- 146 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Vuslat Girdabı - Avcı Av ve Vicdan
Ömer Adil’in köyün üst kısmında bir tarlası vardı. Buranın etrafını koca koca kayalarla çevirip büyük bir bahçe yapmakla uğraşıyordu. Bahçenin içine derme çatma ağıllar, mertekler ile üstünü örttüğü ahırlar, merekler ve birbirinden ayrı misafir odaları, avlular, bir aşhane ve bir de tandır evi yapmıştı.
Bahçe duvarını yaparken her gün erkenden kalkar, öküz arabasını koşar, önceden belirlediği yerlerden büyük kayaları arabaya bağlar, sürükleye sürükleye bahçeye kadar getirir, bir mimar gibi onları özenle yerleştirirdi. Sessiz doğa “ho! ho! ho!” sesleriyle yankılanır. Taşları yerleştirdikten sonra kayaları bir heykeltıraş gibi yontar ve onları bir kalıptan çıkmış gibi bir hale getirirdi.
Etraftan geçen köylüler aralarında;
- Bu da tam deli.
-Bu kayalar taşınır mı?
- Bir de yontuyor.
- Kendine de acımıyor.
- Bari öküzlere acısa, diye konuşarak aralarında gülüp geçiyorlardı. Lakin bu huysuz adamın yüzüne karşı cesaret edip bir şey söyleyemiyorlardı.
Aradan biraz zaman geçip bahçe çeperini bitirince ortaya herkesin imrendiği bir bahçe çıkmıştı. Ömer Adil bahçenin içini yeşillendirmiş, içine fidanlar dikmiş, orayı bir cennet bahçesine dönüştürmüştü.
Çocuklar bu hengâmenin küçük kahramanlarıydı. Babaları gelene kadar kayaların konulacağı yeri ayarlar, o geldiğinde öküzlerin koşu takımını söker, onları yemleyip sularını verirlerdi. Bu huysuz adamın etrafından bir an olsun ayrılamazlar. Fazla konuşmayan, her şeyi duymasa da sanki her şeyi bilen bu zor adamı ciddiyetle takip ediyorlardı.
Eşi Arzu ise bu meşakkatin tam ortasında, hayatın yokuşlarını sırtlanmıştı. Evin ve çocukların yükünü taşımakla birlikte, aman beyim kızmasın diyerek eşinin peşinden gâh sağa gâh sola koşturup dururdu.
Arzu sırtında omuzlukla çeşmeden su taşır, tandırda ekmek pişirir, ormandan kuru odun toplar, koyunlardan, ineklerden süt sağar ve o sütü süt makinasına vurarak kaymak ve sütü ayırır, sütten kazanlarda peynir, kaymağı ahşap yayığa atıp yağ yapar, evi temizler çocuklara bakar koşturmacası hiç bitmezdi.
Bir gün çocuklarla ormana gitti. Birlikte kuru odun topladılar. Kendisi için kocaman bir yük yaptı. Getirdiği şeritle sıkıca bağladı. Bu arada çocuklar da küçücük birkaç yığın yapmıştı.
Onlara;
- Hangi karganın yuvasını bozdunuz? dedi, gülüştüler.
- Çocuklar küçük yığınları aldı, kadın da o koca yükü sırtlandı yalpalayarak yavaş yavaş evine döndüler.
- Evin en küçüğü ise el üstünde tutulan Ayşe’ydi. Ayşe annesinin bir leğene doldurduğu civcivlere bekçilik yapıyordu. Bir karga gelip bir tane civcivi alıp uçtu. Ayşe eline küçük bir taş alıp kargaya attı.. Ancak karga civcivi alıp uçup gitti. Döndüğünde abisi koşarken yanlışlıkla bir civcivine basmış ve onu öldürmüştü. Ayşe çok ağladı. Ona küçük bir mezar kazdı. Anne babasından gördüğü gibi bir namaz kıldı. Civcivi yaptığı mezara koydu. Üstünü örtüp etrafını mezar taşları gibi taşlarla ördü. Mezarın başında güneş batıncaya kadar bekledi.
***
Ömer Adil, çalışkanlığının yanında huysuzluğuyla da iyice ünlenmişti. Artık lakabı da yörede deli anlamına gelen Dino’ydu.
Bir gün bahçenin etrafında getirdiği kayalara çekiçle şekil verirken oradan geçen köylülerden biri
- Göçerleri sizin çayırlara sürülerini bırakırken gördüm, dedi.
Ömer Adil öfkelendi.
- Onlara daha önce sürülerini sulamaları için bir yer vermiştim, dedi.
