- 179 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
Mutluluğun Formülü
Kırk iki yıllık kısa ömrümde yaşamımı idame ettirdiğim bu kaotik dünya içerisinde edindiğim en net bilgi kuşkusuz; insan hayatının oldukça kısa olduğudur. İnsan tam da olgunlaşmak üzereyken maalesef ihtiyarlıyor ve bu dünyayı terk ediyor. Hatta çoğu insan, hayatı anlama fırsatı bulamadan ayrılıyor bu dünyadan. Bu o kadar acıklı bir durum ki insan için, tam manasıyla anlatabilmek mümkün müdür bilemiyorum açıkçası. Doğduğumuz andan itibaren bize sunulan hayatın kurallarını öğrenmekle meşgul olduğumuzdan maalesef hayatın bütününü çoğu zaman göremiyoruz, gördüğümüzde ise genellikle iş işten geçmiş oluyor. Ancak durum tamamıyla ümitsiz değil elbette. Zira insanın öğrendiklerinin kümülatif bir özellik taşıması nedeniyle her insanın tecrübe ederek öğrendiği faydalı bilgiler kendisiyle birlikte bu dünyayı terk etmiyor iyi ki. Kütüphaneler dolusu kitaplar bunun için varlar. Bizden önce yaşan insanların deneyimlerini bizlere aktarıyorlar. Bu bilgileri öğrenen ve tecrübe eden insanlar için hayat elbette daha yaşanılası ve daha güvenli bir hal alıyor. İnsanın tehlikeli ve ölümcül hataları yapma olasılığı azalıyor. Dolayısıyla kötü olayların değil iyi olayların yaşanma ihtimali artıyor. Bu yüzden okumak oldukça mühim insan için. Ancak şöyle bir gerçek var ki; bu bahsettiğim diğer insanların tecrübelerine ulaşmak hediyesi her insana kolay kolay sunulmuyor ya da sunulsa da insan bunun farkında olamayabiliyor. Eğitim ve öğretim dediğimiz sistemin temelinde bu yatmaktadır örneğin ama hiçbirimiz farkında değilizdir. Çoğumuz eğitim ve öğretimin bireyleri topluma faydalı hale getirmek için olduğundan bahsederler ve toplumsal açıdan doğrudur da bu. Gerçek şu ki bireysel açıdan asıl neden insanın hayata hazırlanmasıdır. Zira oldukça kısa ve tekrarı olamayan bir süreçtir ömür dediğimiz şey.
İnsanların yaşamdan bekledikleri şeyler oldukça çeşitli olsa da aslında temelde huzur ve mutluluğa kavuşmak olarak tanımlanabilir. Belki bu tanımlama oldukça dar bir tanımlama olduğundan çoğu insan kabul etmeyecektir. Ama insan kim olursa olsun temelde başarılı olmak ve kazanmak ister. Yani çok istenilen ev, araba, makam, mevki, zenginlik, yöneticilik vs. temelde mutlu olmak içindir. İnsan bu maddi varlıklarla manevi bir nitelik taşıyan mutluluğa ulaşmanın peşindedir. Ancak şöyle bir gerçek vardır ki; eğer insan gerçekten hazır değilse hiçbir maddi varlık insanı mutluluğa ulaştıramaz. Kısa ömrümde bu durumun o kadar çok örneğiyle karşılaştım ki hepsini teker teker anlatabilir miyim bilemiyorum.
