- 99 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
OLMAK YA DA SAHİP OLMAK
Her şeyi çok hızlı tükettiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Bilgiye hızlı bir şekilde ulaşabiliyoruz ve ulaştığımız bilgiyi çok hızlı tüketiyoruz. Hemen her gün yeni bir buluşla ya da buluşların yeni bir sürümüyle karşılaşıyoruz. Öyle ki, bizde sürekli tüketme ve daha iyisine ve daha fazlasına sahip olma isteği uyandıran bu gelişme ve yenilikleri bazen takip etmek bile imkânsız hale geliyor.
Bu buluşların gündelik yaşamı daha verimli, daha konforlu yaptığı ve insana da daha rahat yaşama imkanı kazandırdığı büyük ölçüde doğru. Ancak teknoloji bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken diğer yandan da zorluklarla baş edebilme kabiliyetimizi köreltiyor. İnsanları dayanıksız, güçsüz, kırılgan hale getirebiliyor.
Kaldı ki hayatı kolaylaştırdığını sandığımız buluşlar, bizi çoğu zaman daha hızlı, daha yoğun yaşamaya; dünya ile gereğinden daha fazla meşgul olmaya sevk ederek hayatımızı daha da zorlaştırabiliyor.
Gelişmelerdeki aşırı hız, tüketme ve daha çok şeye sahip olma duygusunun sürekliliği toplumları adeta anlık değişmelere maruz bırakıyor. Bir uyum ve değerlendirme sürecine izin vermediği için kültürel davranış kalıplarını tahrip ediyor. Kitleler, maruz kaldıkları ve sahici ihtiyaçları doğrultusunda yönetemedikleri değişimlerin nesnesi haline geliyorlar. Değişimin sürekliliği durup düşünmeye, değerlendirmeye, sorgulamaya mani oluyor çünkü. Teknolojiyi kullandığını zanneden çoğu insan, teknoloji tarafından kullanıldığını, yönlendirildiğini fark etmeden bir bağımlılık pençesine düşüyor.
Bunun sonucunda da bu yeniliklerin, buluşların, gelişmelerin arasında kazandıklarımız kadar yitirdiklerimiz de oluyor. Üstelik bunları teknolojinin sunduğu imkânlarla temin ya da telafi etmek de mümkün olmuyor. Kaybettiğimiz değerlerin en önemlilerinden biri de “huzur”, hiç kuşkusuz. Çağımıza uygun görülen bir çok ismin yanı sıra, yaşadığımız çağın bir huzursuzluk çağı olduğunu da söyleyebiliriz.
Çağımızın insanları olarak ne kadar çok şeye sahip olursak o kadar “oluruz” düşüncesiyle elimizdekinden çok daha fazlasına sahip olmaya çalışıyoruz, bunun sonucunda da “olmak” ve “sahip olmak” arasındaki farkı kaçırıyoruz. Nefsin keyfi ve konforuyla huzuru da birbirine karıştırıyoruz. Bağımlılık haline gelen “tüketme” ve “sahip olma” düşkünlüğü, çoğunlukla bir kolaylığı elde etme maksadı taşımıyor zaten. Daha ziyade kapitalizmin statü ve mutluluk imkânı olarak benimsettiği bir tüketim anlayışına kapılmanın alâmetidir. Susuzluğu deniz suyuyla giderme aymazlığıdır, bir anlamda. “Tüketim çılgınlığı” her seferinde daha büyük bir susuzlukla, daha büyük bir huzursuzlukla yeniden deniz suyuna yönelme çılgınlığıdır aslında.
İsteklerin tatmini ile huzur arasında öyle zannedildiği gibi doğru orantı olmadığı artık bilinen bir gerçek. Nice kişiler var ki bin bir sıkıntı içerisinde kıt kanaat yaşarken kalpleri de yüzleri de gülüyor, ve yine nice insanlar var ki sahip oldukları onca imkanlara rağmen hafakanlar içerisinde ömür tüketiyorlar. Bu nedenle sosyologlar, psikologlar ve pedagoglar da artık bu konuyu gündemlerine alma ve bu problemin tehlikeleri hakkında insanları uyarma gereği duyuyorlar.
Yazdıklarımızdan dünyanın sıkıntısına talip olduğumuz ya da yaşamımızı kolaylaştıran teknolojiye ve nesnelere karşı olduğumuz anlaşılmasın. Maddi anlamda rahata ermenin, konfora ulaşmanın huzura ermek manasına gelmediğini söylemeye çalışıyoruz sadece. Yaşadığımız çağın hâkim zihniyeti, ne olduğunu unutacak kadar kadar uzun bir zaman önce kaybetti huzuru. O yüzden asla bulamayacağı bir arayış içinde. Refahına, teknolojisine, konforuna imrenip çağın beyhude arayışına biz de katılıyoruz. Huzur zannettiğimiz aldatıcı mutluluklar, geçici hevesler huzursuzluğumuzu artırıyor sadece. Oysa huzur, kanaat, sabır, şükür, diğerkâmlık gibi bir zamanlar bizi biz yapan, insanlığımızın, adamlığımızın ölçüsü olan değerlerimize tekrar dönmedikçe kolay kolay bulamayacağımız kayıp hazinemizdir bizim.
Remzi Ormancı
23 Ekim 2024
BURSA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.