- 198 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
BİR PENDİK / LİSESİ / MASALI
Yıl 1962. Aylardan Eylül. İlk haftası, hatta 4. günü de olabilir. Sonbahar serinlikleri henüz başlamamış, hava oldukça sıcak. İstanbul’un en güzel sahil kasabalarından olan Pendik’in, o zamanlar çarşı içinde ve Pazar günleri kurulan semt pazarında , izdihamı andıracak kadar kalabalığın içinde 7-8 yaşlarındaki yoksul çocuklarının sesleri çınlıyor :
- Buuuuz gibi Yakacık suyundan içeeeeen !
Bir ellerinde, su dolu plâstik sürahiler, diğer ellerinde, müşterilerine sunmak için kullandıkları plâstik bardaklar. Bir bardak su 5 kuruş. O zamanlar sadece bodrum katının inşaatı bitmiş olan, Pendik Merkez Cami’nin avlusunda bulunan çeşmeden dolduruyorlar plâstik sürahilerini. Bu suya neden ’’ Yakacık suyu ’’ dediklerini kendileri de bilmiyor. Üstelik ’’ buz gibi ’’ diyerek, bilip bilmeden yalancı durumuna da düşüyorlar.
Pendik’in seçkin, memur ailelerinden biri : Tamamen, memur tipli, kravatlı, saçları düzgün taralı, yüzünden disiplin akan baba, bir veteriner. Bakışlarıyla, güler yüzüyle, tüm insanlara sevgisini, dostluğunu haykırmak istercesine bakan, kısa, hafif kıvırcık saçlı, orta boylu anne, bir öğretmen. Onun öğrencileri, dünyanın en şanslı çocukları olmalılar.
İki tane kız çocukları yanlarında. 7-8 yaşlarındaki büyük olanı, annesinin kopyası gibi. Onun kadar güzel, tatlı bakışlı, güler yüzlü. İnsanları en az annesi kadar seveceği, sevdiği, yüzünden okunuyor. Henüz o günlerde 1 yaşına basan küçük kız kardeşinin bir elinden o, diğer elinden de annesi tutuyor. Yeni yürümeye başlamış küçük kardeşi. Onun bakışları daha çok babasını andırıyor. Tatlı bile olsa, daha ciddî bakıyor etrafına ve insanlara.
İster annesine, isterse babasına benzesin ; iki kardeşin de müstakbel meslekleri daha o günlerden belli olmuş. Mutlaka doktor olacaklar. Belli ki , doktor olmalarını en çok babaları istemiş. Anneleri, öğretmen olmalarını da istemiş olabilir - en azından birinin - ama son söz babanın ve doğumlarından hemen sonra, göbek bağları, Çapa Tıp Fakültesi’nin bahçesine gömülmüş bile.
Pazarda gezinirlerken karşılarına o, su satan çocuklardan biri çıkıverir. Yoksulluk, giyiminden yüzüne, gözlerine, bakışlarına kadar her yerinden akan, cılız, zayıf bir çocuk. Yine ;
- Buuuuz gibi Yakacık suyundan içeeeen ! diye sesleniyor. Büyük kız, susamış olacak. Kim bilir, belki de acımış olacak o çocuğa. Annesinin, insan sevgisi onda o anda acıma hissini uyandırmış olacak belki de.
- Anne, ben çok susadım. Ne olur su içelim, dediğinde babası hemen seslendi yanlarından az önce geçen o çocuğa :
- Oğlum, bak bakalım. Su ver de içelim. Çocuk sevinçle dönüp koştu yanlarına. Önce bir miktar su koyup çalkaladı bardağını, sonra doldurup uzattı. Büyük kız hemen alıp dikti bardağı. Sonra, küçük kız dahil hepsi de içtiler. Sevindi çocuk. 1 lira bütün para uzattı adam ve üzerini almadı. Teşekkür ederek, dualar ederek uzaklaştı yanlarından ve daha bir neşeyle pazar yerinde çığlık atmaya devam etti :
- Var mı buz gibi Yakacık suyundan içeeeeen ?
Pendik’in üst taraflarındaki kiralık gecekondularına adeta koşarak ve mutlulukla döndü o gün çocuk. Getirdiği hasılat dört liraya yaklaşmıştı. Annesi çok sevindi. İki yaş büyük ablası ise kıskandı onu. Su satmak için kullandığı plâstik sürahisini, şişle deldi. Çok kızan annesi haşladı kızını. Daha sonra aynı şişi ateşte kızdırıp o deliği kapatmaya çalıştı.
Çocuğun aynı aileyle pazar yerinde karşılaşması, bir kaç hafta daha devam etti. Onlar, her gördüklerinde aynı davranışı sergileyip, çocuğu hem sevip hem de her defasında verdikleri 1 liranın üzerini almayarak sevindirdiler.
Yine bir Pazar günü, özellikle çocukların gözleri o su satan çocuğu aradı.
- Anne biz yine çok susadık ama o sucu çocuk niye yok ? serzenişleri boşa çıktı ve o çocuğa bir daha rastlamadılar.
4-5 yıl sonra Pendik Lisesi Orta kısmında okumaya başlayan sucu çocuk, o ailenin büyük kızını karşıdan görse bile, elbette ki o olduğunu bilemedi. Fakat, o tüm insanlara karşı sevecen olan bakışları, bir insan olarak fark etti ve insan olarak etkilendi.
