- 65 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
AZ SONRA ŞU HARABE OTOGARA BİR ŞİİR YANAŞACAK
Ne güzel ve ne de hüzünlü söylemiş Atilla İlhan:
“Çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
çünkü ayrılık da sevdaya dâhil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
hiçbir anı tek başına yaşayamazlar
her an ötekisiyle birlikte
her şey onunla ilgili”
***
Aylar sonra yeniden uğradım beraber gittiğimiz o sahil kentine. Yürüdüm sevimli sokaklarında özlem ve sabırla. Seninle yeniden tanışıyordum sanki. Kaç kez bulunsak da sarılmanın en masum uygarlığında, sanki ilk kez buluşuyordum. İlk buluşmanın tadını alıp yüzümü yıkadım onunla. Arındım. Ihlamur kokusu kaplamıştı geçtiğin yerleri. Karahindibaya dönüşen sarıpapatyalar yaşamı, erdemi ve direnmeyi hatırlattı. Aşk ve direnişi aynı anda yaşamak… Beraber yürürken tanıştığımız kediler, köpekler, kuşlar, böcekler, çiçekler ve güneşle selamlaştım.
Bir Unutmabeni çiçeğiyle bakışıp gülümsedik birbirimize.
Seni sordu.
“Onu bir şiire emanet ettim.” dedim.
Plajdaki kafeye uğradım. Kumsala otururken ayaklarımıza vuran dalgaların taşıdığı köpüksü dokunuşu hatırladım. Ayaklarım kamaştı hüzünden ve hem de bir düşten yeni gelmişçesine sevinçliydiler. İki sade kahve söyledim tıpkı o günkü gibi. Birini senin dudaklarından içtim, diğerini sana ulaştırsınlar diye sözcüklerin üzerine savurdum. Sözcükler denize döküldü. Uzaklık oluştu. Denizdeki uzaklığa baktım, uzaklıkta oynaşan o iki yunusu yeniden gördüm. Nasıl da sevimliydiler. Derinden hissettim insanın içindeki büyük zindanı. Derinden.
Dalgınlık ve boşluğa uzanış bedenimde gezinip duruyor.
Ölümsüzlük teklifleri alıyorum bu iki düşsel kardeşten.
Düşünüyorum, dalgınlığın ve sonsuz boşluğa uzanışın belleğime verdiği özel yetkileri… Kurşuna dizilmiş eski anlamların yeniden dirilişini. Ah, bereketli mahsuller veriyor ıstırap tarlası. Bir sahranın giriş kapısıdır orası. O kapıdan girdiğim andan itibaren rüyalar görüyorum; haykırışımın duyulmadığı bir okuldayım orada. Yalnızlar kalabalığının çığlıklarını duyuyorum, ağızlarından kumlar fışkırıyor ama benimkini kimse duymuyor.
Adı Buz Çölü olan bir romanın içindeyiz.
Sayfalar çevrildikçe rüzgâr esiyor,
rüzgâr estikçe yüzümden kuşlar fışkırıyor.
Görüyor musun iki ayrı yöne dökülen şehirleri birleştiren o kuşları? Haykırıştan yapılmış kuşları… Yanımdalar şu an, bu harabe ama içinde eski anlamlar saklı otogarda beraber bekliyoruz seni. Kırk beş dakika var otobüsünün gelmesine. Seni bekleyişin tadını beraber çıkartıyoruz. Bu savrulmuş, her yanından kuşatılmış ülkeye inat; gülün ve bilginin çarmıha gerilişini duygusuzca izleyen bu ülkeye inat… Adı Buz Çölü olan bu romanda ayrılığın sevdaya dâhil olmadığı bir çağı başlatıyoruz: sevişmeler çağını…
Çocukluğumdan gelen mektupların hüznü, terminallerin büyüsü, geçici vedalar, papatya suyuyla yıkanmış bekleyişler, hepsi bir bir işleniyor Tabula Rasa’ya… On beş dakika kaldı. Az sonra şu harabe otogara bir şiir yanaşacak; nefes alıp vermeye başlayacak yeniden sevgisizlikten yıkılmış bu ülke ve el ele tutuşacak yine iki ayrı yöne dökülen şehirler.