- 277 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
‘’BENİ ALLAH GÖRÜYOR VE BİLİYOR’’ YA BUDA BANA YETER
‘’BENİ ALLAH GÖRÜYOR VE BİLİYOR’’ YA
BUDA BANA YETER
Toplumları ayakta tutan değer yargıları vardır. Bunlar toplumun köşe taşları, temel taşlarıdır. Bir millet, bir toplum bu değer yargılarına ne kadar sahip çıkarsa o kadar güçlü kalır. Bu değer yargılarının üzerine temeller atılır. Bir toplum bu değer yargılarını ne kadar çok yaşamaya çalışırsa o kadar saygın olur. Bu değer yargılarını saymakla bitiremeyiz. İyi, kötü, güzel, çirkin, doğru yanlış. Uzayıp gider. Genelde karşıtlık, zıtlıklarla ifade edilir. Değer yargılarının da kendine göre bir ifade tarzı, bir anlam farklılığı olduğu unutulmamalı. İyi kimdir. Kime, neye iyi denir. Bunun ölçüsü nedir. Kötü kime, neye denir. Bu konuya birde şu açıdan bakalım: İyi kime göre iyi, kötü neye göre kötü? Yahut “İyi nedir, güzel kimdir, ahlâk nedir?” gibi kendi içinde çelişkiliymiş gibi görünen kavramları tanımlamak yerine zıddı ile anlamlandırmak, tanımlamanın ötesinde bir anlama seviyesidir.
‘’Her şey zıddı ile kaimdir. ’’Bir şeyi ifade ederken zıddı ile anlatılırsa daha kolay anlaşılır. İyi bir insan dediğimizde o baktığımız kişide ne arıyoruz bunu sorgulamak lazım. O zaman şöyle bir kanıya varabiliriz. Toplumda kabul gören davranışları bulunduruyorsa iyi, zıddı varsa kötü deriz. Ahlak nedir dediğimizde, bir toplumu ayakta tutan huzurlu olmasını sağlayan güzel davranışlardır. Diyebiliriz buna bakaraktan kötülüğün tarifini yapabiliriz. Meselâ ahlâkın ne olduğunu onun ne olmadığına, kötünün veya kötülüğün nasıl olabileceğine gerçek bir iyiliğe bakarak ve toplumdaki çirkinliklerin yerine güzellikleri görünce tüm sosyal kavramların ne olduğunu iliklerimize kadar hissedebiliyoruz.
Tasavvuf alimi Abdurrahim REYHAN’ nın talebesi Cahit Zarifoğlu “Bazen varı anlarsın yok ile” der. Bu da bize gösteriyor ki bizim anlayış kavrayışımızın her zaman olana değil, olmayana bağlı olduğunu gösterir. Sevgi ve saygıyı biz karşılık göremediğimizde ya da toplumda kaybolduğunda anlarız. Nezaket ve inceliği de aynı şekilde, toplumda bu kavramların kalmadığında deriz her şey bitmiş. Bunların herhangi bir ortamda olmadığını ya da giderek yok olduğunu hissettiğimiz vakit, o anda bu ifadelerin gereksinimi hayatımızda ilk sırayı alır. Çünkü hayatı yaşanabilir kılan unsur, maddî her şeyden önce insana anlam ve önem katan değerlerdir.
Toplumun temel taşlarının kazanımı elbette doğuşta başlar. Bazen uzmanlar bebek anne karnındayken kazandığı değerler vardır derler. Hatta anne ve babanın evlilikten önceki yaşam tarzları bile etkilemektedir. Buradan hareketle değer taşlarının, yani ahlakında bir genetiği vardır diyebiliriz. Ahlaki değerlerin kazanımı kısa vadede elde edilmez, uzun bir süreci gerektirir. Bu aktarımı saf bir şekilde genetik aktarıma indirgemek elbette insanı sosyal çevreden soyutlanan bir varlık konumuna getirir. Değerleri aktarma, biyolojik anlamda bir genetik yönelim değil, birebir ilk sosyal çevre olan aile içinde kazanılan bir sosyalizasyon sürecidir. Değerler dünyasının anlamının üstünlüğü, bunu kendinden daha üst bir otoritenin varlığını bildiğinde oluşabilir. Yani kişi, her türlü insanî ve ahlâkî davranışını kendinden üstün bir yaratıcının varlığını bildiğinde daha da anlamlı hâle getirebilir. Yoksa türlü ahlâkî değeri başka bir insan tarafından hoş karşılanmak için yaptığında tüm bu değerlerin içi boşalacak, geriye sadece karşılık bekleyen kişisel çıkar ilişkileri kalacaktır.
