordum...” dedi. Biraz sustuktan sonra: “Onun halini dikkate alırsak... Çok olağan bu,”diye ekledi (s.618).
Nastasya Filipovna, adeta Polin Suslova’dır.
RAKİPLERİNE YAKLAŞIMLARI: Dostoyevski’nin Semipalatinsk’te iken yakından ilgilendiği veremli ve yoksul dul Marya Dimitriyevna İsayeva (Dostoyevski daha sonra bu kadınla evlenecektir), kocası öldükten sonra Vergunov adlı biriyle ilişkiye girer. Dostoyevski buna engel olmak ister, ancak olamayınca hiç olmazsa Marya’nın yoksulluk içinde yaşamasını istemediği için Vergunov’un daha dolgun aylıklı bir işe girmesini sağlamaya çalışır. Yeter ki Marya mutlu olsundur amaç. “Bütün bunlar onun için, onun için sadece!.. Yeter ki yoksulluk içinde kalmasın!.. Mademki Marya bu adamla evleniyor, hiç olmazasa paralı yaşasınlar...”
Prens Mişkin de “Budala”da böyle bir davranış sergilemektedir. Nastasya Filipovna’yı sevdiği halde onun Rogojin ile çekilip gitmesine boyun eğer ve rakibi ile dostça ilişkilerini sürdürür. Bir süre sonra onları aramaya gider ve Rogojin’i bulur. Onunla gayet dostane bir biçimde konuşur. Rogojin, Nastasya Filipovna’yı öldürmüştür. “... Prens, yorgunluk ve çaresizlikten bitkin bir halde yatağına uzandı, yüzünü Rogojin’in solgun yüzüne yasladı, gözyaşlarını Rogojin’in yanaklarını ıslatıyordu. Fakat Prens artık ağladığının ayrımında değildi...” (s.634)
Hem Dostoyevski hem de Mişkin rakipleriyle düşman olmazlar.
VEREM VE ACIMA: Dostyevski veremle ilgili ilk acıyı annesinde tatmıştır. Çünkü annesi veremden ölmüştür. On altı yaşında annesini bu hastalıktan kaybetmesi onu çok etkilemiştir. Dostoyevski, “dört yıl kürek cezasından sonra Semipalatinsk’te zorunlu ikamete mahkûm edilen Dostoyevski, yoksul ve veremli genç dul Marya Dimitriyevna İsayeva’yla acıyarak evlendi.” (Büyük Larousse).
“Budala” adlı eserde, roman kahramanı Prens Mişkin, yoksul ve veremli genç Hipolit’e (on sekiz yaşında bir erkek) acıdığından, ona yardım etmek için evine alır. Üçüncü bölüm beşinci kısımda Hipolit şunları söylemektedir: “Prens dün sabah, beni ziyarete geldi. Konuşurken, bana köşküne taşınmamı önerdi. Bu konuda ısrar edeceğini biliyordum. Bana, lafı uzatmadan, “insanlar ve ağaçlar arasında ölmemin daha iyi olacağını” söyleyeceğinden emindim.”(s. 405)
Burada, Dostoyevski’nin veremli bir kadına acıması ve onunla sırf bu nedenle evlenmesi, “Budala” adlı eserdeki yoksul ve veremli genç Hipolit’e acıması nedeni birbirine oldukça fazla benzemektedir.
PARA VE MİRAS: Dostoyevski ömrü boyunca hep para sıkıntısı çekmiştir. Kimi zaman eline para geçmişse de bunu iyi değerlendiremediği için hep parasız kalmıştır. Miras olarak Darovoya’daki çiftlikten kimi zaman para gelse sonuç değişmiyordu. Hatta hayatı boyunca serseri yaşamı nedeniyle son yıllarında kitaplarından sağladığı gelirin dışında hep yoksulluk içinde yaşadı.
