- 103 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
BEKÇİ
Arabamız taşlı yoldan yukarı doğru çıkarken hem zorlanıyor hem de bir beşik gibi bizi sallıyordu. Kıvrıla kıvrıla tepeye yaklaşınca, tok bir köpek sesiyle irkildik. İri cüsseli, karabaşlı bir kangal, boynundan zincirle bağlanmış, bir sağa bir sola koşuyor, tehditkâr havlamalarla bizi korkutmaya çalışıyordu. Bu fiilinde de başarılı olduğunu söyleyebilirim; ne ben ne de oğullarım arabadan inemedik, inmeye bile cesaret edemedik.
Arabamızla evin bahçe kapısına kadar yaklaştık. Arabayı gören, 65-70 yaşlarında, başında solgun gri renkli eski bir fötr şapkayla bir adam belirdi. Önceleri anlamsız bir bakış attı uzaktan, daha sonra kararsız adımlarla yaklaştı. Arabanın ön camından başımı çıkararak, “Amca, bakar mısın?” dedim. Bahçe kapısının mandalını açarak kapıyı araladı. Yaşlı olmasına rağmen bakımlı bir hali vardı; sakallarını yeni tıraş etmişti. Bıyıkları beyazlamış ve hilal şeklinde dudaklarının iki yanından aşağıya doğru inmişti. Başındaki şapkayı bir eliyle tutarak, “Buyurun, kime baktınız?” dedi.
Bu sırada köpek hâlâ havlıyor ve gitgide daha da kızgınlaşıyordu. Kapıyı açarak aşağı indim, “Köpeği tutarsanız yanınıza geleceğim,” dedim. “Köpek bağlı, korkmayın. Buyurun, içeri gelin,” dedi. Korkak ve hızlı adımlarla kendimizi bahçe kapısından içeri attık. “Selamünaleyküm, biz şehirden geliyoruz. Burada terk edilmiş bir köy varmış. Biz bu köyde bir film çekmek istiyoruz, onun için geldik,” deyince, amca birden ciddileşti. “Olmaz, olmaz kardeşim, burada film falan çekemezsiniz, buna izin vermem,” dedi. “Amca, biz sadece görüntü alıp gideceğiz,” deyince, “Daha önce buranın belgeselini çektiler, arkeologlar geldi inceleme yaptılar. Bu belgesel yayınlanınca definecilerle başım belaya girdi. Gizli gizli köye gelip define aradıklarına şahit oldum. Jandarmaya şikâyet ettim,” dedi.
İçimden “Bu iş olmayacak” diye geçirdikten sonra, niyetimizi açıkça anlattım. “Amca, bir kısa film yarışması var. Benim oğlum bu yarışma için film çekiyor. Filmimizin konusu, aynen bu köy gibi bir köyde yaşayan son kişinin hayatını anlatıyor. Filmin nerede çekildiğini kimseye bildirmeyeceğiz. Biz sadece buradaki terk edilmiş evlerin ve sokakların görüntüsünü filmde kullanacağız,” deyince, “Yahu, siz benim hayatımı filme alıyorsunuz, çektiğiniz filmin baş kahramanı da benim,” dedi.Gülüştük.Ortam biraz yumuşayınca amca. “O halde izin verin de burada birkaç sahne çekelim. Ben öğretmenim, siz endişe etmeyin, filmi nerede çektiğimizi kimse bilmeyecek ve sizi hiç kimse rahatsız etmeyecek,” deyince, bize güvendi. “Tamam, çekin o zaman, burayı ifşa etmeyin,” dedi.