Yakından tanıdığım yetmiş beş yaşında bir amca vardı. Bu amca küçük yaşlarda babasını kaybetmiş ve kardeşleri ile birlikte zorlu bir yaşam yaşamış. Aslında geniş bir sülalesi olmasına rağmen yaşam mücadelesinde genellikle tek başına kalmış. Öncelikle dul kalan annesini dayıları annesinin rızası olmamasına rağmen tekrar evlendirmek istemişler. Küçük yaşlarda da olsa annesinin böyle bir zulme maruz kalmasına gönlü el vermemiş amcanın. Hatta dayılarından birini bıçaklamış ve küçük yaşta ıslaheviyle tanışmış. Aynı zamanda kardeşlerine bakmak zorunda kalmış. O sıralarda annesi ve kardeşleriyle birlikte kaldığı toprak damlı ev ve yaklaşık üç dönümlük bahçenin mülkiyet problemleri çıkmış ortaya. Bu uğurda amcalarıyla ve dayılarıyla çetin bir mülkiyet kavgasına girişmiş. Kadastrocularla ve mahkemelerle herkesten önce tanışmış. Tam amca ve dayılarından kurtuldum derken okutup adam ettiği kardeşleri bu ev ve bahçede rakibi olmuş bu sefer. Kız kardeşlerini gelin etmiş, erkek kardeşini evlendirmiş. Tüm kardeşleri iş sahibi, ev sahibi olmuş. Ancak amca bu sürede baba ocağının dışında bir ev sahibi olmayı hiç düşünmemiş. Ömrünün kalan kısmında ise kardeşleriyle ev ve bahçeyi bölüşmek için harcamış. Annesi öldükten sonra miras işleri daha çetrefilli bir hale dönüşmüş. Ömrü boyunca kardeşlerine hisselerini vermek ile uğraşmış. Sonunda kardeşlerine paylarını ödedim derken bu kez de komşuları ile sınır problemleri yaşamış ve mahkemelerde baya bir uğraşmış. Sonunda bu toprak damlı ev ve üç dönümlük bahçe sorunsuz bir şekilde kendisinin olmuş. Hatta toprak damlı evin altına birde betonarme ev yaptırmış elinde ne varsa. Ancak bu kadar mücadelenin sonunda elde ettiği ev ve bahçe ile hala mutlu değildi bu amca. Yetmiş beş yaşındaydı ve yürüyemiyordu. Evinden bahçesine bile zor inip çıkabiliyordu. Yaşayabilmek için bir torba ilaç kullanıyordu. Yetmiş beş yıllık ömrünü bir ev ve üç dönümlük bir bahçe için heba etmişti. Sonunda mutlu olacağını düşünmüştü ama mutlu olamamıştı. Bu mücadele içerisinde kendi çocukları ihmal etmiş, görmezden gelmiş ve isteklerine kulaklarını tıkamıştı. Çocukları okumuş, evlenmiş, iş güç sahibi olmuş ve babalarına her zaman evden ve bahçeden vazgeçmesini enerjisini ve kaynaklarını daha faydalı yerlere harcamasını tavsiye etmişlerdi. Ama amca onları dinlememişti. Ne kendi çocuklarını ne de torunlarını sevebilmişti. Mutlu olmasının tek yolunun bu evin ve bahçenin mülkiyetinin kendisinde olması gerektiğini düşünüyordu. Ama işler düşündüğü gibi olmadı. Evin ve bahçenin mülkiyeti kendisine geçtiğinde hala mutsuzdu. Üstelik ömrü geçip gitmişti. Çocukları ve torunları da kendisinden uzaklaşmıştı. Üstelik zaman içinde evin ve bahçenin de değeri kaybolup gitmişti. Şimdi yetmiş beş yaşındaki bu amca o eski evde tek başına ölümü beklemekte. Buradan anlıyoruz ki maddi bir varlık insana tek başına asla mutluluk getiremez.
Yetmiş beş yaşındaki bu amcanın zor bir yaşamı olduğu oldukça bariz bir gerçek. Ancak şöyle de bir gerçek var ki; bu yaşlı amcamız zaten zor olan hayatını daha da zorlaştırmak için elinden geleni ardına koymamış. Her şeyden önce kendinin tatmadığı baba sevgisini kendi çocuklarına da tattırmamış. Çocuklarıyla kaliteli zaman geçirmemiş ve çocukları yetişkin olduklarında onların sözlerini dinlememiş. Bu amca ilkokul mezunu ve çocukları üniversite okumuşlar. Bu amca doğduğu yerden ömrü boyunca dışarı çıkmamış ama çocukları gurbet görmüş ve gurbette yaşamışlar. Çocuklar babalarına daha huzurlu ve daha konforlu bir yaşam seçeneği sunduklarında baba çocuklarını dinlememiş. Amca mutluluğunu bir maddeye bağlamış ve o maddeye sahip olduğunda da mutlu olamamış. Etrafımızda bu hataya düşen o kadar çok insan var ki; şu arabayı bir alayım, şu evi bir alayım, şu cep telefonunu bir alayım, şu bilgisayar bir benim olsun, şuraya bir müdür olayım vb.
