- 346 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Meçhul'den Meçhul'e
Meçhul’den;
Bir cumartesi akşamı daha çökmek üzere...Üzerimde tonlarca ağırlık...Çöküyorum dibe...Bulanık ve karanlık suların müdavimiyim ben...Sisli, puslu, karmaşık ve derin yortulardan çalmışım rengimi...Siyah beni tanımlıyor en derin renksizliği ile...Bu yazıtı kime yazdığımı yalnızca sen biliyorsun... Onlar hiçbir şey bilmiyor...Çığlık çığlık olmuş onurları, kişilik savaşları, detaycı bakışları, beklentili acımasızlıkları, kokuşmuş çıkarcı doyumsuzlukları ;kısaca ...fazlası ile tutarlı çağdaş kişilikleri beni deli ediyor...Kendimi en puslu adalardan, en sisli dağlardan ,en bulutlu gökyüzünden ,bir martının kanadından, bir dalganın koynundan yer ayırtıyorum...Tüm anılarımı, acılarımı, yenilgilerimi, beklentisiz umutlarımı, kaygılı kalabalığımı, umarsız ve sevinçli yalnızlığımı, baş edemediklerimi, baş ettiklerimi...ve daha nice süprüntüyü toplayıp tıkıyorum tahta bavuluma...onlarsız ben bir hiçim...kendimi terk edip gidemem, bunu yapamam; herkesi edebilirim, kendimi asla...
Ne istiyorlar?
…
..
.
Ne istemiyorlar?
Melankolik olmamı istemiyorlar, onları eleştirmemi, terk edilmeyi, reddedilmeyi, karanlık kişiliğimi... Kimin umurunda? Anlamıyorlar onlarsız da olabildiğimi...
Ben bir asalağım... Bana gereken ne varsa vakumluyorum... kan emiciyim... başkalarının kanı ile besleniyorum, kitap sayfalarındaki sözcüklerle, ruhumu tarumar eden müzikleri, insanların kederleri ile acılarını ve kara umutlarını...Benim için nesneler gerekli ve gereksiz diye ikiye ayrılıyor...ruhumun açlığını önemsiyorum gerisi beni ilgilendirmiyor pek...Doğayı önemsiyorum...Ama kafamdaki hapishanenin duvarlarına taş üstüne taş koymakla daha da güçlendiğini sanan o insan popülasyonu beni deli ediyor…onlardan uzak durmak için parçalıyorum kendimi...parçalayıp tekrar topluyorum ve yeni benler oluşturuyorum dejenere olmuş parçalarımdan...bu bir oyun...ne çok ben yapıyorum…ne çok BEN olmayan BEN
Hayat gerçekten çok net ve netliği ile paralel bir karmaşa içinde...neresinden tutsan elinde kalıyor kanayan, nefes alan, çığlık atan, lime lime olmuş yaşam parçaları...leş kokulu hayatın ortasında kocaman bir papatya tarlasına yoğunlaştırarak bakışlarımızı...akan kanı görmezden gelmeye çalışarak geçiyor hayatımız. Kimi kandırıyoruz? Yalnızca kendimizi. Peki neden bu kaygılı ve yırtınan kandırmaca...sadece nefeslerimizin düzenliliği ve ritmik kalp atışlarımızın sekteye uğramaması için mi? Ne boktan bir hayat…
Ruhumun en yalnız bodrumunda elimde karmakarışık tahta bavulumla daha önceden yer ayırttığım masal diyarına gidiyorum...pus, sis, yalnızlık ve yağmurun denizle birleştiği o yere...İlla ki anlaman mı gerek...? Sen de haklısın...İnsan ruhu bir anti ütopya...bir hiçlik cehennemi...sen ütopyalarına sarıl ve ruha taviz verme derim...
Sana verebileceğim en net mesajım da bu şimdilik...
Meçhul’e;
Bir tahta bavula senden parçaları toplayıp, senden kaçamayışınla örülü bir duvar dibindesin. Duvar dibine sinip, bir cumartesi akşamüzeri üzerine yığılan hayatı silkeliyorsun.
Sen siyahsın. Derinliklerinde renksizliklerini görebilen. Oysa suya renksizliği yakıştırırız. Siyaha bakıp, renk cümbüşü görmek ütopyanın doruğu. Ütopyama sarılıyorum. Anti ütopya suyun renksizliğini gömüyorum. Bulanık suların rengine.
Duymuşsundur. Bir kene türü çıktı gidiyor. Diğer kenelerden çok güçlü. Asalak. Kan emici. Alıp, atılmaya çalışıldığında, bünyeye zehrini bırakıyor. Bir rivayete göre bu kene türü insanın eseri. Amerika’da verim artırmak için hayvana, hayvan kemiğini yem yapıp yedirmeleri, bu türün peydahlanmasına nedenmiş. Sonra bir kuşun kanadından yayılmaya başlamış. Kim bilir bu kuş türlerinden biri de martıdır. Ve bu kene bir martının kanadından bir zamanlar yer ayırtmıştır.