Çayırlar daha biçilmemişti. Elindeki çekiçle son bir kez daha kayaya hızla vurdu. Sonra evine gidip tüfeğini alıp atına bindi. Çayırlara doğru koşturdu. Çobanlar sürüleri çayırların içinden geçirmiş, güneyden yaylaya doğru çıkarmaktaydı. Çayırların sürüler tarafından bayağı çiğnendiğini görünce iyice öfkelendi. Kan beynine sıçramıştı. Onlara kavuşup birkaç kez ateş etti. Birkaç koyun telef oldu. Çobanlar sürüyü bırakıp kaçtılar. O da sürünün bir kısmını önüne katıp köye getirdi ve ağılına doldurdu.
Ertesi gün göçerlerden yaşlı bir adam ile bir çoban çıkageldi.
Yaşlı adam;
- Koyunlarımızı geri ver, dedi.
Ömer Adil yaşlılara karşı nahifti. Yaşlı ve mazlum birini görünce sanki bu deli adam gidiyor, yerine yüreği pamuk gibi yumuşak bir adam geliyordu. Yaşlı adamı karşısında görünce öfkesi geçmiş ve tamamen yumuşamıştı.
Yaşlı adama hürmet gösterip;
- Buyur eve geçelim, dedi.
Ona bir şeyler ikram etti.
Yaşlı adam
- Namaz vakti nasıl?
Ömer Adil
- Vakit geçmek üzere, dedi.
Yaşlı adam
- Hele getir şu kırılacağı da, gidem şu yıkılacağa da, kılam o kabul olmayacağı,” dedi.
Ömer Adil yaşlı adamın bu sözünden pek bir şey anlamadı.
Yaşlı adam,
-Ne bakıyorsun bir ibrik getir, abdest alayım, gidip camide namaz kılayım,” dedi.
Kırılacak bir ibrikle, yıkılacak bir camide, kabul olmayacak bir namaza durmak mı? Diye geçirdi içinden. Başını büküp yaşlı adamın abdest almasına yardımcı oldu.
Yaşlı adam namazını kılıp camiden çıkınca Ömer Adil kardeşine dönerek
- Koyunları getir, dedi.
Koyunlar ağıldan getirilince,
Çoban yaşlı adama dönerek
- Koyunlar eksik beyim, dedi.
Ömer Adil sinirlendi.
- Ne eksiği be adam! Ben saymıştım, dedi.
Tekrar saydı. Çoban haklıydı. Ağıla gitti. Birkaç koyun orada bırakılmıştı. Ardı sıra kardeşi geldi.
- Ağabey onları da çayırın zararına saydım, dedi.
Ömer Adil kardeşine sert bir tokat attı.
- “Biz eşkıya değiliz, dedi.
Koyunları getirip çobana teslim etti.
Yaşlı adam katırına bindi.
- Ah ah! İnsan koyun sürüsüne ateş eder mi be adam! dedi.
Ömer Adil
- Biçilmemiş çayırlara sürü salınır mı be amca?” Diye cevap verdi.
Çoban koyunlarını önüne kattı. Sonra yaylalarına doğru çekip gittiler.
***
Baharla birlikte tarla çayır işleri başlar, köylüler kışın zor meşakkatinden baharın tatlı meşakkatine koyulurlardı. Her çayır biçme döneminde yaklaşık bir ay kadar çayırlıklarda bulunan taştan yaptıkları derme çatma peylerde kalırlar, çayırları biçip toplar ve yaptıkları bağları yaklaşık on kilometre aşağıdaki köye öküz arabalarıyla sabırla taşırlardı. En iyi tırpan sallayanlar peş peşe takılır ve saatlerce yorulmadan usanmadan çayırı biçerlerdi. Her yaz mevsimi haziran-temmuz aylarında bu dere insanla dolup cıvıl cıvıl olur, insanlar çekilince ıssız bir vadiye dönüşürdü.
Çayır-tarla zamanı başladı. Arzu eşiyle çayırlara gitmek için hazırlık yaptı. Önceden hazırladığı yiyecekleri çuvallara doldurdu. Büyük maden bir bakraca mayaladığı yoğurdu aldı. İnce söğüt dallarından yaptığı sepeti samanla doldurup sonra onun içine kırılmasın diye özenle yumurta yerleştirdi. Kağnının ardına bindi. Kağnı hareket edince demir halkalı tekerlek yoldaki tümseklere çarptı. Bakraçtaki yoğurt bir o tarafa bir bu tarafa serpişti. Araba tekerlerinin gıcırdayan sesinin eşliğinde saatlerce yolculuk yaptılar.
Arzu’nun kaderi eşine bir iple bağlıymış gibi bu adamın ardı sıra dolanıp durur, sanki bir önceki yılın sahneleri yeniden oynatılan bir film gibi hayatı devam eder giderdi.
Aradan biraz zaman geçmiş, çayırlar biçilmiş, çayır işleri bitmiş, arpa-buğday tarlalarının işleri başlamıştı. Ömer Adil boş kaldıkça bahçeden kalan işleri yapmaya devam ediyordu.
