- 92 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
KENDİMİZE BİR MASAL ANLATMALIYIZ
NOT: Deneme, Ç.Türk Dili Dergisi Eylül 2024 439., Şiir Sarnıcı Ekim 2024, 22. sayısında yayımlanmıştır.
Yazın yolcularının inançlarını, duygularını ve kabullerini yıkmak istemem ama belirtmem gereken bir kaç durumu da yazmadan geçemeyeceğim. Konumuz; şiir, edebiyat daha genel söylemle sanat ise oturup biraz geçmişimize sonra da ayrıntılı günümüze bakmak zorundayız. “Görünen köy kılavuz istemez” diye bir atasözümüz vardır. Şiir ve yazın sanatının kapalı yanlarını görebilmek için veriye dayalı değerlendirme yapmalıyız; kulplu önyargılarımızı bertaraf ederek... Bilim, sanat ve insanlığın evrensel olduğu düşüncesinden hareketle; veriye ve deneyime dayalı bilgiye yaslanarak...
Pek çok konuda doyuma ulaşmış kuşaklar olarak bizler, göğsümüz kabararak şiirimizden, edebiyatımızdan, sanatımızdan haklı olarak söz etmek istiyoruz. Tarihin sayfalarına ayrıntılı baktığımızda, kayıt altına alınan dönemden (7. yy’dan) bu yana yeni imgelem olanaklarının önünü açmak yerine hep öykünme, diğer adıyla taklit denizinin içinde var olmaya çalışmış bir geçmiş var elimizin altında. En yakın örneği, Arap ve Fars kültürünün etkisiyle yaratılan divan edebiyatı. Tarih öncesi Köktürk ve Uygur alfabesi varken Türkçeye uygun alfabe bunca yıl oluşturulamamış. Haberimiz bile olmamış böyle bir alfabenin varlığından. En sonunda zorunlu olarak Latin alfabesi uyarlanmıştır. Günümüzde akademisyenlerin deyimiyle “Batı kültüründen etkilenen Türk Edebiyatı” gibi eleştiriden ödül sistemine kadar daha pek çok konuyu, savıma örnek olarak verilebiliriz. Bu gerçeği, hamaseti ve güdülenmiş aidiyet duygusunu bir kenara koyarak kendimize itiraf etmek zorundayız. Bilgi evrenseldir; ırk anlayışı, kutuplaşmış siyasi yaklaşım, inanç, öğrenilmiş aidiyet algısı bir yere kadar geçerlidir. Bugün, gerçekle yüz yüze gelmek için bilginin evrenselliğinden yola çıkıp veriye dayalı değerlendirme yapacak birikime sahip olduğumuzu düşünüyorum.
Derin bir kültüre ve köklü geçmişe sahip bir toplum olarak neden edebiyatta öncü konumunda olamadık? Geçmişimizde edebiyatın çoğu türünde yapıt üretmiş bizler, neden roman, şiir, öykü bilgisini transfer yoluyla öğrenmek durumunda kalmışız? Açık söylemek gerekirse ben, sanat ve edebiyatımızın, bizim dışımızdaki kültürlerin etkisi altında taklit ve öykünme biçiminde gelişmesini, transfer bilgiyle dönüşmesini sağlıklı bulmuyorum. Böyle bir yaklaşımı, böyle bir beklentiyi dahası diğer kültürlerin bilgi varlıklarından nemalanma tutumunu sevmiyorum ve bu tutuma tamamen karşıyım. Hatta kendi kendini ve sahip olduğu kültür varlıklarını aşağılamanın ustaca hazırlamış renkli bir kılıfı olarak görüyorum. Elbette sanat, güneş ışınlarına benzer; yansıdığı bölgeyi kendi rengine çevirir. Bilgi de öyle; kolay yayılır. Zaten bu yüzden sanat evrenseldir diyoruz ya… İnsan bilinci ve beğenisine göre doğruluk ve uygunluk değeri yüksek olan kavramlar, din-dil-ırka bakılmaksızın genellik taşıyan durumlardır. Dolayısıyla yerel ya da evrensel olduğunu varsaysak bile genellik taşıyan insan algısı, sanat yapıtının içerik ve biçimine yön verir. Yoğun iletişim ortamında da, en Batı ile en Doğu arasındaki mesafe küçülerek sanatta biçim ve içerik en uygun olana yönelir. Ülke geneline ve önde gelenlerin anlatımlarına baktığımızda, ne yazık ki lisans eğitimi ders kaynakları dâhil, öykünme ve tarihlendirme dışında bir şey yapmamanın açık örneğini oluşturan bir süreklilikle yüz yüzeyiz. Sonuç olarak her sanat dalı dünya üzerindeki etkinliklerden etkilenir; ne var ki bizim yaptığımız gibi kendi