- 117 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİZİ KİMLER.
BİZİ KİMLER YÖNETİYOR.
Savaşların; siyasi, dini, ekonomik ve ideolojik çatışmaların hüküm sürdüğü bir coğrafyada, doğu ve batı arasında kalmış, kimlik ve kişilik bunalımı yaşayan bir millet olarak; bireysel ve toplumsal bilinçaltımızın geçmişte hiç de iyi şeyleri gözlemlememiş ve deneyimlememiş oluşu, ânı kontrol etmekten ve yaşamaktan alıkoyuyor bizi. Ne acıdır ki korku ve kaygı yüklü bir bilinçaltı tarafından, akıl süzgecinden geçirilmemiş olumsuz tecrübelerin ağırlığı sırtımızda; yetmezmiş gibi üstüne bir de geleceğin yine akıl süzgecinden geçirilmemiş hatalı öngörüleri eklenmiş halde yönetiliyoruz. Başkalarının bizi yönetmesine gerek kalmadan, biz kendi isteğimizle onların istediği şekilde yönetiyoruz kendimizi.
Evet, bilinçaltımız yönetiyor bizi. Doğduğumuz andan itibaren gözlemler ve deneyimler neticesinde geliştirdiği alışkanlıklar paralelinde, akılcı olmaktan öte ağırlıklı olarak duygusal bir çizgi üzerinde yönetiyor. Sanırım o da istemezdi böyle olmasını; daha akılcı, daha yenilikçi, düşünce ve duyguları daha dengeleyici, daha kararlı, daha tutarlı bir yöntemle yönetmek isterdi fakat yukarda saydığım sebeplerden olsa gerek, bu hale geldi ve bu denli negatif enerji ile yüklü bir yönetim biçimine mecbur kaldı. Tabii bizim bireysel ve toplumsal mânâda negatifliğe olan meylimiz de yabana atılamayacak cinsten.
Asıl sorun aslında alışkanlıklarımız. Biz farkına dahi varmadan bilinçaltımıza, öncelikle anne babamız, devamında yakın çevremiz marifeti ile yüklenen düşünce, duygu, söylem ve davranış alışkanlıkları. Bu dört alışkanlık kategorisi geleneklerin nesilden nesile aktarılması gibi, anne-babadan çocuklara aktarılıyor. Kabul edelim ya da etmeyelim biz birey olarak anne-babalarımızın birer benzerleriyiz. Onlar böyle olduğu için biz böyleyiz. Biz böyle olduğumuz için çocuklarımız da böyle olacak. Eğer bu alışkanlıklar kimliğini ve kendiliğini koruyarak gelişmeye, yenilenmeye ve değişmeye açık hale getirilmezse, kalıplaşmış bir halde nesilden nesile devam ettirecek varlığını. Asırlar öncesinde normaldi belki bu durum ancak gitgide küçülen, hızlanan ve altta kalanı ezen hayatta hiç kabul görmüyor. Acımazlığı had safhaya ulaşmış dünyada çocuklarımızın geleceğini ve dünya milletleri arasında nereye geleceklerini belirleyecek olan mal, mülk, servet değil, bırakabileceğimiz pozitif ve gerçekçi alışkanlıklardır. Alışkanlıklarımızın kimliğimiz, kişiliğimiz ve dahi kendiliğimiz olduğunu düşünürsek bu konu daha bir önem kazanacaktır.
Sorumluyu hep dışarda aradık. Dış güçler dedik; falan parti, falan cumhurbaşkanı, falan bakan dedik. Falan görüşe, filan dine, falan mezhebe, filan ideolojiye suç attık. Aslında bu kendimiz olamamamızın; bir fikrin, bir dinin, bir ideolojinin kulu, kölesi olmamızın bir sonucu idi. Ne acıdır hiç farkına varamadık. Düşündüğümüzü en doğru sandık. Önce birbirimizle doğrularımızı dövüştürdük, sonra biz dövüşmeye başladık. Garip tarafı gerçekte doğru olan değil, güçlü olanın doğrusu en doğru haline gelmeye başladı. Ve biz bunu nesilden nesile aktarılan bir alışkanlık haline getirmeyi başardık. Farkına varmadan istedik ki bilinçaltımız bu ve benzeri negatif alışkanlıklarımız eliyle bizi yönetsin. Sağolsun yönetiyor da. Bize pek iş bırakmıyor.
Bütün bunlara istinaden çıkıp ortaya: "Bütün suç benim! Ben nasıl değişeceğimi, nasıl gelişeceğimi, nasıl yenileneceğimi; nasıl daha pozitif ve gerçekçi düşünme, hissetme, konuşma ve davranma üslûbu kazanabileceğimi bilmediğim için ülke bu halde!" diyesim var da nefsim bundan da kendine bir pay çıkarır diye korkumdan susuyorum. Susuyorum zira bu üslûpsuzluğumla susmaktan ötesine pek takatim yok. Diyebilirim ki kısmen bilgisine sahip olmaktır bu; kendisine sahip olmak değil. Sorunun da bilgisine sahibim, çözümün de... Kendisi nerede, aramaktayım. Bütün ülke benim durumumda zannederim.
Sorunu tanımladım dilim döndüğünce. Peki çözüm ne? Şöyle formülize ettim kendimce ve her fırsatta bunu içselleştirmeye çalışıyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.