Bir gün bahçe duvarının kalan son kısımlarına kaya taşırken, şeritle kağnıya taşı bağladı. Öküzler biraz hızlı hareket edince kayaların bağladığı şerit koptu. Ömer Adil sinirlenip öküzlere;
- Lanet olsun! Diyerek birkaç değnek vurdu. Bu arada derinden derine bir ıslık ve türkü sesi geliyordu. Alnının terini sildi. Ellerini kaşının üstüne götürerek etrafı kontrol etti.
Aşağıda orakla arpa tarlasını biçen kadınlar vardı. Onların biraz aşağısında güney kısmındaki tepeliğe öküz arabalarını bırakmış, öküzlerini bir tarlaya sürüp ıslık çalıp, türkü söyleyerek ağaç kesen iki adam gördü. Onların yabancı olduğunu anlaması uzun sürmedi. Kadınların da bu adamlardan rahatsız olduğunu anladı. Ömer Adil kendi arabasını bırakarak hızla onlara doğru koştu. Kağnının koşu kısmını var gücüyle kaldırıp sürükleyip tepeden aşağı bıraktı. Derenin dibine kadar yüzlerce metre yuvarlanan kağnı paramparça oldu.
Defolup gidin it oğlu itler, dedi. Adamlar korkularından öküzlerini de bırakıp kaçıp gittiler.
***
SON AV
Kış mevsimiydi. Ömer Adil çocuklarından ikisini dışarı çağırdı. Onlara
- Gidin Hasan ile Mehmed’i çağırın, dedi.
Çocuklardan biri aheste aheste gitmekteydi.
- “Koşsana it oğlu it!” diye ardından bağırarak ayağıyla önündeki kar yığıntısına bir tekme attı. Çocuk üzerine gelen karı silkeleyerek koşmaya başldı. Kısa bir süre sonra iki arkadaşı da gelmişti.
Onlara,
- Hazırlanın yarın gidip keklik tuzaklarını kontrol edeceğiz, dedi.
Hayır deme şansları yoktu.
İkisi de
- Tamam, dedi.
Aralarında biraz konuşurlar. Ömer Adil onlara ne yapacakları hakkında bir şeyler anlatıyordu. Onlarda pür dikkat dinliyordu.
Köylüler, kış aylarında bazen buz tutan dere sularının buzunu kırar balık avlar, bazen de keklikler için tuzak hazırlar, tuzakların içine yem serper ve yeme gelen keklikleri tuzağa düşürürlerdi. Tuzağın içindeki yemle hayatta kalan keklikleri birkaç günde bir toplarlar onları yaptıkları büyük kafeslerde beslerlerdi. Kış aylarında keklik tuzaklarını kontrol ederken tavşan avlar, kurt, tilki, domuz gibi hayvanlar da bazen bu avlanmaların kurbanı olurdu. Ayı avlamak ise gelenek olarak cesaretin bir göstergesiydi.
Ömer Adil sabahın erken saatlerinde uyandı. Ahırdaki hayvanları yemlemek için ot yığınına doğru gitti. Kürekle karla kaplı yolu geçebilecek kadar açtı. Tayanın (bağ yığını) üzerine çıktı.
Ardından gelen eşi Arzu;
- Bey dikkat et düşeceksin, diye seslendi.
Kadına
- Defol itin kızı. Senden mi öğreneceğim dikkatli olmayı? Dedi.
Kadın mırıldandı
- Buna iyilikte yaramıyor. Ne halin varsa gör, dedi.
Başını eğerek eve doğru gitmeye başladı.
Ömer Adil ardından bağırdı.
- Bıdılanma bıdılanma!
Ömer Adil tayanın üzerinden aşağıya bir kocaman bir bağ düşürdü. Aşağı inip oradaki orağı sertçe bağa vurdu. Bağı sırtlandı. Dizleri üstüne çökerek yavaş yavaş kalktı. Kardan temizlediği patikadan geçerek onu ahıra kadar taşıdı. Ahırın kapısını boş kalan eliyle iterek, sırtındaki bağı girişteki boşluğa bıraktı. Biraz soluklandıktan sonra ahırı temizledi. Otları hayvanların yemliklerine doldurdu.. Sonra köşede duvara yaslı duran omuzluğu aldı. Orda bulunan kovaları omuzluğun kancalarına takıp omuzluğu sırtına aldı.. Çeşmeye vararak su doldurup getirdi. Getirdiği suyu hayvanların suluklarına doldurdu. Bu meşakkatli işi birkaç kere yapıp su taşıma işi bittikten sonra kümesteki tavuklara biraz yem serpip hızla eve doğru yöneldi.
