- 193 Okunma
- 1 Yorum
- 4 Beğeni
Ben ve Kendim
Geçmişin bataklığından kurtulmak mümkün müdür her çırpınışta biraz daha saplanırken kötü anıların çamuruna? Ne kadar da kötü anı biriktirmişim ama sanki hiç iyi anı yaşanmamışçasına. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? İnsan her defasında aynada karşılaştığı yansımasından nefret edebilir mi? Yansımalar dünyasında yolunu kaybedebilir mi? Nefret, öfke, pişmanlık ve kötü olan her ne varsa işte bu kadar baskın bir şekilde yüreğinde taşıyabilir mi? Taşıyabilir elbette, ben şahidim buna.
Her sabah iyi bir şeyler olsun diye uyanıp her gece kan çanağına dönmüş gözlerle bugün de iyi bir şeyler olmadı, yazık diye sızmanın ne demek olduğunu ben bilirim. Uzunca bir zamanda bu durumu bizzat yaşamaktayım. Bunun adı depresyon da olabilir, anksiyete deve hatta nevroz da. Hatta bambaşka bir isim de hiç düşünmeden koyulabilir. Her şey yolundayken diye diye düşünürken bir türkü çıkar ve her şeyi yolundan saptırabilir. Ne yapmak lazım gelir bu durumda? Türkü dinlememek mi gerekir, internete girmemek mi, sosyal medya hesaplarını kapatmak mı? Yoksa akıllı telefonla vedalaşmak mı? Tek başına bir dağ başında yaşamak belki. Çünkü karşılaşılan herhangi bir eşya, herhangi bir kıyafet, herhangi bir yiyecek, herhangi bir söz, herhangi bir ezgi, herhangi bir koku insanı istese de istemese de insanı geçmişe taşıyabiliyor. Bir tür zaman makinesi. Ama bu zaman makinesi insanın bizzat zihninde. Kırıp atmak lazım bu zaman makinesini zira insana zarardan veriyor yalnızca başka hiçbir faydası yok.
İnsan kendini sevmeli midir bilmiyorum ancak ben kendimi sevmiyorum. Kimilerine göre ise bu büyük bir sorun. Şöyle ki bu bazıları kendisini sevmeyen insanların başka hiçbir şeyi ya da başka hiçbir kimseyi sevemeyeceklerinden bahsediyorlar. Elbette ben buna katılmıyorum. Ancak açık yüreklilikle kendimi sevmediğimi söyleyebiliyorum. Eğer ben ve kendim ayrı birer bireyler olsaydık muhtemelen birbirimizle hiç görüşmezdik. Yani hayatımda çoğu insanla bu haldeyim çünkü. Genellikle sevmediğim insanlarla görüşmüyorum. Elbette zorunluluk halleri hariç. Çünkü bazen bazı insanlarla insan görüşmek zorunda kalabiliyor ve buna karşı koyamıyor. Aynı işyerinde çalışıyorsunuz bir insanla ve görüşememe gibi bir şansınız yok. Nasıl yapacaksınız ki o zaman? Yani bunun başka bir yolu yok. Bu zorunluluk halleri zaten ömür törpüsü haller arasında yer alıyor. İnsan bu hallerde ne yapmalı? Yaralanmalı mı yara mı almalı?
