- 136 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
hikayenin masalı
bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, yıldızların gözyaşı olup göğü yıkadığı, gecenin sırrını gündüzle paylaştığı alemde, evrenin unutulmuş diyarında, mecnun’un çölü kadar yalnız, leyla’nın bakışı kadar derin hikayenin masalındayız... ateşten bir tül gibi ince, ama bir o kadar yakıcı; rüzgarın dokunuşunda kaybolan, ama her anıyla kalbe kazınan hikayenin masalı bu...
hikayenin kıyısında bir duraklama... o kıyı ki, denizin hırçın dalgalarına karışmış sonsuzlukta bir zerredir, belki de sadece hayalimizde var olan. ama her neyse, işte o kıyıda dururken varlık, hikayenin bir aynaya dönüşüp kendi suretini yansıtmasını bekler. oysa bilmez ki, o ayna sadece hikayesi bitmemiş ölümleri yansıtır, yarım kalmış kadehlerle dolu geçmişin ortasında hapsolmuş belalardır.
tanrı’nın hikayeyle olan münasebeti, varlığın en büyük bilmeceyi çözme çabasına benzer. ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bir türlü eline geçmeyen, hep uzaklarda duran bir sır gibidir. tanrı, hikayenin dışında mı, yoksa hikayenin içindeki en derin gizem midir? bu sorunun cevabı, masalların yaşaması için ölen çocukların sessiz çığlıklarında, annelerinin göğsüne gömülmüş, yarım kalmış sevdalarda saklıdır. bu dünyada her şey, tanrı’nın büyük planında bir yer bulmaya çalışırken, hikaye, masallara armağan edilmiştir.
varlık ise, hikaye ve tanrı’nın ortasında sıkışmış, kaderinin peşinden sürüklenirken kendi varlığını anlamaya çalışan bir yolcudur. o, hani şu aynalara tapınırken, kendisini bir gül’ün nazarında bulan, ama aynı zamanda bülbül’ün kanayan sesini dinleyen bir mecnun olarak hisseder. leyla’sının hayaliyle dolup taşan kalbinde, gönlünü serinleten şarap’tan bir yudum alırken, hikayenin içinde kaybolur. bazen, bu hikaye ona bir seher vakti gibi görünür; sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yeniden doğar, ama aynı zamanda bir şafak gibi her şeyin başlangıcında, yine aynı çıkmazla yüzleşir.
saki’nin sunduğu kadehlerde her seferinde birer sır yudumlar, ama sırların çözülmediğini görür. zülf’üyle gecenin karanlığını saran bir ay gibi parlayan, ama bir o kadar da ulaşılmaz olan hikayede, her rind’in, her şems’in ardında gizlenen gerçeği arar. fakat ne zaman gerçeği bulmaya yaklaşsa, göz’leri ona ihanet eder, güneş gibi parlayan gerçeğin ardında daha büyük bir bilinmezin olduğunu fark eder.
ve işte, hikayenin kıyısında, tanrı’ya ulaşamadan, kaderine boyun eğmek zorunda kalır varlık. hikaye, bir şeb-i yelda gibi, en uzun gecenin içindeki yalnızlıkta yankılanır; huri’lerin rüyasını kurduğu, ama hiçbir zaman dokunamadığı o derin karanlık. bu karanlıkta, hicran’ın acısıyla yanar, ama zülfikar’ın keskinliğiyle kesilen umutların arasında, periler’in gizlediği mihrap’ı arar. ne kadar çırpınsa da, her adımında şeb’in karanlığını ve meyhane’nin sahte tesellilerini bulur.
o kader ki, varlığı her seferinde biraz daha yaralar, biraz daha derinleştirir, biraz daha eksiltir. ama belki de bu eksilme, tanrı’ya ulaşmanın bir yoludur, kim bilir? nigar gibi güzel bir surette beliren, ama lal gibi sessiz kalan bu arayışta, efsunu çözülememiş bir sırrın peşinden sürüklenir. sümbül kokuları arasında kaybolan hayallerin, bade dolu kadehlerde boğulması gibi, her yudumda bir parça daha eriyip gider varlık. cemre düşerken toprağa, her damlasında zevk’in ve acının iç içe geçtiği, ülfet’le harmanlanmış bir hikayenin içine çekilir.
ama belki de varlık, hiçbir zaman tanrı’ya ulaşamayacak; ama bu arayış, onun varlık sebebi, onun kaderi olacaktır. çünkü hikaye, tanrı ve varlığın kaderi, birbirinden ayrılmaz bir bütündür. bu üçlü, birbirine zincirlenmiş bir halde, sonsuz bir dansa devam edecek, varlığın kaderi ise bu dansın içinde efsunlanmış bir halde eriyip gidecektir. mihrap’ta başlayan bu yolculuk, zülfikar’ın keskinliğiyle süslenmiş, şeb-i yelda’nın karanlığıyla örtülmüş, lal bir sessizlikte son bulacaktır. ve yine de, bu dansın içinde bir güzellik, bir anlam arayışı vardır; ve bu arayış, varlığın kaderi olarak kalmaya devam edecektir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.