- 190 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
NEYİN PARÇASI OLDUĞUNU BİLMEK
Ne denli derin ve bir o kadar da şanlı tarihin kökenlerinden gelirsek gelelim, günün yalanışının ve yarınların tohumlarının ekildiği zamanımızda ne olduğumuz, neyi nasıl yaptığımız, maddi zaruretleri bırakın bir yana maneviyat esaslı değerlerimizi sırtımızda ne derece taşıyabildiğimiz değil midir bizi daha insan , daha bir iyi vatandaş kılan?
Öylesine yozluğun içinde yüzmeye başladık ki, “Tesadüfen yaşıyoruz.” Cümlesini kurmadan da edemedim doğrusu. Caddede yürürken sesini başkalarını rahatsız edercesine uyarmaya, aracının camından küllüğü alabildiğince bulvara boca edenlere, yanı başımızda ağız dolusu argolarla konuşanlara, sınıfta neden derse katılmadığı için uyarmaya, kuralları şu ya da bu biçimde ihlal ederek bize ve başkalarına, toplum malına alenen zarar verenlere ve daha say bitmez türlü çirkinliğe ses çıkaramaz olduk. Haklı iken, mağdur iken çıkarmaya cesaret ettiğimiz ses , duruş ve davranış bizi ne olduğu belirsiz ve görünüşte de insan kasvetli yaratıklarca canımızdan edebiliyor duruma geldi çünkü. Bu ciddi patolojiyi zihninde ve ruhunun derinliklerinde taşımayanımız kalmış mıdır acaba? Soruyu daha doğru sorar isek, bu durumlara rağmen iskelesine bir damla kar düşmeyenlere ne kadar “insan” demeliyiz? Anlaşılacağı üzerine birileri bilerek veya bilmeden toplumun dinamikleri üzerinde bir sabır denemesi yapıyor olmalı zira, bu sürüklenişin başkaca da bir izahı olamaz doğrusu.
Tahminleriniz üzerine konuyu taşımaya ve eleştiri oklarını yönlendirmeye çalıştığımız yerin adı, adresi, özneleri huku ve hukukçular. Bir medeni devletin her türlü olanaklarına rağmen, polisince tevkif edilen, adalet önüne çıkarılan ve gerekiyorsa ıslahının sağlanarak yeniden topluma kazandırılmasının görevini yüklenen, bunun içinde tam bağımsız olarak bu kudrete sahip olan hukuk, eli kanlı, şuuru bozuk, her an birine veya bir şeylere zarar verebilme potansiyeli taşıyan ve tehlikeli virüsler gibi etrafına ölüm kusan bu özneleri bilemediğimiz hangi gerekçelerse onlar, dışarı salıvermekte,” bir kereden bir şey olmaz demekte, daha ağır cürüm işle de öyle gel “ demektedir düpedüz. İyi de bizler o makamları, birimleri affetme değil, hak ve haklının ayırt edilme, gereken hal ve durumlarda da ağa, bey demeksizin eşitlik pransibi doğrultusunda kanunun uygun gördüğü ceza veya cezaları vermekle görevlendirmedik mi? Bu sistemin dışında daha bir üst birim var da bizim mi haberimiz yok acaba? Gün geçmiyor ki haber bültenlerinden insanların kanını donduran, vicdaları adeta derdest eden bu vahim hadiseleri yaşamak durumunda mıyız? Bu kararları veren otoritelerde birazcık empati de mi yok. Aynı sancılı durumu kendi aile fertlerinden birileri yaşamış olsalardı da mı çaresizlik tiyatrosunu oynayacaklardı. Verilecek hükümler toplum vicdanını örselemeye devam ederse, bu birikimin patlamasının nasıl olabileceğini sanıyorlar? Hukuk, hukuksuzluğun doğduğu, barındığı, gözetilip korunduğu yer olabilir mi? Hukuk, hakların tecelli edeceği yerden başkası olmuşsa, hukuk olamamış demektir.
Daha birkaç gün geçmemişti ki, gencecik bir polisimiz hayatının baharında kendinin ne olduğunu, neye hizmet ettiğini bilmeyen hadsiz tarafından hem de meslekdaşının silâhıyla vurularak aramızdan koparıldı. Mesele cidden derinliğine soruşturma zincirini, bu durumlara çanak tutan kafa ve verdikleri imtiyazla halen savrulmuşluğu besleyen adım ona hukukçulara kapak olmalıdır. Onların sürecindeki zorlukları bilemem ve fakat ortaya koydukları hakikat yıllardır tam da budur. Şehit polisimizin kanı sadece ironik şekilde bir hayvan aracı ile olay yerinden alınan caninin değil, onu adalete telim edenlerin dışındaki her eldedir. Belki çok sert bir ifade gibi görünebilir ve fakat, o ailenin yerinde olsa idik belki de daha ağır kelimelerle durumu kaleme alabilirdik. İşte bu acı feryatların çıkmaması içindi o makamlarınız. Size verilen yetkiler, toplumun vicdanını örselemek, değerlere olan inancın zayıflatmak isteyenlere had bildirmek içindi…Umarız başınızı yastığa gayet rahat koyuyorsunuzdur. Sıradan bir vatandaş olarak bir itirafta bulunmam gerekirse, eğitimci olarak öğrencilerimle karşı karşıya geldiğim çokça durumda bazı sert sözlerle kalplerini kırdığım olmuştur. Bu durumun ağrısı öyle büyümüştü ki içimde, sabaha kadar uyuyamadığım gibi, ilk fırsatta o çocukların gönlünü almaktan başka bir şeyin beni rahatlatamayacağı sabit fikrinin baskısından da kurtulamadım doğal olarak. Nitekim yeniden yüzlelştiğimizdeki o sıcak muhabbet ve empatik duyguların raksında kendimi adeta resetleyerek güne, hayata kaldığım yerden yeniden dönebilmiştim. Benim bir anlaşmazlıktan ötürü yaşadığım ve belki de yeniden yaşayabileceğim bu iletişim kazasının büyük ölçüde tesviyesi olabilecek kuşkusuz. Peki, gencecik yaşta kara toprağın bağrına gönderilen, geride gözü yaşlı onlarca insanı bırakmanın acısını ne veya neler dindirebilecektir. Bu tarifsiz ve defalarca da yinelenen vurdumduymaz mesleki duruşun onuru nerededir? Varsa yasal boşluklar bunları doldurmaları gerekenler kimlerdir? Mangalda köz bırakmayan akademisyenlerimiz onca gereksiz şeye saatlerini feda ederlerken bu denli infiale neden olan konularda nerededirler?