Neydi kenenin genlerine etki eden… fazlaca çağdaşlıktan gayrı. Biraz daha verimli (!) (sağlıksız) kılınmak istenen, biraz daha ayrıntısı düşünülen, biraz daha müdahaleci olunan bir yaşamın eseriydi her şey. Sanığı kıt kaynakları maksimize etmeye çalışan milyarı bulan ben/lerdi. Her şey anlamsız ve hatta boktan bir hayat içindi. Değer miydi? Değmezdi.
Her birimiz kan emiciyiz. Kimimiz farkında, kiminiz farkında değil. Israrla zehirli olmamız istenmesi nedense?
Bir kurt mu, çoban mı? Hep çoban deriz. Oysa kurt der ki bilseniz benim değeri mi? Sonunuzu görseniz, çobana emanet etmezdiniz kendinizi. Kendinize en puslu adalardan, en sisli dağlardan, en bulutlu gökyüzünden, bir martının kanadından, bir dalganın koynundan yer ayırt ederdiniz… ne kurt , ne çoban diyenlerin bıkkınlığı var…hem çobana, hem kurda kısaca fazlası ile alışılmış dışına çıkamayan her kişiye ya da olguya.
Her şey insanın hizmetine sunulduğunu söyleyen kutsal kitap, insanın insanın hizmetine sunulup, sunulmadığını söylemiyor yazık. Okuduğumuz o ki benim dışımdakiler benim hizmetime sunulmuş. Bu yüzden acımasız çıkar çarkı. Akan kan. Titreyen ruh. Bitmeyen vesvese. Düşünüyorum da insan kendini insanın hizmetine sunması ütopyanın doruğu mu?
Ütopyama sarılıyorum. Tahta bavuluma mavi boncuklar yığıyorum. Hiçbir yer ayırtmıyorum. Tahta bavulum çok ağır. Yerinden kalkmıyor. Ruhum gezgin olmuyor. Hatta esir. Ruhumun esaretinde özgürlük buluyorum. Bendenizim deyip, gizlice ruhlar okuyorum. Ruhların puntolarının, italik oluşunun, kalınlığının hatta altı çizgili oluşlarının klişelerinin farklı olduğu yanılsaması dışında bir işe yaramadığını anlıyorum. Anlağımdaki periyot kısaldıkça okuduklarımı yazıyorum. Tahta bavulumu açıp, mavi boncuklar dağıtıyorum. Senin ruhun italik, seninki kalın, seninki mi hem kalın, hem italik… Ruhların hoşuna gidiyor. Ya klişemiz diyen bile çıkmıyor. Mutlu oluyorum.
Farklı klişeli hatta klişeyi reddeden bir ruha denk geliyorum. Ruhumun italik olup olmadığının öğrenmek dışında elimden bir şey gelmiyor… gücün bende olduğunu biliyorum. İçimde olduğunu.
Sevdalanıyorum… sevdalımı alıp götürüyorum. Gömüyorum. Toprağıma. Sevgi pınarım oluyor… aşkım yumru kök. Aldanmıyorum, fışkıran yeşilliğe. Kökü içerde, kökü içerde diyorum.
Dönüyorum. Yine, yeniden görevime. Ütopya(lar)(ı)ma sarılmayı bırakmaksızın.
Seni biraz daha yamacıma çağırsam gelir misin? Yükün çok, yolun ırak. Belki de senin gitmeye niyetlendiğin o masalımsı diyardayımdır. Hemen dudak bükme. Bin bir de bir ihtimal. Malum, masallar bin bir geceliktir. Her neyse… Soluklan bir.
Hani senin dev aynanmışım ya… her şeyini abartıyorum ya… fazla abartmak istemiyorum. Sen, içimdeki sana hiç benzemiyor olabilirsin. Önemli değil… sen olmasaydın, içimdeki bana sahip olamazdım. Bunun sana ne yararı var? Umurumda değil. Var oluşun, varoluş nedenim değil. Varoluşun bana yetiyor. Tabii ki gözden kaybolabilirsin… tabii ki melankoli olabilirsin, tabii ki bensiz (bizsiz) yaşayabilirsin… ama tüm bunlar anlaşılmalı. Hiçbir duygu zorla yaşanmaz… sen tercihlerini yaşa doya doya… ben seni yaşayayım.
-İlişme bana / İçimdeki sana-
Yaşamak nedir dersen;
Meçhul (reel)
Hikâye (sanal)
Masal (dual)
Sana şimdilik verebileceğim en net mesaj bu…