Kadın sobayı yakmış ve kahvaltılık bir şeyler hazırlamıştı. Onu beklerken oyalı al yazmasını boynunun arkasına dolamış, sobanın karşısında demir dişli ahşap yün tarağıyla taradığı yünleri kirmanda sabırla eğirip yün ipliğe çeviriyor, yünden çorap, bere ve yelek gibi giysiler dikiyor, bir yandan da tavandaki odun direklere asılmış beşikteki çocuğu sallayıp türküler çalan radyoya eşlik ediyordu.
Ömer Adil içeri girdi. Beşikte ağlayan çocuğa;
- Bi sus be çocuk!” diye bağırdı. Çocuk bir anda sustu.
Sobanın etrafına kümeleşen diğer çocuklar kaçarak bir köşeye çekildi. Kız çocuğunun elindeki bez bebek düştü. Çocuk babasının gözlerinin içine bakarak dönüp bebeğini aldı. Koşarak kardeşlerinin yanına gitti. Ömer Adil bu bakıştan etkilenip ona tebessüm edip göz kırptı.
Sonra karısına dönüp, sert bir ses tonuyla;
- Kahvaltı hazır mı?
Kadın elindeki kirmanı telaşla kenara bıraktı.
- Hazır bey!” Dedi.
Adam alelacele kahvaltılık bir şeyler atıştırdı. Uzunca bir eşarbı üçgen yaparak içine ekmek, peynir, haşlanmış yumurta ve tuz koyduktan sonra sıkıca beline bağladı. Matarasına su doldurup ağzını ahşaptan yaptığı kör tapa ile sıkıca kapattı. Duvara asılı olan tekli av tüfeğini ve büyük kamasını aldı. Birçok yeri yırtılmış mermi kuşağındaki mermileri kontrol edip, mermileri sağlam gözlere doldurdu. Kuşağı sırtına attı ve dışarı çıktı.
Dışarı çıktığında arkadaşları kapının önünde hazır vaziyette onu beklemekteydi. Beraber ağılın arkasından köyün üst tarafına geçtiler. Burada bulunan büyük kayalığın içinde dar ve tehlikeli bir geçit vardı. Yolu kısaltmak için bu geçitten geçmeye karar verdiler.
Geçitten geçerken arkadaşlarından birinin ayağı kaydı ve bir alt kayanın üzerindeki kar yığınına saplandı. Onu biraz uğraştan sonra çıkardılar ve yola devam ettiler.
Vadinin başına vardıklarında biraz soluklandılar. Arkadaşları ceplerinden çıkardıkları tütün tabakalarından birer sigara sardı. O sigara içmiyordu. Matarasından birkaç yudum aldı. Sigara içen arkadaşlarına dönüp;
-Şu miratı insanlığın başına kim bela etti acaba? Dedi.
Sigaralar bitince keçi yolu dedikleri yola koyuldular. Yolda daha hızlı ilerlemek için genelde rüzgârın kardan temizlediği sırtlıkları kullanıyorlardı. Keklik tuzaklarının birkaçını kontrol ettiler. Sadece birinde keklik vardı. Gerisi boştu.
Ömer Adil
- Devam edelim dönerken tekrar bakarız, dedi.
Yola devam ederken kurdun bir tavşanı kovaladığını gördüler. Kurda birkaç kez ateş açtılar. Ancak mermi isabet etmedi. Kurt silah sesini duyar duymaz tavşanı bırakıp başka yöne kaçmaya başladı. Onlarda kurdu bırakıp tavşanın peşinden gitmeye devam ettiler. Biraz kovalamacadan sonra tavşan gözden kayboldu. Tavşanın karda bıraktığı izleri takip ederek, tekrar tavşanın bulunduğu yeri buldular.r.
Ömer Adil
- Ateş etmeyin ben atacam, dedi. Ve ateş ederek tavşanı vurdu.
- Git getir şunu, dedi.
Arkadaşlarından biri gidip tavşanı getirdi. Tavşanı kestiler.
Bu kovalamaca onları önceden bildikleri bir ayı ininin yakınına getirmişti.
Arkadaşlarına;
- Şu ine de bir bakalım mı? Dedi.
Arkadaşları biraz tedirgin olup ve duraksayıp birbirlerine baktılar.
- Ne o, korktunuz mu? Diye güldü.
- Korkmayın bir şey olmaz, dedi.
- Sen bilirsin dediler.
Tavşanı, yaptıkları büyük bir kartopunun içine koydular. Hepsinin elinde tekli av tüfeği ve bellerinde kama dedikleri büyük bıçaklar vardı. Ömer Adil önden gidip yuvanın önündeki karı temizledi. İnden içeriye bir kez ateş açtı. Herhangi bir hareketlilik olmayınca cesaretle tekrar inin ağzına kadar eğildi. Elindeki küçük ışıldakla yuvayı kontrol Etti.. Sevinçle geri çıktı.
- Yuva dolu, ayı içerde, dedi.
