- 285 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
RÜZGÂRSIZ
“Tamam, sakin ol… Bir şey yok… Her şey yolunda…” diyen o kıvrım var yine, güzel dudaklarında… Ve onların arasından süzülüp, ılık bir meltem misali tatlı tatlı okşayan kadifemsi ses… O an’a dair bir şeyler söyleyen…
Sözcüklerinin içinden sürekli geçmeye devam ediyor o meltem… “Sakin ol” diyor.
Oysa ben hep aksi yönde fısıltılar duydum bana söylenen kelimelerin içinde. Onları söyleyen dudakların arasından; bu tatlı meltemden çok öte bir sertlikte rüzgârlar esiyordu her zaman. Çok üşümüş insanlardı çünkü karşımdakiler… Hafif bir esintide bile kasırgaların başlangıç noktasını görüyorlardı. Bırakmıyorlardı saçlarını o esintiye, özgürce savrulsunlar diye… Elleriyle, kollarıyla örtüyorlardı başlarını, yüzlerini… Değmesine izin vermiyorlardı hayatın kendilerine…
O yüzden O’nun bu okşayan sesi ve o seste ifade bulan her şeyi; bakışı, duruşu, gülümsemesi, yürüyüşü… bambaşka bir diyarda hissettiriyordu bana kendimi. İçinde var olduğum dünyayı; sürekli tetikte olmam gereken, her yönden gelebilecek saldırılara hedef olmamın an meselesi olduğu o tehlikeli yer olmaktan çıkaran bir büyü yapmıştı sanki.
Ama bedenim o kadar uzun zaman maruz kalmıştı ki bu bilinmez bir tehditle karşı karşıya olma hâline; bu yepyeni, huzurlu duruma intibak edemiyordu bir türlü. Ruhum onunla gayet ahenk içinde, tonlarca ağırlıkta yükten kurtulmuş olmanın hafifliğinde şen şakrak şarkılar söylerken; bedenim ısrarla direniyor, bir tuzakla karşı karşıya kalmış gibi kendince bir dille beni uyarmaya çalışıyordu. Birden ellerim titremeye başlıyordu mesela… İçim ürperiyor, içinde bulunduğum anla en küçük irtibatı olmayan alakasız bir tepkide bulunuveriyordu vücudum birden: İsyanını haykırıyordu bir nevi… “Seni seven o insanları çiğneyemezsin! O kadar deneyimi, koca bir geçmişi, onlardan çıkardıkları dersleri yok saymak olur bu. Bile bile lades demek olur…” diyordu.
“Ailene bizden bahsettin mi?”
Cevabın “hayır” olduğunu bildiğini söylüyordu gözleri. Sesiyle üfürdüğü o tatlı esinti de aynı şeyi tekrarlıyordu. “Korkma!” diye de ekliyordu ayrıca. “Anlıyorum seni.”
Ona ailemden uzun uzun bahsetmiştim. Hayata sıkı sıkı kapattıkları kapılarından… Üşüme korkularından… Rüzgârsızlıklarından… Ve onlardan da önemli bir şeyden; en büyük korkularından yani: Benim bir gün fena üşüyeceğim…
İşte bütün bunları bildiğinden sorusunun cevabını da biliyordu aslında zaten. Yine de sormuştu ama…
Çay fincanının kulbunu tutan parmaklarım kaskatı kesilmiş, “dur” ihtarı vermişti sözlerine… O ise bunu konuşmakta tereddüt etmesinin gereksizliğini anlamasını sağlayan bir işaret olarak gördü ve şimdiye kadar hiç göstermediği bir cüretle, canımı acıtmayı göze alarak devam etti konuşmasına. Susmakla ailemin bana yaptığını yapmaktan korkmuştu belki: Üşümeme kıyamayıp beni rüzgârsız bırakmaktan…
“Bir şekilde söylemelisin!” dedi. “Eninde sonunda öğrenecekler zaten. Hayatları boyunca yanlarında kalmanı bekleyemezler senden. Zaten bunu istemezler de. Bir gün mutlu bir yuva kurmanı, çocuklarının olmasını, hayata dokunmanı, ‘yaşıyorum’ demeni… onlar da ister, emin ol.”
Kafe görevlisi başımıza dikilmiş, boşalmış fincanlarımızı alıyordu. Bu da zaman kazanmamı sağlıyordu, verecek bir cevap bulabilmek için…
Onları üzmekten korktuğumu söyleyecektim ona. “Biraz zaman tanı bana” diyecektim. Görevli düşündüğümden de çok oyalanmıştı. Biraz ağır elliydi galiba… İyi ki de öyleydi.
Bu uzun sayılabilecek düşünme sürecinde farkına varabilmiştim ancak çünkü, aynı şeyi yaptığımı onlara: Bana yaptıklarının aynısını… Kapıyı bir parça aralamayı bile denemeyip baştan vazgeçtiğimi o tatlı rüzgârın içeri esmesinden… Tazelemesinden o
yorgun nefeslerle dopdolu evi… Bir parçacık üşütse de; zamanla kendine alıştırmasından, tatlı okşayışlarıyla… “Sizi üşütmek için
gelmedim, tazelemek için geldim nefeslerinizi” demesinden…
Görevli çekildiğinde, sözlerimi unutmaktan korkar gibi apar topar konuşmaya başladım, onun şaşkınlıktan büyümüş gözlerinin ta içine bakarak.
“Bir gün bize gelirsin.” dedim. “Hatta çok da uzatmaya gerek yok; bu hafta sonu gel, konuş onlarla! Seni tanısınlar, biraz sohbet etsinler senle… O zaman belki o kadar da endişelenmezler artık benim için. Pencerelerini aralarlar hayata bir parça da olsa belki. Her rüzgârın ille de üşütmediğini öğrenirler.”
...
NOT:
Hayata kapılarını sıkı sıkı kapamış insanlardan bahsediyorum bu yazıda. Ne olursa olsun hayata sırtımızı dönmememiz, güzel şeyler de olabileceğine olan inancımızı yitirmememiz gerektiği şeklinde özetlenebilecek bir teması var hikayenin.
Ama hayat öyle zalim olabiliyor ki umut denen şey kocaman bir palavraya dönüyor.
O güzeller güzeli Narin’e bunları yapan böyle canilerin olduğu bir dünyada hayata sırtını dönmek, onun kendine en küçük bir güzellik sunabileceğini ummaktan vazgeçmek tuhaf değil, aksine çok doğal geliyor artık.
O kötü haberi aldığımdan beri artık öyle insanları anlayabiliyor ve umut etmeyi neredeyse imkansız bir şey olarak görüyorum.
Umarım hiç değilse gittiği yerde huzur bulur güzeller güzeli Narin… En azından kimsenin hoyratlığına maruz kalmayacak orada… O tatlı gülüşüne kimseler dokunamayacak…
Işıklar içinde uyu güzel kız…
YORUMLAR
Mavilikler
Ama ne yaparsak yapalım; içimizde bir yerlerde hayatın acımasızlığını haykıran o sesi susturamıyoruz bir türlü, o iç sızısı hep devam ediyor.
Değerli yorumunuz için teşekkürler…
Gule
İçimizi bu hayattan soğutan, kalbimizi yosun bağlatan, insanın insana ve diğer canlılara yaptığı bu zalimlikler, kötülükler ve biz onlarla aynı çatı altında, aynı gökyüzüne bakıyoruz. Ve onlar soluduğumuz havayı fazlasıyla kirletiyor.
Ben de teşekkür ediyorum.