Çiçek
Kan durdu...
İki ailenin hayatta kalabilen yaşça büyük söz sahipleri büyük bir keyfiyetle sarılıyorlardı birbirlerine. Gözlerinde ki öfke bitmiş fakat yüreklerindeki kin közlenmemişti. Yapılan anlaşma iki taraf içinde görünüşe göre olumlu olmuştu. Yazgı köylüleri bu köklü ailelerin barışmaları adına ellerinden geleni esirgememişlerdi. Aralarındaki can alıp verimi dedikleri kan davası nihayet son bulacak, artık fiziksel olarak hiç kimse davalısın sebebiyetiyle ölmeyecekti. Geçmişlerinde ne yaşadılarsa artık suçu başkaları çekecekti. Berdel kararı, Yazgı köyündeki kara bulutları dağıtmaya yetmişti. Ne yaşanmışsa yaşanmış ölenler olmuş ve geriye kalan hayatların kurtulması adına dört kişinin feda edilmesi en kolay çözüm yöntemi olmuştu.
Demir, kan davası dursun diye karşı taraftaki ailenin kızı Kader ile evlenirken, Demir in kız kardeşi de Kaderin küçük erkek kardeşine eş olacaktı. Aile içindeki bu değişim yüzyıllar öncesinden var olan bir çözüm yöntemi olarak yadırganmadı bile. Değişime maruz kalanların yaşına bakılmaksızın, fikri sorulmaksızın yapılırdı bu değişim. Fiziksel bir engelin, duygusal bir değişimin ya da ruhsal bir problemin varlığı engel teşkil etmiyordu. Verilen karar kendi hayatlarını etkilemediği sürece de kimse sesini çıkartmazdı. Toplum böyle görmüş böyle yaşamış böyle de yapıyordu.
Demir aile, toplum ve coğrafya baskısı ile büyümüştü. Toprağa çalan teni güneş gördüğünde çatlar, kışa vurunca mevsim, kırışırdı. Ortalama boya sahip, saçları yaşına bağlı olan doğal süreçle birlikte seyrelmeye başlamıştı. Çok sert karakterli olması nedeniyle ismini yaşıyordu kendinde. Töre olarak adlandırılan ailesel ve yöresel kurallara sıkı sıkıya bağlı, çalışkan, kendinden öncekilerde ne görmüşse onu yaşayan ve yaşatan, bir öksüz evladı ile hayat arasına sıkışmış bir adamdı. Daha askere gitmeden soy devamlılığı için evlendirilmişti Demir. Askere giderken de karısını tedbir amaçlı hamile bırakmıştı. Genelde askerlik öncesi evliliklerde sıklıkla olan bir güvenlik tedbiriydi bu. Askere gitmeden yada gurbete çıkılmadan kadın hamile bırakılır, karnı belirginleşip hamileliği kesinleşince gidilirdi. Ailede bilmeliydi bu hamileliği. Olurda bundan sonra doğacak olan olursa namus kirlenmiş olurdu. Demir de olay farklı seyreylemiş çocuk doğmuş fakat kadın ölmüştü. Her durumda, yapılan berdel usulü bu evlilik hem Demir, hem çocuk hem de kan davası için tam zamanında olmuştu. Askerlik ve sonrasındaki geçen üç yıl ve birde yaşadığı töre hayatı, yatağında ki kadın eksikliğini iyiden iyiye hissettirmeye başlamış, erkekliği bir organdan ibaret zanneden zihninde bedensel savaş başlamıştı. Demir erkekti ve bir erkek gibi yaşamalıydı. Yazgı köyünün ve diğer çevre köylerin erkekleri gibi. Dünya gördüğünden ibaretti.
Kader kaderin ne olduğunu öğrenemeden kararın ne olduğunu öğrenmişti. Karar kaderden daha üstündü. Daha yaşıtlarının evcilik oynadığı yıllarda kararında evlilik vardı Kader in. Neyi nasıl yapacağını dahi bilmeden kendini bir evlilik hazırlığında buldu. Kader in tek suçu kan davasının olduğu dönemde doğması ve yaşıtlarına göre hatlarının daha belirgin olmasıydı. Bundan sonraki yıllarda da daha erken büyümek zorunda olacaktı. Yaşadığı yerde çocuk olmak erkelerin hakkıydı. Kızlar doğduklarından itibaren bir kaç yıl boyunca çocuk kalabiliyor, bir yada iki yıl kız oluyorlardı ve sonrasında kadınlaşıyorlardı birden bire. Daha vücutlarını tanımadan, neyin ne olduğunu öğrenemeden kadın oluyorlardı. Okul ve eğitim ise gerek duyulmayan teferruatlardı. Bir kadın baba evinde büyür, koca evinde öğrenirdi. Baba evlerinde ev, yaşam ve köy işlerinde çalışmaktan öğrenmeye pek zamanları olmazdı. Koca evinde de aynı işlere ek, birde korkudan öğrenmek zorunda kalırlardı. Erken yaşta ve toplumsal öğrenim gereği hatayı sevabı günahı dahi bilmeden bir örtüye sarılı yaşıyordu bölgenin bütün kadınları. Namus vakalarında her ne kadar da asıl namussuzluğu yapan erkekler olsa da ölen, namusun adı olan kadınlardı. Korumaları gereken onur, gurur, haysiyet ve özgürlükleri olamazdı sadece namus üzeri yaşar ve öldürülürlerdi.