Tüfeğine bir mermi yerleştirip tekrar ateş açtı. Ayı aylardır uyumanın verdiği uyuşukluktan ve mermilerin isabet etmemesinden olsa gerek yuvadan çıkmadı. Onu dışarı çıkarmaya kararlıydı. Ateş yakmak için eldivenlerini çıkarttı. Elleri üşümeye başladı. Birbirine sürttüğü ellerini nefesiyle ısıtmaya çalıştı.
Arkadaşlarına;
- Biraz çalı çırpı toplayıp getirin, dedi.
Cebinden çıkardığı kibritle çalı çırpıyı birkaç denemede tutuşturmayı başardı. Odun parçaları nemli olduğundan yuvanın önünde kocaman bir duman bulutu oluştu. Kenardaki kavak ağaçlarının dibine çekilip sessiz bir şekilde sabırla beklemeye başladılar.
İçeri giren dumana daha fazla dayanamayan ayı, kendisini dışarı atıp cılız bir sesle böğürmeye başladı. Bu esnada büyük bir panik havası oluştu. Bir silah sesi duyuldu.. Ardından “gözüm gözüm” diye bir feryat yükseldi. Silahların birinde kuş mermisi vardı. Panikten dolayı kontrolsüz bir şekilde ateşlenince yuvanın üstündeki kayaya çarpıp arkadaşlarından birinin gözüne kurşun parçaları gelmişti. Ancak herkes kendi derdine düşmüş, kara bata çıka ayıdan kaçışıyordu. Ayı onu ve diğer arkadaşını önüne katıp yokuş aşağı kovalamaya başladı. Geride kalan yaralı arkadaşının feryadı dinmiyordu. Mehmed gözüne dokunamıyor acı içinde kıvranıp feryat ediyordu.
Ayı Ömer Adil ve Hasan’ı önüne katıp kovalarken Hasan yere düştü. Ve hızla giden ayının gerisinde kaldı. Ayı Ömer Adil’i kovalamaya devam etti. Kovalamaca sürerken Ömer Adil’in lastik ayakkabılarından biri çıktı. Tüfeği yere düştü.. Bu arada ayı diz kapağının altından yakaladı. Yokuş aşağı hızla silkeleyerek sürüklemeye başladı. Ayağını ayının azı dişlerine kaptıran Ömer Adil belinden kamasını çekerek ayıya vurmaya başladı.
Lakin bıçak bir türlü ayının sert derisine saplanmadı. Üstelik darbe alan ayı kızdıkça onu sarsıp canını daha fazla yakıyordu. Bunun üzerine bıçağını ayının ağzına burnuna vurmaya başladı. Bunu hırsla ve can havliyle defalarca yaptı. Ayının ağzı burnu kan içindeydi. Ayıyla birlikte tipinin oluşturduğu kocaman bir tümsekten aşağı yuvarlandılar.
Ayı bir tarafa adam bir tarafa düşer. Canı iyice yanan ayı adamı bırakıp ileride bulunan harabelere doğru koşmaya başladı. Karın üzeri kanla boyanmıştı. Bir vahşetin yaşandığı bu drama sahnesi uzaktan bir kartpostala benziyordu.
Düşüp arkada kalan Hasan ayının Ömer Adil’i bıraktığını görünce, yaralı arkadaşının yanına döndü. Mehmed cansız bir halde yatıyordu. Yaralanmanın acısıyla bayılmıştı.
Gözünün etrafındaki kanı sildi. Beline bağladığı kuşağı çözdü. Bezi arkadaşının gözüne bağladı. Onu uyandırdı. Ateşi biraz harlayıp onu ısıtmaya çalıştı. Ömer Adil’in de dönmesini bekledi.
Ömer Adil ayağından ciddi derecede yaralanmış, ayakkabısının biri karda kaybolmuş ve arkadaşının feryadı kulaklarında çınlıyordu. Ayağını kontrol etti. Karın soğuğundan dolayı fazla kan akmıyordu. Bıçağıyla elbisesinden bir parça kesti. Ayağını sıkıca sardı. Tüfeğine doğru çıkıp onu aldı. Öfkesi bir türlü dinmek bilmedi. Seke seke ayının peşine düştü.
Ayı tavanı yıkılmak üzere olan toprak ve taştan yapılmış ‘pey’ dedikleri eski yayla evlerinden birine girdi. İkisi de yaralıydı.
Peyin yanına kadar ayının peşinden geldi. Peyin üst tarafındaki tümsekten duvarın üstüne çıktı. Yıkılmakta olan taşları ve çürümüş odunları iyice itti.. Üzerindeki karında etkisiyle ağırlaşan tavan gürültüyle çöktü. Ayı göçüğün altında kaldı. Biraz inlemenin ardından ortalığı büyük bir sessizlik kapladı. Orada biraz bekledi. Sonra bir zafer kazanmış komutan mağrurluğuyla diğer arkadaşlarının olduğu yere doğru sekerek yürümeye başladı. Yürürken hayvanın iniltileri aklına gelince canı biraz sıkıldı. Sonra ayının parçaladığı ayağına bakıp;
- Ama o hak etti, diye mırıldandı.