Kendimi sevmiyorum çünkü kendimi beğenmiyorum. Yani görünüşümü, konuşmamı, fikirlerimi, hayata bakış açımı, düşüncelerimi beğenmiyorum. Açıkçası bu durumdan da çekinmiyor da değilim. Zira ben ve kendim şeklinde iki kişilik oluşmaya başlaması acaba bir şizofreni başlangıcı mıdır? İlerisi için tehlike oluşturabilir mi? Yoksa bu durum gayet normal bir durum mu? Yani aslında her insanda ben ve kendim şeklinde iki kişi zaten var mı? Fazla da düşünmemek lazım diye salık veriyorum kendime çoğu kez ama beceremiyorum elbette. Bu ben ve kendim ayrımı ruh ve beden ayrımı da olabilir diye düşünüyorum. Ruh ve beden bir bütün değildir bence. Her ruh bir bedene yerleştirilmemiş midir bu dünya için? Kimi ruhlar şanssızdırlar yalnızca o kadar. Yani yerleştirildiğiniz beden çoğu zaman istenilen bir beden olmayabilir. İleride teknoloji çok ama çok geliştiğinde kendi bedenlerimizi seçecek olsak ben bu bedeni tercih eder miydim? Kesinlikle tercih etmezdim. Çünkü bu bedeni tercih etmek demek bu bedenin ailesini tercih etmek anlamına da geliyor. Oysa benim sorunlarımın temelinde ailevi sorunlar yatıyor zaten. Aile olarak isimlendirdiğimiz oluşum bizzat bu bedenlerin bağıdır zannımca. Ben ruhların birbiriyle bir bağlantısının olduğuna inanmıyorum. Bedenlerin birbirleriyle bağlantısı var. Zaten öldükten sonra da bu bağlar kopacak ve herkes kendi yaptıklarından sorumlu olacak diye düşünüyorum.
Ayrı iki oluşum olan ruh ve beden birbirlerini elbette etkilemektedir. Yani ne beden ruhu tam manasıyla yönetebilir ne de ruh bedeni tam manasıyla yönetebilir. Çeşitli disiplinlerle bunun sağlanması mümkün olabilir belki ama her insan için bu durumların gerçekleşmesi elbette beklenemez. Ancak insan bedeni yaşlanır, hastalanır ve hatta ölür. Ruh ise yaşlanmaz, hastalanmaz ve ölmez. Kimileri bedenini tüm benliği sanır. Bedeniyle yaşayacağına ve bedeniyle öleceğine inanır. Çünkü ruha dair elinde bilimsel herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Halbuki atomlar boyutunda işi ele aldığımızda aslında temelde gezegenimizdeki atomların ne olduğu bellidir. Neden bazı atomların bileşkesine insan denilmektedir de bazılarına başka isimler verilmektedir? Bu farklılığa neden olan elbette ve elbette ruh olabilir. Bende kendimden emin olarak konuşmak istemem. Zira kesin kanıtlarım ya da bir uzmanlığım yok bu konuda ama bu şekilde olabileceğini düşünüyorum. Bu durumda bir akıl hastası mıyım? Toplum kurallarına son derece saygılı ve bağlı birisi olarak klinik bir vaka olduğumu düşünmüyorum. Ancak hangi akıl hastası akıl hastası olduğunu bilir ki?
Çağımızdaki teknolojik gelişmelerin hızı herkesin malumu. Özellikle tıp alanındaki gelişmeler baş döndürücü bir hızla devam ediyor. Kök hücre naklinden tutunda, yedek organ üretimine kadar birçok tedavi uygulanabiliyor insanlara. Çeşitli organların nakli yapılabiliyor; kalp, böbrek, karaciğer, yüz vb organ nakilleri. Engelli bireyler engellerinden ve kısıtlarından yeni tedaviler ile kurtulabiliyorlar. Yüzünü beğenmeyen yüzünü değiştirebiliyor, yaşlandığını hisseden birkaç dokunuşlar genç bir görünüme kavuşabiliyor. Bunun birkaç adım ötesini hayal edecek olursak insanın sorunlu bedeninden tamamen kurtulup tüm sıkıntılarından arınmış yepyeni bir bedene kavuşması neden mümkün olmasın? Gerçek şu ki beden ve ruh birbirleriyle etkileşim halindedir. Alkol alan bir kimse alkol gibi maddi bir varlığı bedenine almaktadır ama ruhu da sarhoş olmaktadır, zihni de sarhoş olmaktadır, düşünceleri de sarhoş olmaktadır. Alkol maddi bir varlıktır, beden de maddi bir varlıktır peki bu maddi varlıkların etkileşimi nasıl olursa ruh gibi maddi olmayan bir varlığı etkilemektedir? Aynı durum narkoz, uyuşturucu, afyon ve sigara gibi maddeler içinde geçerlidir.