Orta okulu bitirmeden öğrenim hayatına ara vermek zorunda kalan sucu çocuk, tam beş sene hayatla boğuştu durdu. İçinde bulunduğu sefaletten kurtulabilmek için çırpındı. Yeşilçam filmleri, hayatının en etkili faktörü oldu o yıllarda. Bir taraftan, hayatı o filmlerden öğrenmeye çalışırken, yaşadığı olaylar, başına gelenler, Yeşilçam filmlerini bile aratır oldu. En çok aklına yerleşen, hayat felsefesi ise ’’ Ayrı dünyalar ’’ oldu.
Hayat onu, tam da yirmi yaşında, askerlik başlangıcından alıp Pendik Lisesi’ne gönderdi. Yalan deyin, masal deyin, kader deyin isterseniz. Orada onu bekleyen bir kaderi vardı işte. Mucize bir şekilde, o yaşta, lisede okumaya başladı. Peki kader ona ne yaptı diyeceksiniz ? Daha ne yapsın ; o kızı karşısına çıkardı. İşte o, pazar yerindeki küçük kızı. Hani o gün henüz yeni yürümeye başlıyordu ya, hani o insanlara babası kadar ciddî bakan kız vardı ya ; işte ta kendisi.
Yeşilçam filmleri onu öyle etkilemiş ve yaşadıkları da bunlara öylesine tuz biber olmuştu ki ; kesinlikle kızlarla işi olmayacak, kendini tamamen okumaya adayacaktı. Ama nasıl olacaktı bu ? Tam yirmi yaşındaydı. Bu yaş tam da sevmenin, sevilmenin yaşı değil miydi ?
Yan yanaydı sınıfları. Teneffüslerde kapının önüne çıktığında gözüne takılmaya başladı. Ne kadar ağır başlı, ciddî duruşlu, ama tam da ona göre biriydi. Kendisi elbette tanıyamazdı ama ruhu tanımıştı besbelli. İstemsiz bir şekilde, ruhu onu, onunla ilgilenmeye zorlamaya başlamıştı. Her teneffüs, gözleri onu arıyor görmek için can atıyordu. Bu arada, kızın bu ilgiyi fark etmesinden çekiniyor, kendini ve bakışlarını gizlemeye çalışıyordu.
Bir gün teneffüste, yan sınıfın önünde, o kızı kot pantolon giymiş olarak görünce, içinden ’’ Bu kız bana göre değil ’’ diye geçirip, ondan kaçmaya, gizlenmeye başladı. Vazgeçmeye, unutmaya karar vermişti. Ama şimdi sıra karşı taraftaydı.
Teneffüs zili çalmış herkes dışarı çıkmış ama o, sırasında oturuyordu. Kapıda, elinde, her zamanki gibi defteriyle o kız belirdi. Şaşırdı onu görünce. Ne yapacağını bilemedi. Mümkün olsa kaçacaktı ama sırasındaydı ve bu imkansızdı. Yanına kadar yaklaşınca ayağa kalkıp çıktı sırasından. Kapıya yöneldi, kaçmak ister gibiydi.
- Behice hanım geldi mi bu gün ? diye sordu kız. Behice hanım, onu henüz orta okulun ilk yılında, manevi evlât olarak ilân etmiş, herkes de onu Behice hanımın oğlu olarak bilmeye başlamıştı. Bu kız, belki de onun gerçek oğlu olduğunu sanmış olacak ki, gelip ona sormuştu. Fakat gerçekten hocayı mı merak etmiş, yoksa onun birden bire kendisinden niye kaçmaya başladığını mı merak etmişti ; işte o bu masalın püf noktasıydı.
Yeşilçam, Yeşilçam ! ’’ Ayrı Dünyalar ’’ diye bir şey var ! ’’ Zengin kız, Fakir oğlan ’’ diye bir şey var. Bir de üstelik, aradaki 5 yılda , özellikle kızlardan çektikleri, aşağılanma, alaya alınma, aldatılama, ve hatta ihanet ! Tüm bunlar onu delirtmeye , belki de kötü etmeye yetmişti. İçindeki volkan, yıllardır lâv biriktirmişti. Şimdi tam da patlama zamanı mıydı ?
- Niye soruyorsun Behice hanımı ? Dersi varsa gelmiştir herhalde ! Hem ben nereden bileyim ? derken, kıza adeta söver gibiydi. Kovmanın en ağır şekli böyle olabilirdi ancak. Kıpkırmızı kesildi kız. Gözlüğü gözünden düşecek gibi oldu.
- Şey, bize dersi vardı da bu gün, ondan sordum, deyip arkasını dönüp uzaklaştı. Ağlamadıysa da, ağlamaktan daha kötü olmuştu.
Ne günahı vardı ki onun ? Belki de ilgisinden hoşlanmış, karşılık vermeye, onu cesaretlendirmeye niyet etmişti . Çocuk, sonrasında hayatının pişmanlığını yaşadı ama ne çare ! Kız ise, aylarca, belki de daha uzun süre hiç gülmedi. Kendini tamamen derslerine verip avutmaya çalıştı. Öyle ki, teneffüslerde bile , belki de sırf etrafına bakınıp, kendisiyle ilgilenmek isteyenleri fark etmemek için, elinden defterini, kitabını eksik etmeyip, sürekli ders çalıştı ve çok da başarılı oldu.
Masalın sonu ne mi oldu ? İşte orası biraz uzun. Elbette sonrası var ama çocuklar duymasın bu sonu iyi bitmeyen masalı. Masal dediğin mutlu bitmeli ki, çocuklar uyurken mutlu olsunlar, güzel uyusunlar...
Fikret TEZEL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.