İnsanın dünyasını dış ve iç dünya olarak ikiye ayırabiliriz. Dış dünya insanın içinde bulunduğu dünyadır. Düşlediği ev, araba, arsa, kıyafet, cep telefonu, bilgisayar bu dış dünyada yer alır. Bu dış dünyayı biz beş duyu organımızla algılarız. İç dünya ise bu dış dünyanın beş duyu organı vasıtasıyla insanın zihnine yansıması ve bu yansımaların anlamlandırılması ile oluşan dünyadır. Aynı zamanda iç dünya insanın duygularının olduğu dünyadır. Mutluluk, sevinç, neşe, sevgi, hüzün, özlem vb. tüm duygular insanın iç dünyasında bulunmaktadır. Dış dünyada duygu bulunmaz. Duygular zihnin dış dünyanın yansımalarını anlamlandırmasıyla oluşur çoğu zaman. Bu yüzden dış dünyadaki bir madde çoğu insanda farklı anlamlar taşımaktadır. Örneğin bir çiçeğe bakan iki insan düşünelim. Bu çiçek bu iki insandan birisini neşelendirebilirken bir diğerini hüzünlendirebilir. Aynı çiçek iki duyguyu oluşturabildiğine göre duygu çiçekte yani dış dünya da değil iç dünyada bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle mutluluğunda dış dünyada değil iç dünyada var olduğunu açık yüreklilikle söyleyebiliriz. Bu durumda mutluluğu dış dünyadaki maddelerde arayan insan başarısız olacaktır. Elbette dış dünyanın tamamen önemsiz olduğu anlamı çıkmamalıdır tüm yazdıklarımdan. Çünkü iç dünyanın yapı taşları dış dünyanın yansımalarıdır.
İnsan mutlulukla arasına bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde çeşitli engeller koyar. Bu engellerden ilki ve en önemlisi hiç kuşkusuz “haddinden fazla düşünmek” olarak adlandırabileceğimiz bir hastalık halidir. Bizlere düşünmenin iyi bir şey olduğu öğretilmiştir. “Düşünceli olmak” gibi bir iltifat vardır örneğin. Hatta “düşüncesiz biri olmak” istenmeyen bir durum olarak nitelendirilir. Düşünen insanın daha başarılı ve hatta daha çalışkan olduğu söylenmektedir. O sebepten insanlar her daim düşünmeye sevk edilir. Böylece insanda düşünmenin her zaman doğru bir şey olduğu gibi bir yanılsama oluşur. Halbuki her şeyin fazlasının zehir olarak nitelendirildiği gibi düşünmenin de fazlası zehirdir. Mutsuz insanlar çok düşünürler ve her şey hakkında çok düşünürler. Öyle ki düşülmesi lüzumsuz şeyler üzerine bile düşünürler. İlk etapta iyi bir şey yaptıklarını sanıyor olsalar da aslında kendileri için oldukça kötü bir şey yapmaktadırlar. İşte bu insanlar o kadar çok düşünürler ki düşünmekten yaşayamaz hale gelirler. Yaşayamadıkları için de mutlu olamazlar. Bu yüzden mutlu ve dolayısıyla huzurlu olmanın ilk koşulu; haddinden fazla düşünmektir. Bir Japon atasözünde de değinildiği gibi; “Düşünüyorsan karar ver; karar vermişsen düşünme.” Yaşamda insanı başarıya götüren yegâne şey eylemdir. Haddinden fazla düşünmek ise insanı eylemden alıkoyar.
Hayat, sonucu kestirilmesi zor çok bilinmeyenli bir denklemdir. Bu denklemdeki olasılıkları öngörmek ise neredeyse imkansızdır. Ancak insan belirli prensipler edinerek bu olasılıkları ehlileştirebilir. Örneğin ben ömrümce dürüstlük çizgisinden asla ayrılmayacağım, yalan söyleyemeyeceğim, insanları kandırmayacağım şeklinde prensipler edinen bir insan bu prensiplerin aksini edinmiş insanlara oranla daha ahlaklı bir yaşam sürecektir; kandırmayacaktır ve dolayısıyla kanmayacaktır da. Bu durumun dışında hayatta ne ile karşılaşacağını düşünüp duran bir insanın hayatı elbette mutsuzluktan başka bir kapıya açılmayacaktır. İnsanların ne düşündüklerini ya da ne söyleyeceklerini durmadan tahmin etmeye çalışan insanın durumu gibi. Bu tür bir düşünce tam bir hastalık halidir. İnsan mutlu ve huzurlu olmak istiyorsa kesinlikle kontrol edemeyeceği şeyler üzerine düşünmemelidir. Bu konu da oldukça kararlı ve net bir şekilde yazabiliyorum çünkü bizzat kendim deneyimledim. Ömrüm boyunca düşünmenin iyi bir şey olduğuna inandım. Ancak şimdi anlıyorum ki haddinden fazla düşünmek bir hastalıktır. O yüzden mutlu olmak isteyen insan öncelikle çok düşünmeyi bırakmalıdır ve hayatı olduğu gibi göğüsleyebilmelidir.