İnsan bedensel bir acı çektiğinde ruhu da acı çeker mi? Fiziksel acıyı nasıl tanımlarız? Günümüz bilimsel verileri ışığında kabaca acının sinir hücrelerinin elektrik iletimi ile oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu denklemde ruh nerededir peki? Feci bir kazada kolunu kaybetmiş birisi yalnızca bedeninin bir parçasını mı kaybetmiştir yoksa ruhundan da bir parça kaybolmuş mudur? Dini inanç sistemlerinde de yaratıcı insanı cehennemde fiziksel acı ile tehdit etmektedir. Bu durumda ruh ile bedenin birbirinden ayrı oluşumlar olduğu söylenilebilir mi? Belki de ruh yeni bir bedene aktarılacaktır. Elbette bu konu da sonsuz sayıda olasılıklardan bahsetmemiz mümkün olacaktır. Ancak gerçek olan hangisidir? Ruh ya da zihin bedenden bağımsız bir şekilde varlığını bu maddi dünyada sürdürebilir mi?
Bana kalırsa bedenlerimiz bu maddi evrene açılan kapılarımızdır ya da pencerelerimiz. Ruhlarımızla dahil olamadığımız bu maddi dünyaya bedenlerimizle dahil olabiliyoruz. Bu konuda da çeşit çeşit bedenler yani çeşit çeşit kapı ve pencerelerimiz var. Kimi kapı ve pencereler oldukça geniş, ferah ve bakımlı; kimileri ise oldukça dar, sıkıntı verici ve bakımsız. Bu kapı ve pencerelerinin birbirlerine olan yakınlık ve uzaklığı ise aile dediğimiz, sülale dediğimiz bağları oluşturuyor. Hangi kapıdan ya da hangi pencereden bu dünyaya bağlanmışsanız aynı zamanda o sizin kaderiniz oluyor. Hangi kapı ya da hangi pencere bunu kim belirliyor? Bizim belirlemediğimiz elbette gün gibi ortada. Kafanız mı karıştı, okuduklarınız size oldukça saçma mı geldi ya da okumaya değer mi görmediniz? Düşün dünyama hoş geldiniz efendim.
İşte ben maddi dünyaya açılan bu kapıyı, bu pencereyi yani bu bedeni sevmiyorum. Aslında bu tamamıyla benim ahmaklığımdan da kaynaklanıyor olabilir. Zira açık yüreklilikle söyleyebilirim ki ben ömrüm boyunca bir budala oldum. Çabuk inandım, çabuk kandım ve dolayısıyla birçok pişmanlıklar yaşadım ve birçok keşkelerin maliki oldum. Belki de şımarıklık ediyorumdur. Ancak ortada bariz bir problem olduğu aşikâr. Zira her insan kendini beğenmek ve kendini sevmek üzerine ayarlanarak bu dünyaya gönderilmiştir. Her insan beğenilmek ve takdir edilmek ister. Hatta şu an günümüzde yaygın olarak kullanılan sosyal medya tamamıyla bu denklem üzerine kurulmuştur. Klişe bir cümle olacak ama elbette her şeyin fazlası zararlıdır. Ayrıca bir düşüncenin ya da bir cümlenin klişe olması onun doğru olmadığı ya da olmayacağı anlamına gelmez. Bu aşırılık denklemi de iki taraflı çalışır elbette. Yani bir insanın kendini aşırı şekilde beğenmesi de kötü olarak nitelendirilebilir, kendinden aşırı şekilde nefret etmesi de kötü olarak nitelendirilebilir. Bu durumda ortalama her zaman iyidir.
