- 115 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kendime Yakınlık ve Kana Çiçeği
Belki de hayatımı anlamlı kılan en güzel şeyin özgürlük dünyamın düşündüğüm de aklıma gelen birikimlerimin verdiği heyecanın hisleri olmuştur. Olmak belki de farkına varmadan içine düştüğüm hayatın, yaşamak istediğim hayattan farklı olması sebebiyle kurgulamalardan uzak kalışım bu yüzden olmuştur hep. Kendimi bile bir adım geriden ve dikkatle takip ederek düştüğüm yaşama serüveni koca bir alemde avucumun içine sığdırdığım veya sığdırmaya çalıştığım tadımlık zamanlar eşliğinde elimizde olanın dışında daha fazla bir gerçeğin olmayışıdır. Ruhumu avucuna alan hayat damla damla toparlanarak ırmağa doğru yol alır gelir ve beni bulur benden önce. Toprağa can veren her bir mevsim gibi zerrelerinde yeşerdikçe gülümser hayat yüzüme. Burada başlar tadımlık anlar ve hakikate varmak için bir gönül gözü olarak bakarım hayata.
Bedenimi hiç bir düşünce ve ideoloji koparamaz düşüncelerimden ve kalbime yerleşmiş duyguların aklımın süzgecinden damıtılarak geçmesi, hatta bir taşın üzerinde can bulması sukulenti bitkisi gibi ağır özgüveni de kendisiyle beraber getirir. Keşfetmek kendini zamanla bilmediğim bir dünyadan daha çok yakına, yakında ki ovalara inerek dalgalanır hafif bir rüzgar eşliğinde, güneşin ilk ışıkları vurur gövdeme, en nihayetinde Mezopotomya’nın göz bebeğinde, Freiburg şehiri’nde veya Düsseldorf’un en işlek caddesinde. Kendime baktığımda, kendim olmanın belki de bütün zaaflarıyla zarflara doldurduğum harfler gibi ağır olurlar kağıtlara yazıldıça. Ruhumun bıraktığı o derin kendinden geçmişlikler, yeryüzü’nde kalan son nefesin tacı olur bu durumda.
Sabahın erken saatlerinde uyanmıştım, yağmur hafiften hafiften yağıyordu. Ahmak ıslatan bir atmosfer vardı havada ve termometrede sıcaklık 23 C’yi gösteriyordu. Hava kurşun gibi ağır değildi, camdan uzanıp bu güzelliği seyrederken kuşların değişik dillerde korosu yaz ortasına kadar uzanmış bir hangemeyi de beraberinde getirmişti. Gidip kahve yapayım diye düşünürken, tekrar koltuğa uzanıp bir fasıl daha tembellik etmenin ve hayaller dünyasına dalmanın daha kolay bir iş olduğunu hesaplayarak epey bir zamandan sonra dalıp gittiğimin farkına bile varmdan kestirmenin arkasından daha dinç bir şekilde kucaklamıştım sabahı.
Ortada hiç bir şey yokken strese girmenin anlamsızlığını her ne kadar kendime anlatsamda, 1936 yıllardan beri psikoloji bilimin günlük hayatımıza soktuğu „stres“ kelimesi hangi açıdan bakılırsa bakılsın bir telaş ve heyecan yoğunluğundan başka bir şey değildir. Kendi kendimi değişik açılardan bile etraflıca incelediğimde pozitif stres denen bir yanlışa düşmemeye karar verdim; en azından geçici bir süreliğine de olsa. Gerginliğim aksine azalmamıştı, üstelik bugün tim grubu olarak iş yerinde süperviziyonumuz var ve orada iş stresini en az seviyelere indirmek için bir dizi yeni teknikler ve onları kendi üzerimizde ve kendimizi ikna ederek uygulamalı bir planla güne başlayacaktık. Bu sayede, biz çalışanların gerginlikleri azalacak, kann basıncımız normal seviyelerde olacak ve vücut ile psikolojimiz de birbirlerini dengeleyerek eşit bir hüküm kuracaklardı sözde. Biz, çalışanların kendimize nasıl yardımcı ve yararlı olacağımızı öğrendikten sonra. Özellikle stres denetimi konusunda birhaber olan tarafımızı daha dengeli ve akıllı bir şekilde idare edecektik. Ama olmuyordu bu benim istediğim gibi. Bu düşünceler yığını arasında uyandım yeniden ve hemen giyinerek düştüm yollara …