Yuvanın önüne kadar çıkarak arkadaşının durumuna baktı. Mehmed perişan haldeydi.
- Güneş batmak üzere, köye dönmeliyiz, diye cılız bir ses duyuldu.
Tok bir ses
- Haklısın, sen Mehmed’i al, siz önden gidin ben size yetişirim, dedi.
Hasan Mehmed’in omuzunu omuzuna aldı ve yola koyuldular.
Ömer Adil kalan közlerle bıçağını iyice ısıttı ve ayağının yaralı kısmını dağlamaya başladı. Ateşi biraz harlayıp, karda ıslanan elbiselerini biraz kurutmaya çalıştı. Hasan hayretler içinde dönüp dönüp onu bakıyordu. Korkudan bir şey söylemeden yavaş yavaş ilerlemeye çalışıyorlardı.
Ömer Adil
- Size ne dedim gitsenize! diye bağırdı.
Hava iyice soğumuş akşam ayazı bıyıklarında kırağılar oluşturmuştu. Soğuğun etkisiyle ayağının acısını çok fazla hissetmiyordu. Sanki canını yakan başka bir şeyler vardı. Ateşin başında biraz daha durup dinlendikten sonra, ağır ağır köye doğru yürümeye başladı.
Kurt uzaktan uzağa onları seyrediyordu. Onlar gidince etrafı kolaçan etmek için tekrar olay yerine geldi.. Kokusunu aldığı tavşanı aramaya başladı.. Çok geçmeden kartopunu keşfetti. Kartopunu hızla eşeleyip içindeki tavşanı çıkarıp yemeye başladı. Onların arkasından kimse kimsenin nasibini yiyemez der gibiydi.
Arkadaşları Ömer Adil’den önce köye varmıştı. Mehmed’i bir kızağa bindirmişler ve birkaç komşudan akrabadan kişiler kızağı sürükleyerek kasabadaki sağlık ocağına kadar alelacele götürmekteydiler. Köye döndüğünde yaralı arkadaşının hastaneye götürüldüğünü öğrendi. Tek başına yola koyuldu. Ve hastaneye vardı. Kasabadaki sağlık ocağı hastayı şehir merkezindeki büyük hastaneye sevk etmişti. Ayağının tedavisini yaptırdı. Oradan şehre giderek arkadaşını ziyaret etti. Arkadaşının bir gözü sargılıydı. Gözünün görme yetisini kaybettiğini duydu. Beyninden vurulmuşa döndü. Duvarın dibinde iki ayağı üstüne çöktü. Gözlerinden yaş akmaya başladı.
O gece uyuyamadı.
- Ayının ahı mı tuttu ne, dedi.
Gözlerini kapattıkça ayının inlemesiyle uyandı. Uykuları ayının can çekişmesi ile arkadaşının feryadı arasına sıkışmış gibiydi. Bir ara uykuya dalar gibi oldu.
- Siz yerdekilere merhamet edin ki göktekilerde size merhamet etsin.” Diye bir ses duydu. Nebevi bir buyruktu bu. İrkildi. Uykuları kâbusa dönmüştü.
Ayağının acısını hissetmiyordu. Kimseye eyvallahı olmayan bu sert ve acımasız adam sanki ilk defa vicdanının sızladığını hissediyordu. Günlerce bu sancının esiri oldu.
İçinden bir ses;
-Yeter artık boş yere harcadığın ömür, eşin senden korkuyor, arkadaşların çekiniyor, çocukların seni gördü mü yabancı biri gibi davranıyor, kaçacak yer arıyor. Bu merhametsizlikten dağdaki dilsiz hayvanlar bile kurtulamıyor. Yetmedi mi? diyordu.
Birkaç gün sonra gittiği şehirden gözünü kaybeden arkadaşıyla birlikte köye döndüler. Mehmed kaybettiği gözünün acısından sızlanıp duruyor, O ise susmakta ve derin düşüncelere dalmaktaydı.
Günler günleri kovalıyor, lakin onun sancısı azalmak yerine artıyordu. Her şeyden kaçmak istiyordu.
- Bir şey ama ne, bir el ama kimin eli, bir ses, bir nefes ama kimden. Kimden, kime kaçmalıyım. Diye mırıldandı.
Artık ruhunu dinlendirecek, bir yuvaya ihtiyacı olduğunun farkındaydı. Koca köy odalarından oluşan bir yuvaya sığmıyordu.
