- 273 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
NAMUS DAVASI
ÇIĞLIK
Annesinin üstüne titrediği, bir dediğini iki etmediği, kuşların cıvıldadığı o hoş kokulu çiçekli bahçede gençliğin verdiği heyecanı doyasıya yaşayan Ayşe, duygusal fırtınaların her gün koptuğu yüreğine sakin bir bahar havası getirmenin kolay olmadığını biliyordu. Annesinin yanında duyguları hakkında hiç renk vermeyen Ayşe’nin Umut’a karşı ruhunun derinliklerinde derin uykuya dalan sevgisi uyanıverdi. Ayşe’nin Umut’a meraklı bakışlarından birini ilk defa yakalayan annesi sorunca Ayşe’ye, o da: Bu köydeki insanlar çok farklı, hayatın beni nereye savuracağını bilmiyorum. Hakkını helal et anne, eriyen karın suyuna karışmış kanımı rüyamda gördüm, dedi. Ve annesine içten sarıldı. Peşi sıra yanaklarından süzülen birkaç damla iri gözyaşı annesinin omuzuna düştü. Annesinin hiçbir sorusuna cevap vermeden bir yılan gibi kıvrılan merdivenlerden hızla koşarak yukarı kattaki sır dolu odasına çıktı. Çılgın yaşam tarzına sahip gençlerin dinlediği deli zırvası müzikleri sevmeyen Ayşe, yüreğinin dili olan Mihriban türküsünü açtı, dinledi. Eğilip dilleriyle yeri süpüren, zenginliğine zenginlik katan çevresindeki insanlardan uzak duran Ayşe, gözü gibi baktığı güvercinini kafesten çıkartarak dışarı saldı. Kuş havada birkaç takla attıktan sonra geri geldi, pencere pervazına kondu. Güzel kokulu reyhanın köküne düşen ince, ufacık, sarı yapraklara son kez bakarken derin derin içini çeken Ayşe’nin tatlı anılarına kara kara düşünceler karıştı. Biz de bu yapraklar gibi düşeceğiz dalımızdan diyen Ayşe’nin nasırlaşmış ruhunun derinliğinden kopup gelen hüzün dalgası sevincini boğdu. Tam saat üçte evden çıkmasını belirten Umut’un gönderdiği son mesajı okuduktan sonra ayaklarının ucuna basarak evden sessiz sedasız çıktı. Tatlı sesli, neşeli gülüşlü, temiz kılıklı Umut’a gönlünü kaptıran Ayşe, onsuz yapamıyordu. İçtiği su, soluduğu hava gibiydi. Ölümü göze alarak törenin acımasız sert kurallarını çiğneyen Ayşe, baba evine bir daha dönemeyeceğini, evden kaçmanın cezasız kalmayacağını biliyordu ama Ayşe’nin kaçmaktan başka seçeneği de yoktu. Ailesi Ayşe’nin tiksindiği, yüzüne bile bakmak istemediği, alay ettiği, maymuna benzettiği ve insan yerine bile koymadığı amcasının oğluyla evlendirmek istiyordu. Papatya çiçeklerinden yapıp süslediği taçları başına geçiren neşe ve hayat dolu Ayşe’nin bundan sonraki kaderi kara harflerle yazılmıştı.