Bu sorgulamalar elbette siyasi otoritenin ilgili bakanlığına değin uzayp gidecektir doğal olarak. Hukukun siyasi zeminle kardeşliği ise bu durum, gelinen noktanın da özeti bu acılard olur ancak. Siyaset hukukun üzerinde olamaz. Bedeli ne olursa olsun ve makam ve mevkii gözetmeksizin sıradan vatandaşa değin geçerli olacak, tartışma zeminine mahal vermeyecek bir hukuk için neden böylesine geç kalınmıştır? Faili meçhul cinayetler, küçük yaşlarda töreye kurban giden giden çocuklar, sadece görevini ifa etmeye çalışırken siyasi etiketinin ardına ve hem de dokunulmazlık zırhına saklanarak tartışmasız bir şekilde “mobing”e uğrayan ve işinden olanlar,… Burada kimin veya kimlerin hukuku vardır? sorusunu tümümüze sordurmaz mı bu manzara.
Demeye çalıştığımız şey, biraz mesleki duruş varsa, o görev ve ehliyetlere yahut makamlara gelen avukat, savcı ve hakimlerin hiçbir tesir altına girmeksizin görev yapabilmeleri için mücâdele etme zorunda olduklarıdır. Her siyasi yapıdan esen rüzgâra göre şekil alan bir hukuk, o andan itibaren halkın ve hakkın değil, siyasi güdümün temsilciliğini yapar hale gelir. Birilerinin gözetimine girerek, adaletin gereğini değil de o birilerinin direktiflerinin veya yönlendirmelerinin adamı olacaklarsa, bu toplumun herbir bireyinin yarınlar adına veballerini üzerine almış olurlar. Adalet hepimiz için gereklidir. Öncelikle de bu işi profesyonel meslek edinmiş olanların daha adaletli olmaları beklentisi bir temenni değil, bir zarurettir.
Evden her çıkışımızda başımıza bir başkası veya başkalarınca adeta belâ gelmesin diye bildiğimiz bütün duaları akuyarak, onların vereceği manevi kalkanları kuşanarak girmiyor muyuz? Bunun kötü bir yanı yok amma, geri planda koskoca boşluğuyla adaletsizce yönetilen, yönetildiği zannedilen bir hukuk sistemimiz var. Yeni değil, onlarca yıldır sadece adı olan, varlığıyla toplumun sağduyularını pekiştiren, vicdanlarını rahatlatan bir hukuk düzeni göreniniz oldu mu? Bunları yazarken ne denli büyük üzüntü ve bir o kadar da öfke dolu olduğumu dile getirmeden de kendimi alamıyorum doğrusu. Bizi yönetenlerin kim veya kimlerden olduklarından daha evvel sorulması gereken şey, toplumun bütününü kucaklayarak adalet anlayışı içinde bir hüküm verebilme duruşları olmalıdır. Devletin dini var ise, bunun adı tartışmasız “adalet” tir. İnsanın yaşayamadığı veya giderek büyük endişelerle yaşamaya başladığı yerde kaosların eksik olması da beklenemez.
Özetlemek gereken konu, neyin, hangi davanın ve zeminin insanı olunduğunun bilinmesi ve büyük ideallerin mefkurelerine koşarcasına, kimseyi ötekileştirmeden, kimseyi olduğundan büyük veya küçük de görmeden yaşama azmini ortay koymak, dışta başka öznellerin ve içte de vicdani özün yıkıcı eleştirileri yerine onurlu fısıltılarını diyebilmektir insan olmak. Her şeyi güzel ve ideal yoldan yapma gayretimize rağmen, bizi aşan bazı nedenlerden ötürü bile kendimizi kötü hissedebiliyorsak, bunu bir de bütünüyle o onurlu duruşu bir kenara bırakarak yaşamaya başlarsak kendimizle birlikte bütün insanlığı da öldürmüş oluruz. Ben her şeye ve bütün şerler hatta derin yalnızlık ve kayıp risklerine karşı, insan olmayı öncelikleyenlerin safında olmayı, fıtratın çağrısına kulak vermeyi seçiyorum. Sizin seçiminiz düzene ayak uydurmak mı yoksa savaşımınızı vererek ideallere kanat açmak mıdır?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Bir görünecek var topluma ama hangi uçurumun dibinde milletçe bulunacağız kendimizi tahmin etmek zor. erken seçimin bile düzeltemeyeceğiz bir döneme girdik gibi gözüküyor tüm olaylar, haberler ve gidişat.
Yani şansımıza yaşıyoruz. Devletin başında devlete ve millete rüzgar ektiler ama fırtınayı tüm ülke nüfusu yaşayacak.. Bu durumdan nasıl kurtulabiliriz, inanın umurumda değil, zihnim donmuş vaziyette sanki..
Hani dondurulursun ama görüyorsundur modunda gibi bir hal içreyiz.
Saygılarımla efendim.