- 281 Okunma
- 5 Yorum
- 3 Beğeni
Değişim Rüzgârları Altında Yitik Bir Toplum
Gardaş, bir zamanlar köylerimizde sabahın ilk ışıklarıyla uyanır, tarlada çalışmanın, komşularla selamlaşmanın huzurunu yaşardık. Çocuklar sokaklarda güvenle oynardı, büyüklerine saygıyla yaklaşırlardı. Ailede her fert birbirine kenetlenmişti, sofralar bereketli, muhabbetler derindi. O günlerden bugünlere geldik; her şey hızla değişti. Dijital dünya, teknolojinin parıltılı yüzüyle bize sunduğu hayatla ruhlarımızı aldı, köyler boşaldı, tarlalar sessizleşti. Beton binaların arasında kaybolduk, evlerin sıcaklığı yerini soğuk duvarlara bıraktı.
Artık çocuklar bilgisayar başında büyüyor, ekranlar arası hayatın peşindeler. Anne-baba öğütleri dinlenmez oldu, değerlerimiz yitirildi. Eskiden komşumuzun halini hatırını sorardık, şimdi apartmanlarda birbirimizi tanımaz olduk. Sevgi, saygı, paylaşma ve hoşgörü arka planda kaldı. Dün bizde olan bu asil duruş, bugün yerini umursamazlığa bıraktı.
Kardeşim, serserilik, kavga, şiddet hayatımıza sızdı. Asalet yok, sabır yok, anlayış yok. İnsanlar birbirini kıskanıyor, dedikodu yapıyor, oysa eskiden birinin derdi hepimizin derdiydi. Çıplaklık, gösteriş, maddiyat her şeyin önüne geçti. Bir elbise alırken bir ömür giymeyi düşünürdük, şimdi modaya göre her şey hemen eskir oldu.
Ne oldu bize gardaş? Nasıl bu hale geldik? Şimdilerde insanlar ekranların içinde kaybolurken, kimse kimseyi tanımıyor, ruhsuz yapılar içinde ruhlarımızı kaybettik. Sevgi mi kaldı? Muhabbet mi kaldı? Ne idik ne olduk? Eğer böyle devam ederse sonumuz karanlık, bir çıkış var mı bilmiyorum. Ama bir şey açık: bu betonlaşan ruhlar içinde kayboldukça, son nefesimizi verirken bir zamanlar ne kadar saf ne kadar gerçek olduğumuzu hatırlayacağız.
Bir zamanlar bu topraklarda birlik, beraberlik ve kardeşlik vardı. Şimdi ise bu değerler birer anı oldu. Toplum, adım adım büyük bir değişime uğradı. Bu değişim öyle yavaş ve sinsice gerçekleşti ki, farkına vardığımızda çoktan her şey elimizden kayıp gitmişti. Ne oldu bize? Bir zamanlar tarlada çalışan, komşusuna ekmeğini bölen, hastasına şifa arayan bir toplumduk. Şimdi ise birbirimizden uzak, kendi kabuğumuza çekilmiş durumdayız. Bu değişimi her alanda hissediyoruz: eğitimde, sağlıkta, ailede, gençlikte, ulaşımda ve daha saymakla bitmeyecek her alanda...
Bir zamanlar eğitimin amacı sadece meslek sahibi olmak değil, aynı zamanda insan yetiştirmekti. Ancak bugün, eğitimin amacı sadece diploma almak oldu. Gençler, eğitim sürecinde insanî değerlerden uzaklaşırken, sosyal beceriler geliştirmekte zorlanıyorlar. Okullar, adeta birer yarış sahasına dönüştü; bilgi değil, notlar, puanlar önemli hale geldi. Eğitim sistemimiz, bireyleri sorgulamaktan uzak, sadece ezberci bir yapıya dönüştürdü. Gençlerimiz diplomalarını alıyorlar ama ruhları boş kalıyor. Eğitim, bir hayat biçimi olmaktan çıkıp sadece bir zorunluluğa dönüştü.
Aile, toplumun temeliydi, ancak artık aileler de değişti. Aile içi bağlar zayıfladı, bireyler arasındaki sevgi, saygı ve iletişim yerini çatışmalara, kopukluklara bıraktı. Eskiden ailede herkes bir araya gelir, sofralar kurulurdu. Şimdi herkes kendi dünyasında, kendi ekranında kaybolmuş durumda. Dijital dünya, aile içi sıcaklığı, birlikteliği elimizden aldı. Evler artık kalabalık ama bir o kadar da yalnız. Çocuklar ebeveynlerinden kopuk, ebeveynler de birbirinden uzak.