İnsan boyunu aşan, hafif bir rüzgârın etkisiyle bir birbirine sürtünen kamışlardan hışırtıların geldiği ve sivrisineklerin vızıltıların, kurbağaların vırak vırak sesinin duyulduğu, etrafı çitlerle çevrili Fırat’ın kıyısına yakın bir eve yerleştiler. Az ilerde köpüre köpüre akıp giden Fırat’ın suyunda bir kayık gibi yüzen irili ufaklı çürümüş ağaç dallarını pencereden izleyen Ayşe, yaşlı bir baykuşun bir dut ağacının etrafında birkaç defa dolandıktan sonra ağacın kurumuş dalına konduğunu gördü. İnsanlar seni görmenin uğursuzluk olduğunu söylüyorlar. Yanılıyorlar, sen zararsız, akılı bir kuşsun, dedi. Fırat’ın dibinden birden göğe yükselen kayalıklara serpilmiş kısa, zayıf çalılıkların içinden gelen bir kekliğin gür sesine küçük şirin bir tepenin doruğundaki irice bir incir ağacının dalları arasından diğer bir kekliğin karşılık vermeye başladığını duyan Ayşe: Soyuna ihanet ettiğini söylüyorlar, yanılıyorlar. Sen arkadaşlarının tutuklanması için yanına çağırmıyorsun. Avcılar doğada yaşama hakkınızı elinizden alıyor, dedi
Ayşe’nin hareketlerinden şüphelenen Ahmet, Ayşe’yi takibe almıştı. Onun evden çıktığını görünce haber verdi diğer arkadaşlarına ve arkadaşlarıyla Ayşe’nin peşine düştüler ama Ayşe ve Umut izini kaybettirdiler. Umut’un annesi Umut’a gönderdiği mesajda: -Oğlum, sizin peşinize düştüler bu eli kanlı katiller, sizi öldürecekler. Bir yolunu bul, kızdan uzaklaş yoksa seni de kızla birlikte öldürecekler. Umut:–Tamam, anne, uzaklaşacağım, dedi. Annesinin gönderdiği mesajı ve kendi mesajını sildi. Ertesi günün akşamında evin kapısında üç kişinin beklediğini gören Umut, evin arka penceresinden ipi sarkıtarak evde uyuyan kıza haber vermeden son anda evden kaçmayı başarmıştı. Ailesinin sözünü tutup kızdan uzak duran yüreksiz ve hayırsız Umut, sırra kadem basmıştı. İnandığı aşkının uğruna korkmadan ölüme yürüyen cesur Ayşe’nin kalbi kan ağlıyordu. Ayşe ışıl ışıl gözlerle diz boyu yükselen çimler içinde Umut’la bakışmalarını, köyün az ilerisinde kıvrıla kıvrıla uzayıp giden derenin ağzında nar bahçesinin sık ağaçlarının içinde saatlerce el ele gezmelerini hatırladıkça hüzne boğuluyordu.
Evin etrafını saran Ahmet’in arkadaşları kapıyı kırarak içeriye girdiler. Kızı yatağında uyurken kıskıvrak yakaladılar. Kızın saçından tutup başını uyuduğu kanepeye sertçe vurdular. Bayılan kızın ayaklarından ve kollarından sıkıca bağlayarak Fırat’ın kıyısına getirdiler.
Kurbanlık koyun gibi boğazlanmayı bekleyen kızın gırtlağına keskin bıçağı dayayan Ahmet insani duygularını yitirmiş, ruhunun derinliklerinde bir çığ gibi büyüyen hayvani duyguların esaretinin altına girmişti. Dut ağacına belinden sıkı sıkı bağlı kızın kolunda çizilmiş kalp içindeki U ve A harfleri üzerine kızgın demiri bastırdı. Ağzı bağlı olduğu için, sadece bedenini kıpırdatabilen Ayşe’nin nazik sütbeyazı bedenini dayanılmaz bir acı kasırgası sardı. Dağlanan kızın kolundan etrafa yanık et kokusu yayıldı. Korkudan tir tir titreyen kızın boğazından çektiği bilenmiş ve ağzı parlayan bıçağı Fırat’a fırlattı Ahmet. Kızın ağzını açmasıyla karşıki kayalardan yankılanan kızın çığlığından korkan kayadaki güvercinler havalandı. Paniğe kapılan Ahmet, belindeki silahı çekip kızın kafasına bir şarjör boşalttı. Rüzgârda uçuşan dalgalı saçların bir kısmı tozun içinde bir kısmı da kana doymuş yerdeydi. Ayşe’nin gülümserken görünen inci gibi düzenli dişleri kana bulanmış şekilde yere saçılmıştı. Ruhunda Nuh’un tufanından kalma fırtınalar dinmiş, ay ışığının aydınlattığı kan birikintisi ve ağaç gövdesinde yer yer kurumaya yüz tutmuş kan lekelerin göründüğü yerde; öfkelenince güçlü, yıkıcı, aslan parçası, dillere destan kızın ışıl ışıl gülerken parlayan mavi, tatlı gözleri açıktı. Kader bu ne gelir elden. Kurşun sesinin birkaç saniye öncesinden gelen ve kızın sessizliğini yırtan acı çığlığının verdiği korku Osman’ın ta iliklerine işlemişti. Ama bu korkunç cinayetten hiç etkilenmeyen canavar yaratışlı arkadaşları, sanki bir tavuk öldürmüş gibiydiler.
