- 278 Okunma
- 5 Yorum
- 8 Beğeni
Cumhuriyeti Böyle Kurduk 12
Milli günlerimizi hiç atlamamaya çalışırım. Mutlaka bir yazı veya şiirle anarım. Ancak 6 Ekim’deki İstanbul’un Kurtuluşu “Neye Yaradı 7” isimli yazım nedeniyle Defterin sürecine takıldı. Özür.
-
Kurtuluş Savaşı sonrası Yunan’ın denize dökülmesini takiben İngiliz Donanması’nın İzmir Limanı’nda kalmayı sürdürmesi Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı çok tedirgin ediyordu.
İngiliz Donanma Komutanı Paşa’nın ziyaretine geldi. Gazi konukseverlik gösterdi. Amiral, kendi yurttaşları ile azınlıkların durumlarını sordu. Gazi; suç işlemeyenlerin İzmir’de kendisi kadar güvende olacaklarını, suç işleyenlerin ise yargının önüne çıkacağını söyledi. Konuşma bir anda gerginleşti.
Donanma komutanı,
- Fakat Paşa Hazretleri, olağanüstü günler geçirdik. Yunan Ordusu’ndan yüreklenerek cesaret alan bazı Rum ve Ermeniler şımarıklık yapmış olabilir. Bunlar, olağanüstü günlerin olaylarıdır. Hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın düşmanlığına bırakılacak olursa, bütün dünya size karşı ayağa kalkar!
Son tümceye kadar gülümsemekte olan Mustafa Kemal Paşa, amiral gözdağına kalkışınca sözünü bıçak gibi kesti,
- Şu "Efendi Devlet" rolünü bir yana bırakınız Amiral! Uluslara da gözdağı vermekten vazgeçiniz! İngiltere ve bağlaşıklarının ayağa kalkıp kalkmayacağını düşünmem..! Bunlar ülkemin iç işleridir; kimsenin bu işlere karışmasına izin vermem!
Amiralin yüzü kül gibi oldu.
- İngiltere Hükümeti’nin uyrukdaşlarını her yerde koruma hakkı, devletler hukukunun güvencesi altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını yalnızca rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz...
İşte o zaman Mustafa Kemal Paşanın tepesi iyice attı.
- Arkaladığınız Yunan Ordusu’nun denizde yüzen leşlerini sanırım görmüş olmalısınız! Türk Ordusu düzeni sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı boşaltacak güçtedir de... Donanmanızın en kısa sürede limanı terk etmesini istiyorum!
Amiral ne yapacağını şaşırdı,
- İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?
Paşa son sözünü söyledi,
- Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması’nın hala yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırttık... Karşımda oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz! Bizim gözümüzde "barış antlaşması yapmamış" iki devletiz. Savaş hukuku yürürlüktedir. Gemilerinizi hemen kara sularımızdan çekmeniz konusunda sizi uyarıyorum!
Amiral kekeledi,
- Affedersiniz! Dedi.
Odadan ayrıldı.
Görüşmeden sonra İngiliz Hükumeti, Türk Hükümeti’ne uyarı verdi. “Komutana söylenenlerin yazı ile gerçekleşmesini” istedi. İstenen hemen yapıldı. Söylenenler yazılarak olduğu gibi gönderildi. Olay kentte de duyulunca tedirginlik başladı. Ancak birkaç saat sonra İngiliz ve Fransızlar, kendi devletlerinin uyruğunda olanları gemilere bindirip sessizce çekip gittiler.
Gidiş o gidiş.
Salih Bozok o anı şöyle anlatmaktadır:
"Verilen zaman bittiğinde, büyük İngiliz donanmasının uzaklaşmasını izledik. O ise, bakmıyordu bile..."
Kaynak: Hanri Benazus, Anılarla Atatürk’ün İzmir’i.
-
İzmir’in Kurtuluşu’ndan sonra Damat Ferit Paşa 21 Eylül 1922’de ülkeden kaçtı. Mudanya Mütarekesi gereği Trakya topraklarının teslimi yapılırken Türkiye’yi temsil edecek kişi olarak Mustafa Kemal Paşa’nın isteği ile Refet Paşa; İstanbul komutanı olarak da Millî Müdafaa Umumi Kâtibi Selahattin Adil Paşa görevlendirildi. Refet Paşa, 19 Ekim tarihinde TBMM Muhafız Grubu’ndan 100 kişilik bir kuvvet alarak Gülnihal vapuruyla Mudanya’dan ayrılıp İstanbul’a geldi. Ardından "İstanbul Komutanı" sıfatıyla Selahattin Adil Paşa, 81. Alay ile İstanbul’a geldi. Refet Paşa ve Selahattin Adil Paşa’nın İstanbul’a gelmesine rağmen işgal sonlanmadı. Çünkü mütarekeye göre işgal kuvvetleri barış antlaşması imzalanmasından hemen sonra İstanbul’u boşaltacaktı.
24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra İngilizler ayak sürüyor, gitmek istemiyorlardı. Mustafa Kemal İngilizlere bir uyarı vererek “Şehri derhal boşaltmalarını, aksi takdirde Türk askerlerine ateş emri verileceğini” bildirdi.
23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı.
Son İtilaf birliği 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etti.
6 Ekim 1923’te ise Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi ve işgal resmen sonlandı. İşgal 4 yıl 10 ay 23 gün sürdü. Her yılın 6 Ekim’i böylece İstanbul’un kurtuluş günü olarak belirlendi ve kutlanmaya başlandı.