Gençlik, bir ülkenin geleceğiydi, ama gençlik nereye gidiyor? Bir zamanlar gençler idealistti, bir dava uğruna mücadele ederdi. Şimdi ise gençler, sosyal medyada beğeni peşinde koşuyor. Hayallerin yerini geçici hevesler aldı. Gençlik, geleceğe dair umudunu yitirmiş, kendini anlık zevklerin peşinde buluyor. Ne yazık ki, gençler arasında bireysellik, bencillik arttı. Gençler artık toplumu düşünmekten çok, bireysel tatminlerin peşindeler. İdealler, hedefler bir yana bırakıldı, hayat "ne kadar beğeni alırım" yarışı haline geldi.
Sağlık hizmetlerimizde de ciddi bir değişim yaşandı. Bir zamanlar doktorlarımız hastalarını iyileştirmek için ellerinden geleni yapar, hastalar da onlara güvenirdi. Şimdi ise sağlık sektörü, bir endüstri haline geldi. Hastalıklar tedavi edilmekten çok, birer ticari kazanç kaynağına dönüştü. Doktorlar, sağlık çalışanları yoğun iş yükü altında ezilirken, hastalar da bu sistemin çarkları arasında kayboluyor. Sağlık artık bir hak değil, bir lüks haline geldi.
Eskiden ulaşım dendiğinde insanların aklına komşu köye gitmek, sevdikleriyle buluşmak gelirdi. Şimdi ise ulaşım, sadece bir yerden bir yere gitme aracı değil, büyük bir stres kaynağı. Trafik, uzun mesafeler ve şehir hayatının karmaşası insanları bunaltıyor. Şehirler beton yığınlarına dönüştü, doğa unutuldu. Toprakla bağı kesilen insan, ruhen de doğadan koptu. Şehirler hızla büyüdü ama insanlar birbirine uzaklaştı. Artık şehirlerde mahalle kültürü yok, komşular birbirini tanımıyor. Bu betonlaşma, ruhlarımızı da etkiledi. Yaşadığımız yerler ne kadar büyükse, ruhlarımız o kadar küçük kaldı.
Kültürümüz de bu değişim rüzgarlarından nasibini aldı. Bir zamanlar geleneklerimize bağlıydık, şimdi ise Batı’nın etkisi altında yaşıyoruz. Kültürel değerlerimizi unuttuk, yerine yabancı hayranlığı koyduk. Giydiğimiz kıyafetler, izlediğimiz diziler, dinlediğimiz müzikler bile artık bize ait değil. Kültürümüz yozlaşırken, kimlik arayışına giren bir toplum haline geldik. Geleneklerimiz sadece bayramlarda hatırlanan, gösterişten öteye geçmeyen birer ritüel oldu.
Bir diğer büyük değişim de tüketim alışkanlıklarımızda oldu. Eskiden ihtiyacımız kadar tüketir, kalanını paylaşırdık. Şimdi ise tüketim çılgınlığına kapıldık. İsraf, hayatımızın bir parçası haline geldi. Gıda ürünleri çöpe giderken, ihtiyaç sahibi insanlar bunlara ulaşamıyor. Mağazalar dolup taşıyor ama insanlar mutlu değil. Ne kadar çok tüketirsek, o kadar boş hissediyoruz. Çünkü tüketim mutluluğu getirmiyor, aksine daha fazla mutsuzluk yaratıyor.
Dijital dünya, hayatımıza büyük kolaylıklar getirdi, evet. Ancak beraberinde büyük sorunlar da getirdi. İnsanlar artık yüz yüze konuşmuyor, ekranlardan birbirine bakıyor. Sosyal medya bağımlılığı, insanları yalnızlaştırdı. Dostluklar yüzeysel, ilişkiler sanal hale geldi. Gerçek dünyadan kopup sanal dünyada kaybolduk. Dijitalleşme ile birlikte mahremiyet, kişisel alan diye bir şey kalmadı. İnsanlar birbirine gösteriş yapmak için yaşıyor, dijital dünyada var olmak için gerçek dünyadan uzaklaşıyor.
Çıkış Yolu Nerede?