Mutlu ve huzurlu olmanın ikinci koşulu ise kabul etmektir. Elbette bundan her şeyi kabul etmek gibi bir anlam çıkmamalıdır. Ancak gerçek şudur ki; çok bilinmeyenli hayat denkleminde ancak ve ancak gerçekleri kabul ederek mutluluğa ve huzura kavuşabiliriz. Gerçekleri kabul etmeyen her insan gerçeklik çizgisini kırmış ve yanılsamalarla kendine var olmayan bir yalan dünyası oluşturmuştur. Temelinde yalan ve yanılsama olan bir yapının ise ayakta kalabilmesi mümkün değildir. Elbette kendi hayatımdan örnek vermek isterim bu konuda; şöyle ki her insan kendisini beğenme üzerine kuruludur. Bende kendimi beğenme üzerine kuruluyum. Ben ömrümün bir döneminde sesimin çok güzel olduğunu ve çok iyi türkü söylediğimi düşünüyordum. Ama bu bir yanılsamaydı. Hayatın çeşitliliği içerisinde gerçekten sesi güzel olan ve güzel türkü söyleyen insanlarla karşılaştığımda sesimin güzel olmadığını ve güzel türkü söyleyemediğimi anladım ve kabul ettim. Hatta bu işin okulundaki hocalardan bir değerlendirme yapmalarını istedim ve onlar da bu konuda bir yeteneğim olmadığını söylediler. Bende bu gerçeği kabul ettim. Türkü söyleyen değil de türkü dinleyen tarafta olduğumu anladım. Eğer bu gerçeği kabul etmeyip de kendi yalanımla farklı bir gerçeklik kursaydım kuşkusuz mutsuz olacaktım.
Mutlu ve huzurlu olmanın üçüncü koşulu ise beklentileri azaltabilmekte yatmaktadır. Bu konu herkesin malumu olduğundan fazla bir şey yazmak istemiyorum bu konuda. İnsan birilerinden ya da bir şeylerden ne kadar çok şey beklerse o kadar çok mutsuz ve huzursuz olur. Bu sebepten mutlu ve huzurlu olmak isteyen insan ister aşk yaşamında ister çalışma yaşamında ister aile yaşamında beklentilerini azaltmalı ve kendi kendine bir şeyler yapma yeteneğini geliştirmelidir. Birisinden ya da bir şeyden beklemek yerine kendisi yapmalıdır. Böylece kendi mutluluğunu ve huzurunu bir başka koşula bağlamamış olur insan.
Yazı haddinden fazla uzadı farkındayım ancak son olarak mutlu ve huzurlu olmak için insanın kendisiyle barışık olmasından başka bir çaresi bulunmamaktadır. Kendisiyle savaş halinde olan bir insanın mutlu ve huzurlu olması mümkün değildir. Peki, insan kendisiyle nasıl barışır? Bunun tek bir yolu vardır; insanın kendisini kabul etmesi. İnsan iki kimlikten oluşur; ilk kimlik insanın gerçek kimliğidir. İkinci kimlik ise insanın olmayı düşündüğü ya da olduğunu zannettiği yanılsama kimliğidir. İnsanın gerçek kimliği ile yanılsama kimliği arasında ne kadar az fark varsa insan o kadar kendisiyle barışık olabilir. O yüzden kendimizi, gerçek kimliğimizi kabul etmemiz gerekir. Bazıları gündüzü sever, bazıları geceyi; bazıları ışıktan hoşlanır, bazıları karanlıktan. İnsan ne ışıktan hoşlandığı için böbürlenmeli ne de karanlıktan hoşlandığı için hayıflanmalıdır. İnsan kendisini olduğu gibi kabullenmeli ve kendisiyle barışmalıdır. Bir maymun, maymun olduğu için kendisinden nefret eder mi? Bir baykuş, baykuş olduğu için hayata isyan eder mi?
Gerçek şu ki mutlu ve huzurlu olmak isteyen insan; haddinden fazla düşünmemeli, gerçekleri kabul etmeli, çok beklenti içerisinde olmamalı ve kendisiyle barışık olmalıdır. Yalnızca bu dört maddeyi gerçekleştirebilen insan hayatındaki huzuru kolaylıkla fark edebilecektir.
(Elbette bu maddeleri çeşitlendirebiliriz.)
YORUMLAR
mesut.çiftci
Değerli yorumunuz için teşekkür ederim.
Sağlıcakla ve mutlu kalın...
İnsanın kendisiyle barışık olması , mutluluğun temel taşıdır zaten.
Öncelikle kendi değerimizi bilip, kendimizi sevmeyi öğrenirsek her şey çorap söküğü gibi ardı ardına gelecektir.
Güzel bir yazıydı.
Emeklerinize sağlık