Her zaman ki gibi, en sevdiğim şeyi yapma telaşıyla erkenden vardım istediğim ve kafamda kurguladığım kafeteryaya. Bu arada hava mis gibiydi, temmuz sıcaklarından uzak bir kıtaydı bu yıl diğer yıllara oranla; Avrupa. Belki de son on yılın en güzel ve yağmurlu yazını yaşıyordu bugün bu şehir. Güzel kafeteryalarının birisi olan yere vardım ve kuruldum bir koltuğa. Başladım geleni geçeni seyretmeye. Buydu beni dinlendiren ve dillendiren. Şehirden şehire, ülkeden ülkeye, bağımsız ve bağlantısız, ülkesiz (kendimi artık hiç bir ülkenin vatandaşı olarak görmüyorum), bazen umut dolu bazen umutsuz, bazen fakir bazen zengin, bazen hüzünlü bazen sevinçli, en çok da kederli, beni doğuranlar ise onlara talihin vermiş olduğu talihsizliğin acısını yaşayarak hayattan erken göçen vefakar ve çalışkan bir ana ve çalışkan bir baba. Her yerde geldiğim ülkeden adamlar görüyorum, çoğunluğu üçkağıtcı, gambaz, hilekar, her türlü numarayı yapan, erken yaşta emekli olmak için kırk takla atan edepsizlerin ortasında olmak, deyim yerindeyse; „öldürüyor beni“. Çok ülke gördüm, Hollanda, Fransa, Belçika, İsviçre, Avusturya, Romanya, … çok kent gördüm: Amsterdam, Maastricht, Brabant, Brügge, Gent, Antwerpen, Nijmegen, Arnheim, İstanbul, Ankara, Oslo, Paris, Viyana, Bükreş, Zwolle, Detlef, Wegeningen, Groningen, Utrecht, … Ama sığındığım kent oldu Frankfurt, Köln, Wuppertal. En sevdiklerim ise, Maastricht, Maas nehirine ismini veren kentler güzeli bir kent. Ya Detlef’e ne demeli, şimdi bunu Detlef duyunca üzülecek ve sırtıma eşeği bindirerek, bana insan olmayı öğretecek. Hiçbir kente değişmem Detlef’i, kucaklayıp bağrıma basasım geliyor her seferinde, o inceliklerini, tarihi sokaklarını, restore edilmiş kanallarını, su kahramanlarının, jeologların, jefizikçilerin, inşat mühendislerinin ve coğrafyacıların emekleri sayesinde bu günkü konumuna erişmiş eşsiz ve tarihi bir kent. Bunları düşünüyorum, düşüncelerimi sırtlarken ve hemen yanıbaşımdan geçip gidenlerin varlığımdan habersiz gidişlerine aldırmadan ve umursamadan. Tekede birisi oturmuş ikisi çalışan üç hanım. Hemen kahvemi getiriyor birisi; hoppala burada da bir Türk. Geçen sefer, kitabımı imzalayıp verdiğim için selamlıyor beni „hoşgeldiniz H. Hüseyin Bey“ diyor gülümseyerek. Sohbet ediyoruz, iş, hayat ve günlük yaşam üzerine, birkaç soru soruyor, yaramaz bir oğlum var diyor. Dinliyorum ve yorum yapmıyorum. Çünkü bu tür şikayetler bana yabancı değil diyorum içimden kendi kendime. Ve bir kaç tip vererek gömülüyorum kendi içime kahvemi yudumlarken zamanı unutarak.
Başlıyorum büyük saksılara özenle dikilmiş kana çiçeklerine bakmaya, bakarken sohbet etmeye, elimde Preuss devletinin 1000 sayfalık kitabı ve ben henüz 523. sayfadayım diyerek hayıflanıyorum kendi kendime. Kitabı okuyup bitirmem gerekirken, nereden karşıma çıktı bu kana çiçeği, bahçelerin, parkların ve daha nice doğal güzelliklerin arasında yer alan bu çiçeklerin kraliçesi olan, binbir türlü penivarlara sahip olan renkleriyle, biteviyeliğe meydan okuyan doğanın bir şaheseri duruyor karşımda. Doğanın ekaliyeti diyorum ben bu yüzden kana çiçeklerine; duruşuyla, ihtişamıyla, görünüşüyle, tebessümüyle ve her bir stilde tek başına hayata meydan okuyan hürlüğüyle … Seviyorum bu çiçeği de aslan ağızı çiçeğinin önüne alarak ve yerleştiriyorum onu kafamda birinci sıraya getirerek.
Dinlenmek mi? O bana yabancı bir kavram olarak kalıyor bugün de! Her nerede mutlu iseniz orada kalın ve oralı olun! Ben yeryüzündenim!
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - 15.08.2024
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.