- İnsan Peygamber çiçeği gölgesinde yetişmiş Ebu Cehil karpuzu gibi acı ve zehirli bir varlık mıdır?
- Merhamet etmediklerimiz bize merhamet etmeyenler değil ki. Diye sürekli çeşitli iç sesleriyle geçiyordu günleri.
Onu bu girdaptan ancak başka bir girdap kurtarabilirdi. İhtiyacı olan şey sadece vicdanının kılçıklarını içine bırakabileceği bir kuyuydu belki de.
Ertesi sabah erkenden ağıla gitti ve ağılda bulunan hayvanlardan birkaç tanesini çıkardı. Avda gözünü kaybeden, maddi durumu da çok kötü olan arkadaşı Mehmed’in evine kadar götürdü.
- Biliyorum gözünü geri getirmeyecek ama bir özür olarak kabul et, dedi.
Mehmed
- Senin bir suçun yok, panikten tüfeğimi kontrolsüz ateşledim, dediyse de onu dinlemeden geri döndü.
Evine döndüğünde kenarda köşede toz tutmuş eski kitapları çıkarıp temizledikten sonra okumaya başladı. Gün geçtikçe kitaplarla bağı artıyor, sayfaların boşluklarına bir şeyler karalıyordu. Kasabaya indiğinde sahafa uğrayıp birkaç kitap daha aldı.
Bir kitap kapağının iç tarafında şu kıta yazıyordu;
Yükselip çıkınca kırkı zamanın
Teklemeye başlar çarkı dümenin
Vurunca teline aşkı kemanın
Kederli kadere karılır insan…
- Ben daha zamanın kırkına erişmedim lakin bu kederle karılan sanki benim kaderim, dedi.
Eşi Arzu, kocasının değişimini fark ediyor lakin bir türlü bu soğuk ve sert adamın ne yapmaya çalıştığını anlamlandıramıyordu.
Çocuklarına:
- Babanız kötü bir insan değil. Yiyecek içeceğinizi temin ediyor, fakir fukara gördü mü sofrasını paylaşıyor, yaşlılara hürmet ediyor, kimseye de boyun eğmiyor, diyordu.
Ömer Adil sürekli derin düşüncelere dalıyor, geçmişte yaptığı bazı gaddarlıkları hatırlıyor, hüzünleniyordu. Koyunlara kurşun sıktığını hatırladı.
- Haklı olmak doğru olanı yapmaya engel değildir aslında, diye geçirdi içinden.
Kadın adamın yanına geldi. Düşünceli tavrını görünce gayri ihtiyari;
- Senin de bir ayarın yok bey, dedi.
Adamın kızacağını düşünüp telaşla yüzünü başka yöne çevirdi. Ömer Adil kadına uzun uzun baktı ve sadece sustu.
Çocukları ise birlikte eğlenceli vakit geçiriyorlardı. Beraber bir kızak yaptılar. Ve çocukların köyün diğer köyün çocuklarıyla kızak kaymaya başlayınca çocukların arkasından biraz bakakaldı.
***
Ömer Adil kılçıklarından kurtulmak için hacca gitmeye karar verdi. Hacca gidip tamamen arınmak istiyordu. Ağılında koyunları vardı. Onları kasabadaki hayvan pazarına getirdi ve uygun fiyatlara satmaya başladı.
Dolandırıcının biri bu saf köylü kılıklı adamı görünce;
- Bunlardan bir tane bana sat. Paranı koyunu eve götürüp evden alıp getireyim dedi.
Ömer Adil
- İyi de seni tanımıyorum bir kefilin, ödeyeceğine dair bir şahidin var mı? Diye sordu.
Adam;
- Kefilim de şahidimde Allah, dedi.
Ömer Adil
- Kefili Allah olana nasıl yok diyebilirim ki? Dedi. Dolandırıcı koyunu alıp gitti bir daha da dönmedi.
Ömer Adil kazandığı parayla, hem evin temel ihtiyaçlarını alacak hem de hac masraflarını karşılayacaktı. Hayvan pazarında başka biri Ömer Adil’in aldığı parayı görünce peşine takıldı. Ömer Adil uzun zaman takip edildiğinin farkına varmadı.
Eşine bir tane kasetçalar almayı düşünüyordu. Bir mağazaya girdi ve satıcıya bir kasetçalar almak istediğini söyledi. Kasetçalar bir koyun parasıydı. Biraz pahalı geldi. Lakin satıcı
- Radyo dinlersin, ses kaydedersin, kasetçalar sadece çamaşır ve bulaşık yıkamaz, her şey yapar, dedi.
Ömer Adil adamı biraz dinleyince ikna oldu. Kasetçalar ile birlikte ona birkaç türkü kaseti aldı. Oradan ayakkabıcıya gidip kendine bir de kundura aldı.