Bu değişim rüzgarları altında kaybolan toplumumuz, aslında bir arayış içinde. Ancak bu arayışın yönü kaybolmuş durumda. Ne yazık ki toplumsal değerlerimizden, köklerimizden uzaklaştıkça daha fazla yalnızlaşıyoruz. Ancak unutmamalıyız ki, bu çöküşün önüne geçmek elimizde. Aile bağlarını güçlendirmek, eğitim sistemini yeniden insanî değerlere dayandırmak, gençleri yeniden hayata kazandırmak için adımlar atmalıyız. Tüketim çılgınlığından, dijital dünyadan sıyrılıp gerçek dünyaya dönmeliyiz. Birlik ve beraberlik ruhunu yeniden canlandırmalı, birbirimize sarılmalıyız.
Bir zamanlar neydik, şimdi ne olduk. Ancak her şeyin bir geri dönüşü vardır. Toplum olarak bu karanlık günlerden çıkmanın tek yolu, birbirimize dönmek, dayanışmayı ve sevgiyi yeniden inşa etmektir. Bu rüzgarların etkisi altında savrulurken, elimizde kalan son umutları kaybetmemeliyiz.
Belki yeniden, birbirimize dönmemiz, sevgiyi, saygıyı, naifliği hatırlamamız gerekir. Yüreklerimizi açmamız, dünyaya değil, birbirimize sarılmamız gerekir. Gardaş, eğer bu yolu seçersek, belki ışığı yeniden buluruz.
Bahadır Hataylı/16.09.2024/15.00/Namazgah/İST
YORUMLAR
her satırına saygı duyduğum bir gerçek yazdıklarınız
ve gençler sadece köy demeleri sadece köy saydıklarından bilmez
yurdum insanı şehir dedikleri yere köyleriyle gelirlerdi on onbeş hane
ve tandırı, türküsü, kaçak elektrik ve dahi helkileriyle...
en can alıcı yer benim açımdan altını çizdiğiniz " eğitim" .
eyvallah.
kardeşim, senin söylediklerinin her kelimesi kulağa tanıdık geliyor, bu bir gerçek. ancak, bir adım geri atıp bakınca, ne kadar tuhaf bir yanılsama içinde olduğumuzu fark ediyoruz. evet, sabahın ilk ışıklarıyla uyanan köy insanı, tarlada ter döken eller, ekmeğini bölüşen komşular vardı. ama şimdi biz neyi özlüyoruz gerçekten? o eski köylerin tozlu yollarını mı, yoksa her şeyin yerli yerinde olduğu o hayali düzeni mi? o safiyane hayatın ardında yatan zorlukları, açlığı, hastalığı, belki de çaresizliği hatırlamak işimize gelmez pek. çünkü hep bir masal gibi anlatırız geçmişi, hatalarımızı unutup sadece güzellikleri yüceltiriz.
beton binalar arasında kaybolduk diyorsun ya, gerçekten kaybolduk mu, yoksa sonunda bir yer mi bulduk? o köylerin bereketli tarlaları vardı, evet, ama aynı zamanda o tarlalar yoksulluğun da sahnesiydi. şimdiye baktığında, belki çocuklar bilgisayar başında büyüyor olabilir, ama aynı zamanda bilgiye hiç olmadığı kadar hızlı ulaşıyorlar. eskiden “bilgi” adı altında dedikodularla avunurduk; şimdi, evet, çoğu zaman ekranın önünde kayboluyoruz, ama bir yandan da belki her zamankinden daha fazla bilgiye erişiyoruz. bunu kabullenmek zor geliyor, biliyorum. çünkü kaybettiğimizi sandığımız o eski dünyanın sıcaklığı aslında bir yanılsama. ne o kadar sıcak, ne de o kadar masumdu.
diyorsun ki, sevgi mi kaldı, muhabbet mi kaldı? aslında belki de tam tersi, şimdi her şey daha çıplak bir şekilde gözler önünde. evet, artık komşularımızı tanımıyoruz belki ama aynı zamanda kimseyle zorunlu bir ilişkiye girmek zorunda da değiliz. eskiden “elalem ne der” korkusuyla yaşardık, şimdi birey olmayı öğrendik, belki de fazlasıyla. ama bu kötü bir şey mi? her şeyin bir bedeli var ve biz o bedeli ödemeye razı olduk. yani, bir yandan dedikodulara, kıskançlıklara kapıldığımızı söylüyorsun ama o dedikodular, o kıskançlıklar eskiden de vardı. fark şu ki, eskiden bunları gizler, üzerini örtmeye çalışırdık. şimdi herkes sahnede, herkes kendi küçük dünyasını inşa ediyor. bunda bir sorun var mı gerçekten?