ufkumuzu köreltip başkalarının ufkunda rota aramak bana çok aşağılayıcı bir durum geliyor. Biraz ayrıntılı baktığımızda bu durumun bugün de sürekliliğini koruduğunu görüyoruz. Söylemeye çalıştığım şey; bilginin genelliği ve bilimin evrenselliği çerçevesinde daha özgün, yaratıcı, yön verici, bilgi üretici ve izlenir olabilecek donanımlı insan gücüne sahibiz; ne yazık ki bu gizil gücü kullanamıyoruz. Birincisi, bunun nedenlerini araştırmamız gerekir. İkincisi ise, isterseniz sağduyumuzu yanımıza alıp kişisel olarak enine boyuna ayrıca sorgulayalım. Var olandan değil; sanat adına bugünkü bilgi varlıklarımızla var olması gerekenden yola çıkalım… Elbette var olması gerekenden yola çıkmak, altyapı ve öngörü gerektiren bir durumdur. Bu durumun üstesinden gelmek için özgüven dışında; altyapı, öngörü ve sezginin insanımızda var olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Diğer taraftan sanatın özü ve estetik tavrı; biriciklik, özgünlük ve duyumsallığın içinde var olan bir olgudur. Bir yerlerden bilgi transferi yapmak yerine kendimiz sanat bilgisini üretmeyi denesek, en azından bu anlamda baksak şiire, öyküye, romana… Örneğin şiirin, keşfi tamamlanmamış çok fazla kapalı alanı var. Ne var ki akademik eğitim de dâhil, şiirin tarihsel bilgisi üzerinde çalışmak dışında yaratıcılık ve gelişim yönüyle ilgilenen sağlıklı kaynak ya da eğitim ortamı bulmak zor. Yapılmışı tarihlendirmek akademik eğitimin asıl işi değil kanımca… Onun işi, tarihsel bilgiyi irdelerken konunun felsefesinden yola çıkarak açılmamış alanların yolunu açmak olmalıdır. Dahası bu anlamda insan yetiştirmektir. Bu yaklaşımda olmadığımız sürece -ki olmamış- akademik personel dâhil şiirin önde gelenleri, gelecek için sağlıklı bilgi üretemezler; bilgi transferi yapmak dışında katkıları olmaz. Örneğin günümüz şairlerinin kitaplarını inceleyip şiir düşünceleri hakkında sıradan yorum ve çıkarımlar yaparak makale yazdığını sanan, deneme türü metnini makale türü adı altında hakemli dergide yayımlattığını söyleyen, hakemli derginin de bu yazıyı makale diye yayımlaması gerçekten üzerinde ısrarla konuşulması gereken bir konudur. Makaleyle deneme arasındaki mesafeyi henüz kavrayamamış bir eğitim altyapısına mı sahibiz, diye sormadan geçemeyeceğim. Abarttığımı düşünmemeniz için bir örnek daha vereceğim: Tarihe dönüp baktığımızda İlk Türkçe yazıların (Göktürk, Uygur Metinleri, Yazıtları) çözümünü bile Türkçe konuşmayan insanlar yapmış. Türkçe konuşan ulusların akademisyenleri bunları sonradan duymuş ve henüz bir şeyler kopya ederek sınırlı da olsa bizleri bilgilendirmeye çalışıyorlar. Ulusalcılık ya da ırkçılık yaptığımı düşünmeyin lütfen; biraz geçmişe tarafsız baktığımızda önemli bir sıkıntının varlığını, bugün bile tuttuğumuz yol ve yöntemin işlerlik derecesinin ve işlevinin düşük olduğunu görebiliriz. Ayrıca edebiyat alanında akademik eğitimin çerçevesine baktığımızda bir şeylerin eksik ve bilinçsizce uygulandığını görüyoruz. Örneğin, edebiyat bir sanat ve aynı zamanda bir bilim dalıysa –ki ders kitaplarında öyle yazıyor- estetik bilimini okumayan bir edebiyatçıdan bir yapıt hakkında yorum yapması ya da edebi bir yapıt üretmesi ne kadar sağlıklı olabilir? İçerik ve biçem hakkında nasıl bir tavır almasını beklersiniz? Eleştirmen veya edebiyat eğitimcisinin, edebiyatın estetik değeri konusunda yorum yapabilmesi ne kadar bilimsel olabilir sizce? Bütün bunları önümüze koyup daha ayrıksı ve yaratıcı bir çıkış noktası belirleyebiliriz. Hem siyasi hem de insan kaynakları olarak, genel ve bilimsel önlemler alınmazsa eğer çok iyi bir sonun beklemediğini şimdiden söyleyebiliriz.