Ay ışığı Fırat’ın sığ suyunda hafif hafif sallanan kadının bedeninin çevresini aydınlatıyordu.
Osman geniş kulaç atıp sırtını suyun üstünde tutarak akıntıyı yanlamasına geçip kadının cenazesine ulaştı. Kurşunu kafasından ve omzundan yiyen cenazeyi ırmağın dirsek yaptığı sığ yere çeken Osman, bir taş gibi cansız bedenin bir kolunu kesti. Kan ve su damlayan kolu torbanın içine koydu ve torbayı beline bağladı. İrice bir taşın dibine sürüklediği biraz şişmiş cenazenin ayaklarının üstüne siyah bir taş koydu. Kadının uzun saçını boynuna doladı. Su yüzeyine çıkan göğsünü suda yüzen çalı çırpıyla kapattı. Artık cenaze görünmüyordu kıyıdan.
Bu iş tamam, deyip yüzerek kıyıya çıktı.-Arkadaşlar kurşunu tam beyninden yemiş namussuz. Namusumuzu temizledik, artık gidelim. Gün ışımaya başladı. Bizi gören olur, yakalanırız, dedi. Sabahı karşılayan kuşların sesleri duyulmaya başlamıştı. Yeni doğmuş güneşin ışıkları fıstıkların yapraklarında ışıyordu. Ortalık iyice aydınlanmıştı. Fırat’ın kıyısında topladıkları kuru çalı çırpıları yaktılar. Ahmet, birkaç iri odunu ateşe atarak ateşi besledi. İyice harlanan ateşe kanlı elbiselerini attılar. Ve hiçbir iz bırakmadan oradan uzaklaştılar. Cenazenin cam gibi donuk bakan gözleri, ince dudaklarında tatlı gülüşü, ince bilekli ellerinin parmaklarının içe büküklüğü ve kınalı tırnakları Osman’ın gözlerinin önünden geçmiyordu. Gecenin belirsiz saatlerinde kâbuslarla uyanan, vicdan azabı çeken Osman’ın göz çanaklarından yanaklarına iri gözyaşı damlaları süzülüyordu. -Elim kırılsaydı da onu ilk gördüğümde ağzını bağlamasaydım. Onu keşke dinleseydik, dedi. Dünyanın yükünü omzunda hisseden Osman’ın nefesi daralıyordu.-Kafayı yiyeceğim. Biliyorsunuz, kırk gün gitmiyormuş öldürdüğünüz insanın görüntüsü gözlerinizin önünden, dedi arkadaşlarına. Ahmet: Hayır Osman, güçlü olmalısın. Bu olup bitenler bizimle mezara gitmelidir. Yoksa hapsi boylarız. Bize bir daha gün yüzü göstermezler.
-Bu kolu dayımıza göstereceğiz. O da inanacak bizim namusumuzu temizlediğimize. Hiç kimse duymayacak bizden ve dayımızdan başka bu olayı. Bak Ahmet, biz bir kuş öldürmedik. Biz, bizim gibi bir insanın yaşama hakkını elinden aldık. Bunu yapmaya hakkımız var mıydı? Kim bu hakkı bize verdi. Veren canı ancak o almalıydı. Ahmet: -Tamam da bu öldürülmeyi çoktan hak etti. O namusumuzu kirletti. Törelere göre onu öldürmeliyiz. Bizi el âleme rezil etti. Eğer biz bunu öldürmeseydik başımız hep eğik olacaktı. Şimdi başımız dik, alnımız ak. Toplum içine rahatlıkla çıkabiliriz. Çünkü biz namusumuzu temizledik.