İnsan bedenini belirli bir ölçüde değiştirebiliyorken düşüncelerini tamamen değiştirebilir. Bu nereden bakılırsa bakılsın oldukça büyük bir nimettir esasında. Örneğin yaşadığınız toplum tarafından çok çirkin olarak nitelendirilen kocaman bir burnunuz varsa bundan birkaç estetik operasyonla kurtulabilirsiniz. Bu çok çirkin olarak nitelendirilen burnu belki çok güzel yapamazsınız ama çirkinlik kategorisinden çıkarabilirsiniz. Ancak çok çirkin bir düşünceye ya da inanışa sahipseniz bunu tamamıyla zihninizden söküp atabilirsiniz. Elbette bu da kolay bir iş gibi görünse de kolay bir iş değildir. Hatta ilkinden daha da zorlu bir süreçtir diyebilirim. İşte burada bir mucize işin içine dahil oluyor elbette bu mucizeyi görebilen insanlar için. Şöyle ki insanın kendini sevmemesi, kendini beğenmemesi de bir düşünceden ibaret değil midir? İnsan düşüncelerini değiştirebilme kudretine sahip olduğuna göre bu düşüncesini de değiştirebilir. Burada ben ve benim gibi insanlar için bir umut ışığı belirmektedir. Geçmişin karanlık dehlizlerinden, gelecek endişesinden, şimdi zamanın ağırlığından, fiziksel özelliklerimin hoş olmaması fikrinden kurtulabilir; zihnimi sıfırlayabilirim. Yazının başında bahsettiğim tüm kötü şeyler birer düşünceden ibarettir. Düşüncelerimi değiştirebilirsen bu kötü hissettiren şeylerden de kurtulabilirim. Zira hayatın mucizevi tarafı da şudur ki; her zaman bir çıkış yolu vardır.
Ahir kelam bir başka yazıda bu düşünceleri değiştirme mevzusu üzerinde yazmaya çalışacağım. Ama elbette bunun kolay olacağını sanmıyorum. İnsanlar fiziksel olanın zor, düşünsel olanınsa kolay olduğu gibi bir yanılsamaya kapılıyorlar. Halbuki çoğu zaman düşünsel olan daha zor ve daha çetindir.
YORUMLAR
Psikolojik ve sosyolojik derinliği olan bir yazı olmuş. Hani diyor ya Yunus Emre ''Bir ben vardır benden benden içeri.'' Demek ki her insanın kendini ve karşısındakileri anlaması algılaması farklı farklı... Kendini sevmek sevmemek, beğenmemek, normal duygulardır bunlar, bir araştırsak milyonlarca kişide var olduğunu görürüz zaten... Ama bir de bunu hastalıklı hali olarak kendini beğenmedikten sonra bir de diğer insanlara zarar verme durumuna düşmek var ki işin sakıncalı boyutu bam teli de burası zaten... Bakın burada kaç tane yazı hem de kayda değer yazı paylaşmışsınız, gereksiz yere de kendinizi değersiz hissetmeyin derim... Bir gün sonra bir gün önceki insan olmuyorsak ve bunu başarıyorsak okuduğumuz içindir, belki yazdığımız içindir... ''Yazmak Yanmaktır'' der Adem Efiloğlu ... İnsanlık yaşadıklarından ve diğer insanlara yaşattıklarından zaten iyiye gitmiyor bir de biz kendimizi ve çocuklarımızı koruyabilirsek en azından az da olsa minnacık da olsa hem kendimize hem de insanlığa hizmet etmiş olacağız... Bozmayın moralinizi... Başlarına yıkılmış bütün ülke Filistin de Orta Doğu Coğrafyasında üzülüyoruz geceleri zor uyku uyuyoruz an azından ben öyle uyuyorum, ama umut edecek ve sevecek daha çok bahanelerimiz var... ''Umut en geveze kuştur öter durur insanın içinde.'' Kutlarım yürekten...