11
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
708
Okunma
Bir gün babam bir eşya aldı geldi eve. Annem:
“Bu ne adam?
Cevap vermedi.
Tahtalar buldu odunluktan. Ölçtü, kesti, çaktı. Getirdiği eşyayı kapının üstüne denk gelecek yüksekliğe bir altlık raf yapıtı. O çalışırken biz de gelen eşyayı merakla seyrediyorduk. Yanları, üstü pırıl pırıl cilalı, göğsünde gri bir kumaş, kumaşta kabartmalı NEVTRON yazısı. Altta sarı bir cam. Üstü yazı dolu. Prag, Budapeşte, Sofya… Camın sağında solunda iki siyah düğme var.
İşini bitirdi babam.
Gelen yeni eşyayı kucakladı rafına koydu. Fişini sıva üstü prize taktı. Soldaki düğmesini çevirdi. Hırıltılı bir ses. Sonra yavaş yavaş sağdaki düğmeyi çevirdi. Duymadığımız müzik, anlamadığımız konuşmalar. Bir yerde durdu:
“Yurttan sesler programının bu bölümünde şimdi de Muazzez Turing’den Mektebin bacaları türküsünü dinleyeceksiniz.
Mektebin bacaları vay lele lele lele vay lele vay
Ders verir hocaları vay lele lele lele vay lele vay
Babam gururlu:
“Buna radyo derler radyo…”
Annem, ben, kız kardeşim, mutluyuz sevinçliyiz. Gözlerimizde ışık, yüzlerimizde tebessüm.
Dünyanın en iyi buluşu artık bizim evde de var.
Alıştık ona. Onsuz olamaz olduk. Radyomuz bazen Zeki Müren’e:
Uzun yıllar bekledim hakikat oldu rüya
Koklamaya kıyamam benim güzel Manolyam.
Şarkısını;
Bazen de;
Muzaffer Akgün’e
Kışlalar doldu bugün doldu boşaldı bu gün
Gel gardaş görüşelim ayrılık oldu bu gün
Türküsünü söyletti.
Hele; RADO TİYATROSU. Onları nefessiz dinlerken bazı geceler annem üzüntüden dizlerini dövdü. Bazı gecelerde de sevinçten birbirimize sarılıp ağladık.
Bir gün kardeşim bana sordu.
“Abi bunun içinde küçük adamlar mı var?”
“Olmaz öyle şey.”
“O zaman nasıl oluyor?”
Nasıl olduğunu ben de bilmiyordum. Ben abiydim. Bilmiyorum dememeliydim:
“Şimdi anlatsam da anlamazsın. Büyüyünce öğrenirsin.”
Tek odamız, derme çatma bir mutfağımız, mutfağın küçük bir bölümünde de gideri olan küçük bir bölümde yıkanma yerimiz vardı.
Yer sofrasında ders çalışır, yerde oturur, akşam serilen yer yataklarında aynı odada yatardık
Eğer mevsim yaz günlerindeyse gazocağının üstüne, kışsa sobanın üstüne su dolu güğüm konulmuşsa o gün derslerimizi erken bitirip erkenden uyumamız gerekirdi. Uyumadıysak babamızdan azar işitirdik.
Sahi niye hep yerde yaşadık biz? O yıllarda masa, sandalye yok muydu? Varsa da çok mu paraydı? Ya da ayıp mıydı, günah mıydı? Masalı sandalyeli evler?
Bir gün babam:
“ Daha bu ne ki. Gâvurlar bunun adamların görüneni bile yapmışlar. Ama hiç inanasım gelmiyor. Olur, mu hiç öyle şey? Kıyamet alâmeti.”
Yine bir gün:
“ Her eve ayrı telefon bağlanacakmış. Postanede sıra yazılıyor. Bende adımı yazdırdım. Beş altı seneye kalmaz sıran gelir, istediğine devredersin dediler. Olsun taş attım da kolum mu yoruldu?”
Ne sesini duyacağı, siyah beyaz resimlerini görmek, ne de üzerine dantel örtülmüş ev telefonundan numaraları çevirmek nasip olmadı babama. Mekânı Cennet olsun.
Babamdan yıllar sonra koca kıçlı televizyonlar çıktı. Ondört elemanlı geyik boynuzuna benzeyen antenlerle veriliyordu görüntü. Net görebilmek için çatılara çıkıldı. Düşenler oldu. Bazıları evdeki alüminyum tencerelerin kapaklarını daha iyi görüntü alabilmek için antenlere taktılar.
Şehir resimleri, karikatürler hep o antenlerle tasvir edildi.
Sonra renklileri çıktı. Renklisini alamayanlar ekranın önüne renkli cam taktılar.
Daha sonra… Daha sonra…
Dev ekranlar. Her evde birden çok televizyon. Hepsi de plazma.
İnternet çıktı. Google adında bir de emmimiz oldu.
Gazete kuponlarıyla alınan cilt cilt ansiklopediler çöpe atıldı
Ya akıllı telefonlar?
Benim ona hiç aklım ermiyor.
Kullanıyor muyum? Evet.
Bir gün her fani gibi çekip gideceğiz bu dünyadan. Ama merak ediyorum.
Torunlarımız torunlarımızın torunları neler görecekler acaba?
Kim bilir?
Son sözüm mü?
SENİ ÇOK ÖZLEDİM BABAMM…