- 242 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
KAYBOLMANIN ARDINDAKİ YOLCULUK
En büyük korkum kaybetmek.
Söze böyle başlayınca bir yığın şey gelebilir insanın aklına. Kaybetmekten korkacağımız birçok şeye sahibiz zira. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Yaban” romanında, “Biz buraya bakmaya değil, ekmeye ve biçmeye gelmiştik” demişti.
Bu cümleden anladığımız gibi, insan amacını aşalı çok oldu. Evinden; kendi evinden ayrıldı. Kalabalığa karıştı ve dünyevi zevklerin peşinde koşarken, yolunu kaybetti. Hiçbirimiz eve dönemiyoruz. Hepimiz kayıp evlerin insanlarıyız. Üstelik yolda çevirip adres soracağımız hiç kimse de yok. Çünkü hiç kimse bir başkasının içinden çıkıp kaybetmiyor yolunu. Herkes kendi evinin kayıbı.
Toplum içerisinde konuşulduğu zaman, bunu dış güçlere bağlayabilecek birçok birey de tanıdım hayatımda. Teknolojiye veya gelmiş olduğumuz yirmi birinci yüz yıl koşullarına bağlayanlarda. Oysa hayatımıza dokunan teknoloji, ekonomi, çağ… etkenleri bizi evimizden çıkarmaya değil, aksine evimize daha da kapanmamızı sağlayacak etkenlerdi. Freni patlayan arabasıyla, uçuruma doğru son gaz ilerlerken, “arabadan atlarsam ölürüm” diye düşünen adamın, arabayla uçurumdan yuvarlanırsa hayatta kalabilme şansının olduğunu düşünmesi gibi bir şey kimimizin yaptığı.
Zaman ve gelmiş olduğumuz teknolojik koşullar bizi bir şeylere; kendimizden uzak bir şeylere çekiyor olabilir elbette. En nihayetinde beşer olduğumuzu, arzularımıza kimi zaman yenik düşebileceğimizi ben de biliyorum. Lakin kapımızı çalan bir yabancıya, “kim o” demeden hangimiz açarız ki sonuna kadar?
İşte bizler, kapımızı açmakla kalmadık. Üstelik kapımızı açıp onları içeri de almadık. Onların uzaklıklarına yürüdük ardımız sıra evimizin kapısını sonuna kadar açık bırakarak. Yalın ayak, üstsüz başsız, şemsiyesiz ve azıksız… evimizden bir daha dönmemek üzere ayrıldık. Kendi içsel yolculuğumuzu yapmamız gerektiğini anladığımızda ise çoktan dönemeyecek kadar uzaktaydık.
Başka şeylerle tanıştık. Yürüdüğümüz ve evimizi terkettiğinizden bu yana çeşitli şekerlemeler, rengarenk dondurmalar, dünyevi hazlar tattık ve her biriyle farklı rüyalara daldık. Her şey ebedi zannettik. “Zannetmenin,” bilmemek olduğunu çok sonradan öğrenecektik elbet, ama öyle sanarken hiç karışmadı kafamız.
Aramızdan kimileri yolunu bulup eve dönmüştü. Bildiriler dağıttılar. Yazılar yazdılar. Kimini okuduk, kimini duyduk, kiminiyse tanımayacak kadar uzaklardaydık artık. Ne var ki duyduklarımızı, okuduklarımızı bile anlamadık. Zamanla kullandığımız dil bile değişmişti. İçsel yolculuğun ayakkabısız yapıldığını dahi unutmuştuk. Bundandır ki, gözümüzü vitrindeki en pahalı ayakkabıdan ayırmadık.
İnsan güçlü bir varlıktı. Bu gücü her birimiz kendi içimizde duyuyorduk. İnsan olağandışı bir varlıktı. Alıp satabiliyor, bir diğerinden daha zengin yaşayabiliyordu. Zenginliği hep para sandık…
Betonlara, lüks restoranlarda ismini dahi telaffuz edemediğimiz fâhiş fiyatlı yemeklere, başkalarının cebinin kabarıklığına ya da kolunda, boynundaki pırlantalara… vitrinleri süsleyen ve başkalarının adını taşıyan çantalara, hayvanların derisiyle süslenmiş aksesuarlara… bu ve bunun gibi şeylerin, varabileceğimiz, sahip olabileceğimiz en eşsiz ve değerli şeyler olabileceğini, “bende olan herkeste olamaz” algısıyla yaşadık. Oysa bizde olanın zaten herkeste olmadığını, olsa da bizdekinden farklı olduğunun hiç farkında olmadık.
İçsel yolculuğumuzu yapma gereği duymadan, dünyevi zevkler peşinde koşturup giderken zamanla, bir evimiz olduğunu unuttuk. Bazılarımızsa başka bir insanın evine sığınıp, sığıntı gibi yaşamını sürdürdü, sürdürüyoruz.
Bunu yazarken ürperdim; kaybolduk!
Kaybolduk ve hepimiz bir şeyin peşinden gitmemiz, bir şey aramamız gerektiğinin bilincinde, o şeyin tam olarak ne olduğunun farkında olmadan savruluyoruz hayata. Anlam arayışımızı asıl yapacağımız yerden çok uzakta, kendimizle çatışmaktan, hayatımızdan geçenlerle savaşmaktan asıl olanı bulmakta güçlük çekiyoruz.
Bunu yazarken her şeyin bilincinde, kendine ulaşmış ve yine kendine kapanmış bir insan olduğumu düşünmeyin. Evini arayan, henüz sokağına bile ulaşamamış bir kadın sayın beni. Ve bilin ki; ben bu yazıyı yolda yazdım.
Şöyle bir anekdotla uzatmadan son vermek istiyorum; Bir zamanlar, yolunu kaybetmiş bir gezgin, karanlık bir ormanın derinliklerinde dolanıyordu. Etrafı saran sessizlik içinde adımlarını duyabiliyordu sadece. Birden karşısına yaşlı bir bilge çıktı. Bilge, gezgine baktı ve "Evin nerede?" diye sordu. Gezgin, "Bilmiyorum," dedi, "yolumu kaybettim." Bilge gülümsedi, "Yolunu kaybeden birinin gerçekte neyi aradığını bulması gerekir. Evinin yolunu bulmak isteyen, önce kendi içindeki ışığı keşfetmelidir." Gezgin, bu sözleri duyduğunda anladı ki, kaybolmak aslında bir dönüş yolculuğunun başlangıcıydı.
YORUMLAR
Mükemmel bir anlatım.
"Yaban" beni çok etkilemişti. Belki de o yüzden tabiri caizse "düştüm" yazıya.
"Kaybetmek" zor bir durum, korkusu daha da zor.
Ne var ki bir vakit geliyor ve yolunu kaybeden insanlar mıknatıs gibi aslına doğru yürüyor. Benim nacizhane fikrim bu.
Benim için anlamlı bir yazıydı. Belki beni de ilgilendirdiği için olabilir -bilemiyorum.
Kutlarım.
Selam, sevgi ve saygılarımla.