Eğitimci olmanın da verdiği bir anlayışla çocuklarımın, takı gibi kendilerini süsleyen değerleri üzerlerin de gördüğümde ya da şöyle ifade edeyim; değerlerimizi yaşamaya özen gösterdikleri zaman ben çok mutlu oluyorum. Evet değerlerimizi kazandırmak elbette ailede başlar. Çocuklarımıza yahut çevremize kazandırmak istediğimiz değerleri, şunu yap, şunu yapma şeklinde olduğunda ancak zaman kaybı olur bir şey kazandırmış olmayız. Böyle yapmaktansa neyi ne için ve kimi memnun etmek üzere yaptığını bilmek ve davranışlarımızı bu düşünce ekseninde sergilemek gerekli. İnanan insanlar olarak, ahlâkî sorumluluğumuz, birbirimizden değil, Yaradan’ın rızasını ve en nihayetinde yaratılanı da razı ederek yine Yaradan’ın rızasını almaktan geçmelidir. Öyle ya, Güzel yaratılış ile yaratılmış akıl ile de şereflendirilmiş olmak bize bu sorumlukları vermektedir.
Zaten hayatı anlamlı yapanda davranışlarımızın bir hesabı olduğu bilincini hissederek yaşanan bir yaşam biçimidir. Her türlü davranışımızın bir hesabı olduğu bilinci üzerinde bir yaşamdır. Hayatı anlamlı kılan. Empati yapabilmek ve bir noktadan sonra birbirini anlamak bizi diğer tüm canlılardan ayırır. Ve de böyle olmalıdır. Bir şey yaparken bir davranış sergilerken önce kendi içimizde bir empati fırtınası estirmeliyiz. Bu empati kendimizi doğruya sevk ettiği gibi, karşımızdakilerini de üzüp kırmayacaktır. Elbette kimse kimsenin yükünü taşımaz ama değil yük olmamak, hiç değilse kimsenin gönlünde kırgın bir iz bırakmamaktır mesele. Dünyayı güzel kılan merhamet. Sevgi, saygı, vicdan inanç değerlerinin olmasıdır. Yoksa başka açıdan bakarsak, dünya zaten incitenler ile dolu. Ama asıl olgunluk incitmemekte ve incinmemektedir.
Bugün İngiltere’de bulunan firavunun mumyasından anlaşılıyor ki bütün iç organları boşaltılmış. Fakat sadece kalbi içeride bırakılmış. Eski mısırlılarda bile kalbin Allah’ın makamı ikamet tuttuğu hanesi olduğu inancı hakimmiş. Zira kalp, ruhun, aklın ve duygunun tahtı olarak görülüyormuş. İnsan kalbi, insanın asıl tahtı ve bizim inancımızda da Rabbimizin yere göğe sığmayıp bir tek mümin kulun kalbine sığdığı yerdir. Bu anlamda kırmamak ve iz bırakacak davranışlara sebep olmamak, bizim insan olma mahiyetimizin temeli olmalıdır. Bizden beklenen onu bilmek. ’’Habibim seni bilen beni bilir ‘’ayeti mucibince davranmak. Bize ya kulum senden razıyım ayetini ortaya çıkarabilmek. Hani diyor ya’’ Rabbine dönüver, sen razı, O da senden razı olarak. Ey gönül huzuruna ermiş ruh! Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön Rabbine! Sen de katıl has kullarımın içine, gir cennetime’’! Bize düşen bu ayetlere karşılık vermek ve öyle davranmak.
Mesele bütün işi gücü bırakıp hep namazda olmak zaten mümkün değildir. Lakin edepten, ahlaktan, güzelden iyiden yana olmak gerekiyor. Bize emanet edilen seçkinlerin ibadet ve nafilelerine sarılmak gerekiyor. ’’Bize nazar oldu, ne olduysa azar azar oldu’’ mucibince azar azarda olsa edepten ahlaktan ayırdılar. Edep ve ahlâkı çiğnemeyi zaman içinde alışkanlık hâline getiren kişi, zaman içinde nafile olan tüm ibadet dolu davranışlardan kendini soyutluyor, peşine Sünnet’ ten uzaklaşıp en nihayetinde Allah’ın emrettiği farz ibadetleri, emir ve yasakları da yapamaz hâle geliyor.
‘’Nafileleri önemsemeyip terk edenleri Allah sünnetlere de gevşetir. Sünnetleri gevşeteni farzları yaşamaktan uzaklaştırır.’’ Düşüncesinde olup bizim temel kabulümüz ‘’Beni Allah görüyor ve biliyor’’ merkezinde olmalıyız.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.