Anlamsız bahaneler üretmenin bir yararı yoktur. Siyasi yönelimlerin hatta ideolojilerin bile ithal olduğu kanıksanmış bir anlayışın gölgesinde varlık bulmaya çalıştığımızı yadsıyabilir misiniz? Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Mustafa Kemal, kısmen özgün bir model uygulamaya çalışmış ne var ki biz çeşitli bahanelerle kazanımların altını boşaltmışız ve boşaltmayı sürdürüyoruz. Beynimize nakşedilmiş ithal kültürün pas kokuları altında aydınlığı çıkmaza nasıl sürükleriz, çabalıyoruz. Geçmişi başkalarının ağzından dinliyoruz; bu günü, popülist uygulamaların kurbanı edip gelecek kaygımızın olmadığı bir rahatlıkta yaşıyoruz. Üniversiteye gitsen, kahveye gitsen ya da rastgele bir toplantıya katılsan, görüyorsun ki herkes o kadar bilgili ki hiç kimsenin diğerinin bilgisine ihtiyacı yok; herkes her şeyi biliyor. Buna karşın, özgünlük ve biriciklik ilkesini koruyan ortada üretilmiş gözle görünür bir değer yok sayfaları karıştırdığımızda… Gerçekliği ve uygulanabilirliği düşük öykülerle bilim yaptığımızı düşünüyoruz. Fen bilimleri için aynı şeyi söyleyemem ama özellikle edebiyat gibi sosyal bilimler alanında hikâyeden öte elle tutulur, dişe dokunur bir sonuç görmediğimizi fen bilimlerinde lisans sosyal bilimlerde yüksek lisans deneyimime dayanarak söyleyebilirim.
Tarihteki ilk yazılı kayıtlardan 18. yy’da haberdar olunması, 18 ve 19. yüzyıllarda yaşamış ve günümüze eser bırakmış pek çok sanatçı hakkında bile sağlıklı bilginin yokluğu, yukarıda açmaya çalıştığım konuyu farklı açıdan destekleyen örneklerdir. Kayıt tutmadığımız gibi, sanatın felsefesine ilişkin küçük bir açılım gösteren belli başlı kaynağımız olmamış… Varsa bile dünyanın modern sanat dönemine geçtiği zamanın berisindeki kayıtlar; onlar da bir yerlerden alınmış, kopya edilmiş ya da derlenmiş bilgiler… Örneğin, Divan Edebiyatının felsefesi, tamamıyla transfer bilgiyle derlenmiş. Her alanda olduğu gibi sanat dallarında da tarihsel bilgi büyük öneme sahiptir; yadsımıyorum. Ancak, tarihsel bilgiyle uğraşacak kurumlarla bilgi üretecek kurumlar ve görevleri farklı olmalı. Bana göre bilgi üretebilecek kurum olarak en başta geleni fakültelerdir. Gördüğüm kadarıyla halen öğrencisi olduğum fakültenin, bilgi üretmesi şöyle dursun bilgiyi doğru transfer etmekte bile sıkıntı yaşıyor. İdeolojik algısı, inancı ve kabullenilmiş aidiyeti çerçevesinde bireysel bilgi aktarımı söz konusu… Örneğin Hoca Ahmet Yesevî’nin hurma rivayetinde olduğu gibi şehir efsanesini keramet adı altında öğrenciye gerçek bir olay gibi sunarken bir akademisyen oturup düşünmelidir. Yazım ve imlemeyi doğru kullanamayan, güncel olmayan bir dille konu anlatmaya çalışan, şehir efsanelerini ders kitaplarında gerçekmiş gibi öğrenciye sunan, öykünmeden öte geçmeyen çıkarımları örnek versem, sanırım içiniz acır; benim acıyor.