Saralı olan Prens Mişkin, bir profesör tarafından iyilikseverlikle tedavi edilmektedir. Öksüzdür. Malı mülkü olarak, küçük bir giysi çıkınından başka bir şeyi yoktur. Ancak Petersburg’a geldiğinde elinde bir mektup vardır. Bu mektupta onun miras sahibi olunabileceğinden söz edilmektedir. “Budala” adlı kitabın birinci bölümünün on beşinci kısmında Prens Mişkin, kendisine miras kalışıyla ilgili şunları söylemiştir: “Hem belki yoksul düşmeyiz, aksine çok zengin oluruz Nastasya Filipovna. O kadar emin değilim, bu gün de fazla bir şey öğrenemediğime üzgünüm; ama İsviçre’deyken, Bay Salazkin diye birinden bir mektup aldım, bana büyük bir miras sahibi olabileceğimi bildiriyordu. İşte mektup...” (s.176)
KUMARBAZLIĞI: Dostoyevski’nin kumara düşkünlüğünü biliyoruz. Kumar borcu nedeniyle ne kadar zor günler geçirdiğini de. Hatta bununla ilgili “Kumarbaz”(İgrok-1867) adlı romanını yazdı. “Kumar tutkusuyla aklı başından giden Dostoyevski, borç aldı, ödedi; sonunda karısıyla ülkesinden ayrılarak Avrupa’nın kumarhanelerini dolaşmaya başladı.”(Büyük Larousse)
“Budala” adlı kitapta Prens Mişkin’in kumarbazlığı ile ilgili pek fazla bir şey yoktur. Ancak bir yerde, dördüncü bölümün beşinci kısmında çok kısa olarak söz edilmiştir: “..Prens bu kağıt oyununda çok iyiydi, oyunun uzmanı gibi oynuyormuş. Aglea mızıkçılık edip kağıt çaldığı halde, Prens her oyunda onu yenmiş.”(s. 530)
ÖLÜM: Onun hiçbir zaman aklından atamadığı ölüm olayı ona kabus gibi gelmektedir. On altı yaşındayken annesini, on sekiz yaşındayken babasını kaybetmiştir. Bunlar ilk gençlik yıllarının acılarıdır. Adeta yalnız kalmıştır. Sonraları karısı ve kardeşinin ölümleri de vardır. Bu ölümlerden annesinin ölümü, sadece onu değil, tüm aileyi yıldırım çarpmışa çevirmişti. Bunların dışında şu ölüm ya da ölümle yüz yüze gelmeler onu çok etkilemiştir: İdam olayı; idam sehpasına giderken son anda kurtulduğu ölüm olayını ömür boyu asla unutamamıştır. Bu yetmezmiş gibi bir de Avrupa’da iken bir kız bebeğinin olması ve bu bebeğin trajik bir biçimde ölmesi onu çıldırtma noktasına getirmiştir.
Mişkin’de ise; çok sevdiği Nastasya Filipovna ile evlenmek istemesi, ancak bunda başarılı olamaması, yine Rogojin’in elinden onu kurtaramaması, Mişkin’i çıldırtma noktasına getirmiştir. Bu olay, dördüncü bölümün on birinci kısmında anlatılmış. “Koku yüzündendir, dostum. Nasıl uyuduğunu bir görsen... Yarın sabah güneş doğunca ona bakarsın.( Rogojin, Prens’in ayağa kalkamayacak kadar titrediğini görünce, şaşırdı.) Ne oldu, kalkamıyor musun?”(s.632). “Prens yeni bir korkuyla titredi. Rogojin hemen yatışıp ona doğru eğildi, yanına oturdu, Prens’e bakmaya başladı. Kalbi deli gibi çarpıyor, güçlükle soluyordu. Rogojin, ona bir daha bakmadı, unutmuş gibiydi. Ama Prens sürekli ona bakıyor, bekliyordu.”(s.634)
Her ikisi de, ölüm karşısında çıldırma noktasına gelecek kadar bu konuda hassastırlar.