-
Bursa’yı işgal eden Yunan güçlerinin Komutanı Sofokles’in, Osmanlının kurucusu Osman Gazi’nin kabrini tekmeleyerek “Kalk Koca Osman. Kalk da kurtar torunlarını” derken çekilmiş fotoğraflarına bakın lütfen. İnternet ortamında var.
Bursa’nın 8 Temmuz 1920 günü işgali ve -aynı zamanda Venizelos’un oğlu olan- Sofokles’in Osman Gazi’nin kabrine saygısızlık etmesi üzerine, Büyük Millet Meclisi Başkanı olan Mustafa Kemal Paşa’nın isteği üzerine, adı konulmamış bir ulusal yas ilan edilmiş ve bunun alameti olarak da BMM kürsüsüne siyah bir örtü (Püşide-i Siyah) örtülmüştür. Bu örtü, ancak Bursa’nın işgalden kurtarıldığı 11 Eylül 1922 günü kaldırılmıştır!
Taa Polatlı’ya kadar gelen Yunan, yaklaşık 5 yıl İstanbul’u işgal eden İngiliz, Kurtuluş Savaşı olmasa gider miydi?
Kurtuluş Savaşı olmasa Yunan nerede dururdu acaba?
Bugün Atina’da Selanik’te 1 tane Türk var mı ki Anadolu’da Türk bırakacaklardı!
-
Abdulhalim Çelebi Efendi’nin Halısı…
Bir gün Atatürk’le beraber Abidinpaşa’dan gelip Samanpazarı yoluyla Ulus’a geçiyorduk.
O zamanlar Samanpazarı’nda bulunan üç beş dükkândan birisi Ali Efendi isimli kitapçıya aitti. Kitapçı dükkânının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu. Harp yıllarının sonu olduğundan hiçbir yerde, hele Ankara’da böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için bu halı Atatürk’ün de dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik.
Beraberce dükkâna yürüdük. Kitapçı, Ata’yı görünce, buyurun Paşam diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını ifade ettiler. Kitapçı;
“Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok” dedi.
Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler. Kitapçı ezile büzüle;
“Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim” dedi.
Bu sefer Atatürk daha çok merak edip;
“Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz” dediler.
Kitapçı;
“Paşam 40 lira istemişlerdi” deyip yine halı sahibinin ismini vermedi. Atatürk halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de kitapçı istemeyerek ve sıkılarak;
“Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin Paşam” dedi.
Abdülhalim Efendi, Mevlâna sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü sözü doğru bir kişiydi.
Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkâna 40 lira bırakmamı emretti.
Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak indirip paket yapmaya koyuldu.
Bu arada Atatürk, Abdülhalim Efendi’nin kişiliğinden övgüyle bahsederek;
“Abdülhalim Efendi, evde halısını satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor” diyerek onu övdü. Sonra da kitapçıya dönerek;
“Bana bak, halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülhalim Efendi’nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz.” dediler. Kitapçı bu davranışa şaşırmış durumda bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık.
Aynı akşam Abdülhalim Efendi’nin evine gittik. Kendisi bizi avlu kapısında karşıladı.
Eve girince baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu. Mütevazı evinde minderlere oturuldu, kahveler içildi.
Abdülhalim Efendi;
“Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım.” dedi.
Atatürk de;
“Abdülhalim Efendi halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz.” diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.
Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak;
“Paşam eğer müsaadeniz olursa halıyı…” derken Atatürk sözünü keserek mütebessim;
“Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz.” diyerek veda edip ayrıldılar.
Böylece Atatürk, Abdülhalim Çelebi Efendi’ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamışlardı.
Bu ibret verici anı; O büyük asker, devlet adamı ve devrimci liderin, en az bu nitelikleri kadar büyük olan insanlığını anlatmasının yanı sıra, onun, gerçek dindar ve üstelik bir tarikat mensubu olan Çelebiye saygısını göstermesi bakımından da ayrı bir önem taşıyor.
Abdülhalim Efendi, o halıyı Konya Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. Görülüyor ki, Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kullanmamış ve halıyı sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan etmiştir. (1922).
Ayrıca; Herkese açık sofrasını sürdürebilmek için halısını satan bir tarikat ehli günümüz din ve tarikat bezirgânlarından farklılığını da ortaya koyuyor.
(Atatürk’ün Yaveri Muzaffer Kılıç anlatıyor)
YORUMLAR
"Cumhuriyeti Böyle Kurduk" yazı seriniz gerçekten de Atatürk'ün neden bu kadar sevildiğini ve değer verildiğini en belirgin kanıtlarıyla ortaya koyduğu için ne kadar teşekkür etsek azdır, sağolun varolun.
Gerçek devlet adamlığı ve insanî değerlere sahip olmak herkese nasip olmaz.
Her şeye rağmen sevmeyenler hariç herkesin okuması gereken bir paylaşımdı, gönülden kutluyorum tebrikler üstâdım.
"ATATÜRK'ü sevmiyorlar diye moralimi bozmuyorum, çünkü ATATÜRK'ü sevmek derin bir anlayış, keskin bir idrak yeteneği,
müthiş bir sezgi gücü ve her şeyden önce 'beyin' gerektirir."
Sonsuz selam, sevgi ve saygılarımla.