- 275 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
ŞAİRLİK
ŞAİRLİK
Bazı arkadaşlarımız, şiirin tekniğini biliyor olmakla, şair olmayı karıştırmaktadır.
Herkes şiirin tekniğini öğrenebilir ama şair olamaz! Çünkü teknik öğretiye dayalıdır. Şairlik ise, ruh işidir! O ruh yok ise yazdığınız şiir dışında herşey olur ama şiir olmaz.
Eğer yazılan şiir olabilseydi, her Edebiyat fakültesi mezunu bir iyi şair olurdu!
Birileri ozan olarak nitelemiş olsa da, şairliğin ve şiir yazmanın bir ruh işi olduğunun delili asırlara damga vurmuş Yunus Emre, Nesimi, Karacaoğlan, Aşık Veysel’e kadar birçok şair gösterilebilir. Ve bunların hiçbiri Edebiyat fakültesi mezunu değildir!
Karacaoğlan’ın, aşağıdaki dörtlüğü bile şairligin ruhtan geldiğini anlatmaya yeter.
"Âşık da âşığı zor ile yıkmaz
Ölse de âşığın hiç sırrı çıkmaz
Benim gönlüm olur olmaza akmaz
Akıttın gönlümü selden ziyade"
Ve aşık Veysel Şatıroğlu’nun aşağıdaki dörtlüğü değil Edebiyat Fakültesi mezunları, Kürsü oluşturulsa ve o kürsüde ki ögretim üyeleri bile bir araya gelse bu dörtlüğü yazabilmeleri mümkün değildir!
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır
Beyhude dolandım ey yar boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır
Ki Aşik Veysel’in bu sozlerinin üstüne bir daha da söylenebilecek söz olacağını sanmıyorum
Efkan ÖTGÜN
YORUMLAR
Azbuçuk bir şeyler karalayan biri olarak kesinlikle katılıyorum.
İsminin başına Ozan, Şair, Eğitimci Araştırmacı Yazar yazmakla olmuyor o işler. Öylelerine rastlıyoruz ki adam adını Asrın Şairi koymuş. Kalemine bakıyorsunuz bin tekne ekmek yese "Ş" olamaz bırakın şairliği.
Sizin verdiğiniz örneklerde olduğu gibi adamlara bir bakıyorsunuz muazzam Neşet Ertaş'ta da var, Mahzuni'de de.
Güzel bir çalışma olmuş.
Teşekkürler.
Selam ve saygılar.
Yazdığın bu yazının altına gözüm kapalı imzamı atarım..iyi bir edebiyatçı olursun şiirin tekniğini bilir nerde nokta nerde virgül koyulacağını çok iyi bilirsin..
Ama şair olmamazsın,,benim gibi içinden gelen duygularını şiirleştiremezsin..o duyguyu bu sayfalara aktarıp okuyan kişiler o şiirde kendine bir şeyler çıkarabiliyormu önemli olan bu duyguyu yaşatabilmektir..
Teşekkürler sağlıklı günlerin olsun inşallah..
şiir, tanrı’nın ateşinde közlenmiş bir sırdır; ben, o sırrın içinde eriyen bir iz.
şiir, en derin hüznün sessizliğinde yankılanan ilahi bir fısıltıdır. kelimenin kılıcı öyle keskindir ki, her darbede ruhun katmanlarını soyar, insanı varlığının çekirdeğine kadar indirir. tıpkı leyla’nın mecnun’un kalbinde yaktığı o kavuran ateş gibi, şiir de kelimelerin arasında, aşkın ateşinde yanar. lakin bu ateş, bir mum gibi değildir, zira şiirin ateşi, bir gül bahçesinin ortasında parlayan zülfikar’dır; tek bir darbesiyle hem sevgiyi hem de hiçliği doğurur. çünkü şiir, yalnızca varlıkla değil, hiçlikle dans eder.
her hece, sanki leyla’nın saçlarından bir tel gibi ince ince süzülürken, harflerin arasında ferhat’ın dağı deldiği gibi derin yarıklar açar. aşk, burada bir derya olur, lakin bu deryanın suyu tuzlu değildir; gül yaprağının üzerine düşen bir damla ya da semayı yırtan yıldırım kadar saf ve parlaktır. her harf, hüsn-ü mutlak’ın cilvesiyle aşkın en kuytu köşelerine sürükler seni; aşkın dilsiz kaldığı o an, işte tam orada, şiir sessizliğin en büyük yankısına dönüşür.
Şiirlilik bu kelime, her ne kadar basit görünse de, her harfi, insanın kalbindeki boşluğu büyütür. sessizlik, tam manasıyla bir suskunluktan öte, ariflerin dillerinde dolaşan en büyük hakikatin sembolüdür. mevlana’nın mesnevisi’nde olduğu gibi, her suskunluk, bir alemin kapılarını açar; çünkü sessizlikte gizli olan sır, sözle açıklanamaz. burada her kelime bir mirzâ-i âşık, her suskunluk bir şeyh-i kebir’dir; bu ikisi, varlığın sonsuz döngüsünde birbirine yaslanır, zira sessizlik aşkın en nihai noktasıdır.
yine de, insan aşkı yaşadığında ve onun ağırlığına dayandığında, bu kelimeleri feda eder. kelimelerin ağırlığı, aşkın sonsuz hafifliği karşısında küçülür, incelir ve erir. zira aşkın dili yoktur; o, sükûtun en derin manasında titreşir. işte o titreşim, ariflerin dilinde, bülbülün güle olan şikayetidir; lakin şikayet değil, aşkın ta kendisidir. çünkü bülbül şikayet ettikçe, aslında aşkını daha da derinleştirir. şiir de böyledir; kelimelerle başladığında anlam arar, ama en sonunda, anlamı bulduğunda, kelimelerden vazgeçer.
nihayetinde, geriye sadece bir nokta kalır. bu nokta, hayyam’ın rubailerinde beliren sonsuzluk çemberidir; bir yandan son, diğer yandan başlangıçtır. aşkın gölgesinde süzülen bir zerre kadar küçük ve bir kainat kadar büyüktür. çünkü noktada, varlık ve yokluk bir araya gelir. tanrı’nın suskunluğunda titreşen o ilk kelime, bu noktadan doğmuştur. bu nokta, kelamın en eski kökenidir. nereye bakarsan bak, her şey bu noktaya varır. işte bu noktada, âşık, kendi varlığından vazgeçer; çünkü o nokta, varlık âleminden sürgün yemiş bir hiçtir. hiçlik ise, aşkın ta kendisidir.
ve şimdi, beynimde sürgünden dönmüş bir şiir oturur. bu şiir, firdevsî’nin şiirlerindeki kahramanlar gibi yorgun, rûmî’nin dervişleri gibi sessiz ve sa’di’nin bahçesinde açan bir gül gibi naiftir. çünkü bu şiir, hem aşkın hem de sessizliğin tam ortasında, varlıkla yokluğun arasındaki o ince çizgide titreşir.