eğitim diyorsun, gençlik diyorsun. ne yazık ki, sanki geçmişte gençler daha idealistmiş gibi bir algı var. ama gerçekte neydi bu idealizm? bireyin ezildiği, toplumun ondan ne yapacağını dikte ettiği bir dünya mıydı? şimdi, gençler “beğeni” peşinde koşuyor, evet. ama belki de onlar, ilk defa kendi benliklerini ifade edebilecekleri bir alan buldular. sosyal medya belki yüzeysel görünebilir, ama yüzeyin altında yatan neyi bilmek mümkün mü? bu gençler bir dönem, sadece idealleri değil, aynı zamanda bireysel özgürlüklerini keşfetmek istiyorlar. ve belki bu, onların hakikati arayışlarının bir yansımasıdır.
sağlık sektörü mü dedin? eskiden doktorlarımız şifa dağıtırdı, şimdi ticaret yapıyorlar diyorsun. fakat acaba biz mi fazla romantik yaklaşıyoruz? tıbbın bir “sanat” olduğu, insanları iyileştirmek için var olduğu o eski zamanlar gerçekten var mıydı? tıp her zaman bir bilgi ve güç arayışının parçasıydı. ve şimdi belki bu gücü daha net görüyoruz. ilaçlar, hastaneler, doktorlar – bunlar sadece birer araç, asıl iyileşme bizde, toplumda olmalıydı. ama biz her şeyi dışsallaştırdık, her şeyin dıştan geleceğini sandık.
ulaşım, şehirler, betonlaşma... evet, belki köylerin sessizliği kalmadı. ama bu sessizlik bir yanılsamaydı; o zamanlar da insanlar birbirine yabancıydı, farkında değildik belki. şimdi beton binaların arasında kaybolduğumuzu sanıyoruz ama gerçek şu ki, insan her zaman bir şeylerin peşinde koştu. şimdi de başka bir şeyin peşindeyiz, belki bir arayışın. ve bu arayışın nerede son bulacağı kim bilir? belki de hiç son bulmayacak, çünkü insanın doğasında bu var: sürekli daha fazlasını istemek.
kardeşim, belki de kaybolduğumuz yerdeyiz. bu modern dünya bize çok şey verdi ve çok şey aldı. ama her şeyi romantize etmenin zamanı değil. bir çözüm arıyorsak, bu çözüm eskiye dönmek değil, çünkü o eski dünya aslında hiç var olmadı. belki de mesele, bir hayalin peşinde koşmak yerine, gerçeği kabullenmek ve bu modern dünyada nasıl var olabileceğimizi bulmaktır. evet, her şey değişti, ama bu değişim belki de bizi daha gerçek bir yere getiriyor. ve ne olursa olsun, her şeyin bir sonu varsa, o sonu şekillendirecek olan biziz.
sadece yazmak için yazı yazılmaz bee...
TİLHABEŞLİ FİLOZOF
TİLHABEŞLİ FİLOZOF
Geçmiş zamanlarda bilim kurgu hikayeleri filmleri vardı robotlar dünyayı ele geçiriyor mu geçirmiyor mu gibilerinden. Tabi senaryoydu bunlar ama, 20. Yüzyıl ve 21. Yüzyıl makineleşmenin doruğa çıktığı asırlar oldu ve bizler adeta başta cep telefonu ve bilgisayar olmak üzere onların esiri olduk. İnsanlığımızı unutma aşamasına geldik adeta, doğallığımızı yitirdik. Psikologlara gidenlerin anti depresan kullananların sayısı tavan yaptı... Nesiller bozuluyor tabiat ile birlikte, besinlerde bunun içinde basıyorlar hormonu üç ay da büyüyen piliçler bir ay da büyüyor. Zina önemsenmiyor, nikahsız birlikteliklerin televizyonlarda adeta her gün reklamı yapılıyor iyi bir şeymiş gibi. LGBT dedikleri iğrençliği normal bir şeymiş gibi göstermeye çalışıyorlar... Arkadaşlık, komşuluk, sevmek diğerkâmlık bunlar rafa kalkmak üzere artık. Zor işimiz bizim de hele de bizden sonraki nesillerin daha da zor. Kendi kıyametini kendi hazırlıyor insan en azından sosyolojik olarak ve psikolojik olarak bir yıkım bu yaşananlar. Manidardı...