ÇILDIRMALARI (DELİRMELERİ): “Budala” adlı kitabı yazılana kadar (1868), Dostoyevski’de herhangi bir delirme ya da delirme eşiğinden dönme görülmez. Ancak, bu kitabın yazılmasından birkaç yıl sonra, Avrupa’ya gittiğinde, orada böyle bir durumla karşılaştığını görüyoruz. Kumar alacaklılarının sıkıştırmasından kaçmak için gittiği Avrupada, ülke ülke, şehir şehir dolaşırken; bu sırada bir kız bebeği olmuş, ancak birkaç gün sonra trajik bir biçimde ölmüştür. Bu ölüm, Dostoyevski delirme eşiğine getirmiştir. Ancak burada şunu belirtmek gerekmektedir; Dostoyevski delirme aşamasına gelmeden “Budala” adlı eserde böyle bir durumu yazmış olması akla şu şüpheyi getirmektedir: Acaba yazar, kitabı yazmadan önce delirecek duruma gelmiş midir?
Bu kitapta çok sevdiği kadın Nastasya Filipovna’nın Rogojin tarafından öldürülmesi ve onun cesedinin bulunduğu odanın yanındaki odada, karanlıkta, sabaha kadar bulunması, Prens Mişkin’i çıldırtmıştır. Bu olay, dördüncü bölümün on birinci kısmında anlatılmıştır. Prens’in çıldırmasında sadece bu olay değil, bu olaydan başka olaylar da onun delirmesine etken olmuştur. “Saatler sonra kapı açılınca, katili (Rogojin) bir delilik krizi içinde, bilinçsiz halde buldular. Prens, yanındaki yatağın üstünde hareketsiz duruyordu. Hastanın her sayıklaması ve her çığlığında, onu sakinleştirmek ister gibi titreyen ellerini onun saçlarında, yanaklarında gezdiriyordu. Artık soruları anlamıyor, etrafındaki insanları tanımıyordu.”(s. 626-634)
DOSTOYEVSKİ İLE MİŞKİN’İN FARKLI YÖNLERİ: Bu yazıyı yazmadaki amaç, Dostoyevski ile Mişkin’in arasındaki benzer yönleri belirlemekti. Bu nedenle farklı yönler üzerinde durulmamıştır.
Özetle; bu eserde görüldüğü gibi yazarlar, kendi yaşamlarıyla ilgili birçok özelliği, herhangi bir eserindeki bir kahramana verebiliyorlar. Bu özelliği bulup ortaya çıkardığınız zaman, o yazarın “kişiliği” hakkında oldukça fazla bilgi sahibi oluyorsunuz. Ve o yazarın biyografisini araştıran araştırmacı için de böyle bir eser, hem önemli hem de güvenilir bir kaynak olmaktadır.
KAYNAKÇA
1. “Budala”- Dostoyevski, Oda Yayınları, İstanbul- 2003
2. “Karakter Yaratma Yönünden F.M. Dostoyevski ve L.N. Tolstoy” - İsmail Kaynak,
Emekli Matbaa, Ankara-1969
3. “Dostoyevski”-Henri Troyat, İletişim Yayınları, İstanbul-2004
4. “Dostoyevski”-Andre Gide, L&M Yayıncılık, İstanbul-2005
5. “Dostoyevski”- Nikolay Aleksandroviç Berdyaev, Adam Yayınları, İstanbul-1984
6. “Dostoyevski”-Edward Hallet Can, İletişim Yayınları, İstanbul –2000
7. “Dostoyevski Hayatı Üzerine Makaleler ve Aforizmalar”-Orhan Düz, Kaknüs
Yayınları, İstanbul-2001
8. “Bir Yaşam-Anılar”-Anna Dostoyevski, Remzi Kitabevi, İstanbul-2004
9. “Büyük LAROUSSE” Milliyet Gazetecilik, İstanbul -1992
10. “Ölüler Bir Evden Anılar” – Dostoyevski, Cem Yayınevi, İstanbul-1969
11. “Yer Altından Notlar” – Dostoyevski, Kum Saati Yayınları, İstanbul-2003
12. “Suç ve Ceza” – Dostoyevski, Oda Yayınları, İstanbul-1994
13. “Kumarbaz” – Dostoyevski, İletişim Yayınları, İstanbul-2001
14. “Karamazov Kardeşler”- Dostoyevski, İletişim Yayınları, İstanbul-2001
15. “Bir Yazarın Günlüğü”- Dostoyevski, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul- 2005
YAŞAR YILTAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.