Ömer Adil kasetçalarını ve ayakkabısını aldıktan sonra namaz kılmak için bir camiye geldi. Abdest almak için şadırvana oturdu. Cebinde para olduğundan, tedbirli davranıp paltosunu askıya asmayıp omuzlarına attı. Abdestini alırken bir adam etrafında bir iki tur attı. Ona çarptı. Paltosu omuzundan düştü.
- Fe Süphan Allah, dedi.
Çarpan adam kibarca
- Özür dilerim, dedi.
Ömer Adil yüzünü dönmeden
- Olur, öyle şeyler kardeşim, önemli değil, dedi.
Adam hızla oradan uzaklaştı.
- Ömer Adil abdestini tamamlayıp paltosunu giydiğinde cebi bomboştu.
Koyunların parasından elinde bir kasetçalar ve bir çift ayakkabıdan başka bir şey kalmamıştı. Ne hırsızın yüzünü görmüştü ne de nasıl bir tipi olduğunu biliyordu. O yıl hacca gidemedi.
- Her şer görünende bir hayır vardır ama beni hac yolculuğundan alı koyan hayır ne ola ki, dedi.
Köye doğru yola koyuldu. Köy yolunda bir kayalığın üzerine oturdu. Ve kasetçalarını açtı. Hüzünlü bir türkü çalmaktaydı. Bir müddet kayanın üzerinde tefekküre daldı.
Köye geldiğinde canı iyice sıkkındı. Evine doğru giderken akrabalarından münasebetsiz bir adamla karşılaştı. Adam ayakkabılarını gördü.
- Ooo ne güzel ayakkabı. Onları bana verir misin? Dedi.
Adamı kırmamak için
- Bunlar senin ayağına olmaz, benim ayaklarım biraz büyük, dedi.
Akrabası;
Yoo, olur. Ben otuz dokuzdan kırk beşe kadar giyebiliyorum, dedi.
Ömer Adil La havle... diyerek başını bir yana döndürüp İnsan kendini eşekliğe vermekle eşek olmaz, dedi.
Akrabası
- Anlamadım, dedi.
-Boş ver, bende anlamadığın için dedim, dedi ve yoluna devam etti.
Eşi olayı öğrenince;
- Elde avuçta da bir şey kalmadı ne yapacağız?
Ömer Adil
- Allah büyüktür hanım, dedi…
***
Günler günleri kovaladı. Şubat ayının sonu gelmişti. Her şeyden kaçmak istiyordu. Ancak nereye gideceğini kendisi de bilmiyordu. Artık hac yolu da ona kapanmıştı.
- Her nereye gitsem kendim de benimle beraber gelmeyecek mi? Dedi içinden.
Eşine
-Hanım, havalar biraz ısınsın, yollar açılsın baharla birlikte beş on günlüğüne bir yolculuk yapıp döneceğim, dedi.
Eşi
- Nereye gideceksin bey, dedi.
Adam
-Kendimden uzak bir yere, diye mırıldandı.
Kadın bir şey anlamadı. Tekrar sormaya da cesaret edemedi. Boynunu büktü ve oradan çıktı.
***
Mart ayıyla birlikte kar boyu bazı yerlerde iki metreyi bulmuş, köy yolunun açılma ihtimali kalmamış, köyün şehirle bağlantısı tamamen kesilmişti. O her gece kalkıyor, biraz Kur’an okuyor, gece namazı kılıyor ve sabah namazı vaktine doğru camiye gidiyor, cami sobasını yakıyor ve cemaat gelene kadar cami ısınmış oluyordu. Bir gün Kur’an okurken şu ayet bütün ümitsizliklerini yıktı: “De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok esirgeyen, çok bağışlayandır. Azim olan Allah ne güzel, ne doğru söyledi, dedi.
Yalnızlığı seven bir yapısı vardı. Lakin gün geçtikçe eşten dosttan daha çok uzaklaşıyor, iyice içine kapanmayı tercih ediyordu. Camiye her gidişinde ruhunu dinlendirecek, nefsini arındıracak, onu bu girdaptan kurtaracak bir yer düşünüyordu. Etrafına bakınırken caminin köşesindeki minberin altı gözüne ilişti. Minberin altında kocaman bir boşluk vardı.
- Allah’a dönmek için Allah’ın evinden daha güzel nere olabilir ki? Dedi.
Camiye cemaat gelip gidiyordu. Bu yüzden caminin içi olmazdı. Ancak caminin altında bir boşluk onun için hiç de fena bir fikir değildi. Bu fikir onu biraz heyecanlandırdı. Caminin altında kendine barınacağı bir yer yapmaya karar verdi. Ayağa kalktı. Minberin altını iyice kontrol etti. Tahtaları ayağıyla yokladı. Camiye zarar vermeden kazabilirim, diye düşündü. Sanki uzağa gitmeden, en uzağa gitmenin yolu açılmıştı.
***
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.