6
Yorum
11
Beğeni
0,0
Puan
508
Okunma
DAR KAPILAR
Hiç tanımadığım, yüzünü dahi görmediğim bir adamla uzun uzun sohbet etmişliğim var bir gece boyunca, uzun uzun… ne söylediysem ne dediysem hep kendime döndü tüm cümlelerim. Çok geçmeden kendimi tanımadığım bir adama ifade etme çabası içinde buldum. Lakin ne söylediysem enteresan ve ustaca hep çakıştık bir noktada. Ne söylesem ne desem muhalif oldu hep. Bazen de kendi kendine…
Konuşmaktan pes edeceğim o sırada, “Eğer ne istediğini bilmezsen” dedi homurdanarak, “bir bakarsın istemediğin bir sürü şey olmuş.” Kısmen haklıydı ama yine muhalifti bunu biliyordum çünkü; ben de haklıydım!
İçimde birbirine kapanan, birbirini kilitleyen, benim bile boyumun açmak için uzanamadığı onlarca dağınık, kilitli çekmece vardı. Yüzüm, aynadaki suretlerime, aynadaki bin bir suretim yüzüme yabancıydı. Okuduğum bütün kitaplar, zihnimi daha da karışık bir labirente döndürmüş, aynadaki bedenim bana sırt dönmüştü.
Bu sözler karşısında onunla aramızdaki diyaloğu hemencecik bitirmek istemedim. Durdum, düşündüm. Verebileceğim tepkiler listesini gözden geçirdim. Hayatım boyunca yeterince fevri tavırlarım olmuştu. Hızlı kararlar alıp, derin pişmanlıklar yaşamıştım ve artık her birinden ayrı ayrı yorgundum.
Aldığım bu kararlar çoğu kez ayağıma bağ olmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bunu ne yazık ki düşündükçe anlıyordum. “Eğer ne istediğini bilmezsen…” diye başlayan cümlelerden korkmamak akıl işi değil. Korkuyordum ama içimdeki kargaşa sinsi sinsi beden buluyordu zihnimde.
Acele etmemeye çalışıyordum. Bu kez ağır ağır hareket edecek, iyi düşünüp tek seferde cevap verecek ve onu verdiğim kısa cevaplarımla alt edecektim.
Soğuk bir ormanın derinlerine inip, sıcak bir ışığın altında oturarak veya ayın göle vuran şavkını seyrederken gözlerimi ayırmadan derin ve ağır soluklar alarak düşünecek vaktim yoktu. Oradaydık işte! Kalabalık bir kütle yığınının etrafında kümelendiği bir masada, şaşalı kahkahaların sahte kanatlanışlarının altında, şarap kadehlerinin çınlama gürültüsünün hemen yanında… ordaydık! Öyleyse, ben neden kendimi karlı dağların arasında, otobanın tam ortasında yarı yolda kalmış yalnız bir yolcu gibi hissediyordum ki!
Ben daha düşünürken, lanet olasıca herif bir daha girdi söze, “sahip olacağın her şey” dedi, “bir gün kaybedeceğin şeylerden sadece biridir.” Bunu demesiyle kendi ayağına bir çelme taktığının farkında bile değildi. Ben kaybederken o kazanacakmış gibi. Oysa ben bunları biliyordum zaten.
İnsan ne zaman bütünüyle bir şeye sahip olabilirdi ki! Kendine bile değilken… her birimizin hayatı kumdan kalelerden ibaret değil miydi sanki? Üstümüzden bir dalga geçene kadar içinde kralcılık oynadığımız kaleler hani… kimin bisikleti kalmayacaktı bir duvar dibinde, lastiğinin havası inmiş bir vaziyette. Başımı soktuğum çatı, ben içindeyken bile kimsesizken, benden sonra köhne bir şatoya dönmeyecek miydi tabiri caizse… hangimiz farkındayız etrafımızı çevreleyen birkaç sütunun altında yaşadığımızın. O sütunların bir gün kontrolümüz dışı bir zelzeleyle yıkılıp gideceğinin… değiliz işte! Hani biliyorduk? Bisikleti, kaleyi, şatoyu…
Durarak yaşayamıyoruz ne yazık ki! Sürünüyoruz, emekliyoruz, yürüyor, koşuyoruz. Sonra bu da yetmezmiş gibi tırmanmaya çalışıyoruz. Yükseğe; daha yükseğe! Neyi neden yaptığımızı bilmeden yapıyor, sonra da ölüp gidiyoruz işte.
Kim daha çok suçlu bu oyunda, kim çiğniyor kuralları? İnsanlar mı yoksa Tanrılar mı? Hikayesini bildiğim bütün Tanrılar günahkâr! Peki biz hangi günahkâr Tanrının huzurunda af dileyerek sıyrılacağız günahlarımızdan? Peki sıyrıldık diyelim; nereye gidecek işlediğimiz tüm o günahlar? Belki de insanlar Tanrının tuvalete atıp üzerine sifonu çektiği evcil timsahlardır sadece. Kim bilir!
Bunları düşünürken ortadan kayboldu adam. Bense kendi zihnimle savaşa devam ettim. Hala ediyorum. Düşünmek, hayatımız boyunca bitiremediğimiz tek eylem. En etkili olanı, kendimizle ettiğimiz kavgalar esnasında olanı. Var mıyım bilmiyorum ama düşünmeden edemiyorum. Kaldırımları, insanları, insanların yalpalamaktan ne kadar memnun olduğunu…
Bunları düşünürken hala aynı masada olduğumu fark ediyorum. Kalabalığa karışan çatal kaşık sesleri, havaya karışan yoğun mum, tütün kokusu… herkes aynı heyecanla birbirinin gözlerinin içine ışıldarken, kendimi bir iple bağlayıp, bir gölün üzerinde havaya uçarak hayal ediyorum. Çocukluğumdan bu yana binmedim bir salıncağa. Son zamanlarda metropol devlerinin gölgesinde, uzun, iri gökdelenlerle hemhalim istemesem de. Hatta o gökdelenlerden birinde yaşıyorum. İri pencereleri var. Göğün yarılmış yerinden, aşağıları daha uzaktan görebildiğim… ha o pencerenin önünde durup bir yerlerden (ne kadar yukarısı olduğunu bilmediğim bir yükseklikten) aşağıları izlemek, ha dar, uzun kütüphanemde kuru bir iskemleye oturup bir peri masalına gömülmek… bazen hangisi daha gerçek karıştırıyor zihnim. Çünkü her ikisinde de kendimi bir motorsikletin üzerinde, dünyayı ve insanları uçtan uca geziyor, keşfediyor gibi hissediyorum.
Hayatımın yarısından sonra yediğim içtiğimden çok, konuşup selamlaştıklarıma dikkat ettim. Ne bir maddeye ne de bir insana bağlandım. Soyutlandığımı söylüyorlar. Oysa ben hep hayatla kaynaştım. Kimi zaman gökdelenimin geniş penceresinden, kimi zaman kütüphanedeki iskemlemin tepesinden... dünya güzel. Hayat güzel. Kaldırımlar güzel. Ama bir de üzerinde yürüyen şu insanlar olmasa!