Öğleye doğru köye vardılar. Kendilerine verilen soğuk ayranları içtiler. Ama Osman kendisine verilen ayranı öfkeli bir şekilde yere çaldı. Töreye çaresiz boyun eğmiş Osman’ın sinirleri iyice yıpranmıştı. Kafayı yemek üzere olan Osman’ı arkadaşları dışarıya çıkardılar. Büyükçe bir incir ağacının serin gölgesinde oturmasını sağladıkları Osman’ın gözünün önünden gitmeyen görüntüler, buzdan birer iğne olup Osman’ın canını kanatıyor gibiydi. Bazen ateşten bir kor olup Osman’ın yüreğini yakıyordu. Ağır vicdan azabının altında ezilen ruhunu kurtarmak istiyordu ama bir türlü bunu başaramıyordu Osman. Yirmi dört saatten beri bir iki incirden ve bir salkım üzümden başka hiçbir şey yememişti. Açlığın ve yorgunluğun etkisiyle gözleri kararan Osman, cin çarpmış gibi sersem sersem yürüyordu. İkinci günden itibaren yüzünde sivilceler çıkmaya başladı. Çatlamış dudaklarından kan sızıyordu. Beti benzi zaten gitmişti. Ruhundan kopan bazı kelimeleri bilinçsizce tekrarlayıp duruyordu. Kızın kafasına yediği o ilk kurşunun sesi ve öncesinde gelen yeri göğü inleten korkunç acı çığlığı Osman’ın kulaklarında yankılanıp duruyordu. Bir ara başını alıp gitmek istedi çok uzaklara. Bu kurtuluş değildi. Çünkü vicdanı onunlaydı. Ve cinayet kafasının içindeydi. Uzaklara gitmekle vicdan azabının ağır baskısının altından kurtulamazdı. Osman’a: Bizimle berabersiniz, dedi Ahmet. Bizi dinlemezseniz biz sana zor kullanacağız, dedi. Beş on adım arkalarından gelen Osman öfkelendi, onlara küfretti. -Ben sizle beraber değilim, Ayşe’yi siz öldürdünüz. Ben sadece yanınızdaydım. Fırat’a attığınız cenazeyi kimse görmesin diye üstünü kapattım. O da siz yüzme bilmediğiniz için ben yüzerek gittim. Cenazenin üstünü kapattım. Bir de siz çok ısrar ettiniz, ben kolunu kopardım, size getirdim. Buna kızan Ahmet ve arkadaşı, arkadan yakaladıkları Osman’ı dizlerinin altına aldılar. Ellerini ve ayaklarını sıkıca bağladıkları Osman’ı ağaca baş aşağı astılar. Yarım saat ağaçta baş aşağı sallanan Osman bayılmıştı. Badem ağacından indirdikleri Osman’ın yüzüne soğuk su döktüklerinde Osman ayıldı. Ahmet, kendilerine karşı gelen ve onları dinlemeyen Osman’ı korkutmak için bir el ateş etti Osman’ın ayaklarının dibine. Yerden seken bir kurşun Osman’ın ayağına değdi. Osman’ın ayağının kanını durdurmak için gömleğini yırtan Ahmet, bir türlü kanı durduramıyordu. Çünkü ayağının bir damarı kopmuştu. Kan fışkırıyordu. Mecburen köyü aradılar. Köyden Ahmet’in kardeşi gelip taksiyle Osman’ı hastaneye kaldırdı. Osman’ın kayadan düşüp yaralandığını söylediyseler de doktora, doktor buna ikna olmamış ki gizlice polislere haber verdi. Polisler Osman’ın ifadesine başvurdular. Osman olayı polislere anlattı. Ve böylece olay savcılığa intikal etti.
Bir yanda cübbesi tertemiz parlayan ve sanıklara kuşkulu kuşkulu bakan genç bir yargıç, diğer tarafta yargıçları etkilemeye hazır bekleyen üstü başı düzgün, şık giyinmiş, tecrübeli avukatların oturduğu mahkemede acı kaderin uçurumun kıyısına sürükleyip getirdiği Osman, canavar ruhlu Ahmet’in işlediği korkunç cinayetin ağır suçlamasıyla karşı karşıyaydı. Vicdan azabının pençesinden kurtulma zamanının geldiğini anlayan ve uzun zamandan beri kendini zor tutan Osman’ın ağzından olayın bütün ayrıntılarını açıklayan cümleler bir sel gibi akıp gidiyordu. Buz gibi bakışlı, yüzü mahkeme duvarı, pis pis kokan yamuk, küçük ağzının köşesinde salyalar akan Ahmet, kendisini reddeden amcasının kızı Ayşe’ye karşı nefretini kusmuştu