Karamsar bir tablo çizmek yerine daha ılımlı ve iyi yanlarını gösteren bir hava yaratabilirdim bu denemede. Yapılmışı hor görmek ve geçmişte hiçbir şey yapılmamış gibi bir anlam oluşturmak istemem, bunca yıllık birikimi de bir kenara koymuş değilim; okurda böyle bir kanının oluşması da çok sağlıklı değildir, farkındayım. Evreni ne kadar geniş ve ne kadar derin okuyabilmişsek o kadar da yeni ürünler vermişiz. Edebiyat sanatının gerçek dünyayla ilişki kurmasını ve gerçekle kurduğu ilişkide Ahmet Cevdet Paşa, Münif Paşa ve Şinasi gibi dönüşüm çarkının dişlilerini, Fikret’i, Nâzım’ı yok sayamayız elbet; bayrağı onlardan teslim alan kuşakları da… Ne var ki ben bu metinde var olandan değil var olması gerekenden yola çıkıyorum. Örneğin yapılmışı inceleyerek/açığa çıkararak unvan alan akademisyeni değil; yapılmamışı yani yeniyi üreten akademisyenin unvan alabildiği; hak eden yapıtın ödüllendirildiği bir sistemden; sanat ve eğitim ortamından söz ediyorum. Bu ortam nasıl oluşturulur; genelin kolaycılık anlayışı, kopi-pest tutumu, popülist yaygınlık, asılsız övgü, yeterlilik düzeyi düşük hak edilmiş unvan, gerekçe açıklamaktan aciz kurulların sanat ödülü vermesi gibi pek çok aksaklık nasıl önlenir; çok kolay bir değişim ve dönüşüm gibi durmuyor. Bedel ödenmeden de böyle bir dönüşüm ve değişimin olamayacağını biliyorum. Yine de iyi düşünmek, doğrunun, iyinin yerini bulacağına inanmak gerek…
Edebiyatın temeli masallarda gizlidir. Hatta şiir, masalların üzerine bina edilmiştir; aslında edebiyatın her dalı… Toplum olarak kendimize bir masal anlatmalıyız. Çünkü masallardaki düş ve imgelem olanakları, inanın sahip olduğumuz bilgiden çok daha fazla kullanılabilir bilgi üretme gizilgücüne sahiptir. Belki o zaman yukarıda sözünü ettiğim sıkıntıların ayırdına varırız ve yavaş yavaş transfer değil, bilgi üretmek için kolları sıvarız. En azından akademik eğitimi, şöyle sağından solundan silkeleyerek niteliğini artırabiliriz. Yönetici olarak bulunmadığım sadece öğrenci olarak bulunduğum fakülteler hakkında daha somut bilgi vermem çok olası değil, ayırdındayım. Ne var ki ulusal ve uluslararası istatistiki veriler, yurdun dört bir yanına dağılan insan kaynakları; ele alınır, dişe dokunur bir sonucun olmadığını bize gösteriyor zaten.
Bu sorunları dile getirmekteki amacım, sanatın özelde edebiyatın yolcularını uyarmak ya da kulaklarına su kaçırmak değil. Günümüze kadar kazanılmış değerleri ve birikimi yok saymamız da olası değil. Yaratıcı ve yeni bilgiler üretebilecek gizilgüce sahip olduğumuzu, donanımlı insan gücümüzün varlığını bir kez daha vurgulamak istiyorum. Genlerimize örülmüş o sisli dünyanın pasından kurtulmanın ve evreni daha sağlıklı okumanın bir yolu olmalıdır. Aslında herkesin bildiği, her ortamda tartıştığımız ama uygulamada gerçeğini göremediğimiz alışılıp sıradanlaşmış sorunları dile getirdim bu denemede. Bu sorunları, çok yakında yaşadığımız acıklı darbede olduğu gibi, bilmedik duymadık gibi bir durumun oluşmasına karşı gelecekte sıradan bir anımsatma olsun düşüncesiyle kayıt altına almak istedim. Umarım yakın geleceğimizde tekrar tekrar üzerinde düşünülecek alışılmış bir durumun görünürlüğüne katkı sağlamışımdır. Kendimize öyle masallar anlatmalıyız ki her birey, o masalların yumuşaklığında büyüsün ve gerçeğini yaşayacağını duyumsayabilsin… 10 Ağustos 2024
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.