Anladığım kadarıyla huzurunun bozulmasından korkuyordu, yoksa terk edilmiş köyde değerli hiçbir şey yoktu. Sohbetimiz ilerleyince köyün neden terk edildiğini sordum. “Bak hocam, ben küçükken bu köy çok şen bir köydü. Şu gördüğün evlerde insanlar yaşıyordu. Hemen aşağıda, çeşmenin karşısındaki ev dedemin eviydi. Dedemi fazla hatırlamıyorum ama babamla bu köyde çok anımız var. Köyümüzün arazisi az ve sadece buğday yetişiyordu. Yapılan bu tarımdan elde edilen gelirle köyde geçinmek zorlaşınca, haneler birer birer büyük şehirlere göç etmeye başladı. 1970’lerde başlayan göç, 1980’e geldiğinde hızlandı. Köyde sadece 3 ev kalmıştı. Onlar da birer birer göç etti. Ben, babamdan kalan evi terk etmemeye yemin ettim. Şu aşağıdaki eski evimizin duvarları çatlayınca, buraya betonarme bir ev yaptım. Yaklaşık 40 yıldır burada eşimle beraber yaşıyorum. Çocuklarım büyüdü, onlar da terk etti bu köyü. Ben, her ne olursa olsun terk etmemeye karar verdim. Atalarımın yaşadığı bu köydeki son ocağı söndürmemeye kararlıydım. Ancak ben de yaşlandım. Gelirken siz de gördünüz, ana yoldan yukarı yaklaşık 2 kilometre yol var ve çok bozuk. Kışın yollar kapanıyor, açmıyorlar. Şehre gitmek zor oluyor. Bu yüzden son 3 yıldır ben de kışları İstanbul’a gidiyorum. Havalar ısınır ısınmaz buraya gelip köyü canlandırıyorum,” dedi.
Sohbetimiz sırasında adının Halil olduğunu öğrendiğimiz bu fedakâr kişi, bizim niyetimizin halis olduğuna kanaat getirince, bizimle sokak başına kadar geldi. Parmağıyla aşağı taraftaki sokağı göstererek, “Bakın şu tarafa doğru gidin, orada terk edilmiş çokça ev var,” dedi. “Gel Halil amca, beraber gidelim,” deyince, “Hocam, siz filminizi çekin, giderken bana uğrayın,” dedi.
Dar sokaklardan, yıkılmış kerpiç ve taş evlerin arasından yavaş yavaş tarihin derinliklerine gömülür gibi köyün meydanına doğru indik. Damları çökmüş, duvarları çatlamış, ayrılmış, yıkılmış evler sanki bizimle konuşuyordu. Bir ara duraklayıp tüm evleri gözlerimle gezdim. Ahırlarda sanki hayvanların nefesi vardı. Beyaz badanalı evler, sıra sıra ayakta kalan son duvarlarının desteğiyle yorgun bir ihtiyar gibi bize bakıyordu. Birkaç çekim yaptıktan sonra köy çeşmesine uğrayıp su içtik. Çeşme hâlâ buz gibi akıyordu. Çeşmenin önündeki yalak, yekpare bir taştan oyulmuş, yanlarına dizilmiş taşlar tarihten ders verir gibiydiler. Avuçlarımızla suları içtikten sonra Halil amcanın yanına uğradık.
“Amca, biz filmi çektik, gidiyoruz.” “Olmaz, öyle bir ayran içmeden sizi göndermem,” dedi. Bir yandan da köpeğin önüne siper olarak bizi bahçeye aldı. Konuşmaya devam ediyordu: “Bu köpek olmazsa burada kendimizi güvende hissedemiyoruz,” dedi. Plastik sandalyelere oturduk. Yavaşça eve doğru yürüdü. “Hanım, hanım! Bize 4 bardak ayran yap,” dedi. Buz gibi ayranlar geldi. Ayranları içerken köydeki gençlik yıllarını anlattı. Biz sadece onu dinliyor, bazen başımızla onaylıyorduk. Anladık ki insan görmeyi ve konuşmayı çok özlemişti. Bir müddet oturduk, sonra izin isteyip çıktık. Arabamızı yola koyana kadar bize eşlik etti. Başındaki fötr şapkasıyla arabanın arkasından el sallarken, gözlerindeki hüzün tüm terk edilmiş evlerin ortak hikayesi gibiydi.
Celaleddin ÇINAR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.