İşte Kader de bu töre kavlince büyümüştü. Hayırlısı ile de gözü açılmadan, gönlü çelinmeden evlendirilme kararı verilmişti hakkında. Diğer ablaları gibi oda bir kararın kurbanı olmuştu. Asıl sorun, kendinden bir yaş küçük erkek kardeşindeydi. O yaşta kendinden oldukça büyük bir kadınla halvet olacaktı zamanı gelince. Belki de koynuna gireceği kadın öğretecekti ona hayatı. Herkesin kendi bacağı vardı ve her koyun kendi bacağından asılırdı. Kader evliliği tanıyor ama bilmiyordu. Ona göre evlilik artık babanın değil kocanın dediklerini yapmaktı. Aynı yatakta yatınca da çocuk gelecekti bir gün. Birde evde anne dediği kişi değişecekti. Kalabalık bir aile olmasa da gittiği yer, küçük bir evdi neticede ve herkes iç içe yaşamak zorundaydı.
Hayırlı işi uzatmamak gerektiğini bildiklerinden, birde Demir in sabırsızlanmasından dolayı hazırlıklar biran önce başlamalı ve bitmeliydi. Kadınsızdı Demir, çocuk bakım isterdi, yaşlı ana babasına hizmet lazımdı. Bir de Kaya vardı Demir in küçük kardeşi. Onca çamaşır bunca bulaşık tarla ev hayvan yetişemiyordu tek başına. Çabucak biteydi her şey rahatlayacaktı tam anlamıyla. Bedeni rahatlayacaktı, zihni rahatlayacaktı. Kendince çok çekmişti.
Gece utandı...
Davullar vuruldu patlatılırcasına, zurnalara hava üflendi yanaklar yırtılırcasına. Bir kan davası bitiyor ve artık fiziksel olarak kimsenin ölmeyişi kutlanıyordu. Bu bedeli dört kişi ödeyecekti. Bunca neşe ise bedel ödemeyenlerin sevinciydi aslında. Halaylar çekilmiş, silahlar sıkılmıştı. Bir düğün için halkın yapması gereken her şey bitmiş millet yavaş yavaş dağılma noktasına gelmişti.
Kaya annesi ve babası ile tek gece misafir olarak kalacakları akraba evine varmışlardı bile. Kendi evlerinde ise değişen hiçbir şey yoktu. Ortada bırakılan kocaman bir leğen ve tas dışında birde namazlık vardı. Kalan diğer eşyalar ise zaten günlük yaşamlarında kullandıklarından ibaretti. Kader evi ikiye bölen perdenin bir kıyısında üzerinde beyaza yakın bir renk tonundaki elbisesi ile sessizce dinliyordu kendine anlatılanları. Görebilseydi eğer kendini, güzel bir bez bebek gibi, oyuncak bir gelin gibi göründüğünün farkına varacaktı. İşi bilen, sözü geçen, Yazgı köyünden üç kadın, Kader e hem evi ve eşyaları tanıtıyor hem de halvet ve sonrasında olacakları anlatıyorlardı. Kader duyuyordu ama sanki az sonra anası çağıracak da evlerine döneceklerdi. Perdenin bu bölümü çocuğun ve onların gece yatacakları yerdi. Diğer kısımda ise evin büyükleri uyurdu. Onlardan önce uyumamalı ve onlardan sonra uyanmamalıydı. Ne olursa olsun çocuk gece uyanıp ev ahalisini uyandırmamalıydı, Kader’in buna dikkat etmesi lazımdı. Perdenin tam kapanmayan, iki bölümü de gören yerde de evin delikanlısı Kaya yatardı. Ocak, Kaya’nın yattığı yerde idi. Evin her tarafı salon, her tarafı oda, aynı zamanda da mutfaktı. Banyo ve tuvalet ihtiyaçları kendilerinin yattığı bölümdeki kapı ile bağlanmış ahırda giderilirdi. Kendi yatacakları yer, gün içinde yatakların istif edildiği yüklüktü. Evin büyükleri kalkmadan kalkan Kayanın yatağı toplanacak, ocak yakılıp kahvaltılık hazırlanacak, büyükler kalkıp kahvaltıya geçince de yatakları istif edilip, kaldırılacak. Kahvaltı bitince de ev süpürülüp oturma minderleri dizilecekti. Sonrası günlük işler ve istekler ile sınırlıydı. Bulaşık çamaşır, hayvan bakımı derken akşam yemeği. Bu rutine uyudukça evin kraliçesi o idi. Edepsizlik edipte sıralama bozulur ya da banyo ihtiyacı için büyüklere sıcak su yetiştirilemezse sıkıntı olurdu. Kader bunlara nasıl yetişeceğini düşünürken bir yandan da kendi insanlığını nasıl unutacağına kafa yoruyordu.
Birazdan olacaklardaydı sıra. Demir gelecekti. Demir onun bundan sonra ölüm onları ayırana kadar yada Kader ölene kadar kocasıydı. Olurda Demir, Kader den önce ölürse, berdel gereği sıradaki kocası Kaya olacaktı. Dolayısı ile Kaya da onun üzerinde söz sahibi idi ama kullanım hakkı Demir’e aitti ta ki Kaya evlenene kadar. Demir odaya girince sesiz ve sakince onu beklemeliydi. Konuşması, oturması, soyunması edep dışıydı. Yüzünü kocası açacaktı. Demir soyunmaya başlarsa oda arkasını dönüp soyunup yatağa uzanacaktı. Çok istekli olmayacaktı, kötü kızlar öyle olurdu. Çok soğuk davranmayacaktı. Sonuçta kocası onun üzerinde hak sahibiydi. O hak neydi söylemediler. Demir in isteklerine boyun eğmeli, rıza göstermeliydi. Korkmayacak, bağırmayacak, ağlamayacaktı. Bedensel ihtiyaçlarını kocası gelmeden halletmesi salığını aldıktan sonra kalan detayları da yüreği çıkarcasına dinledi Kader. Bu gece olacakları daha önce hayal dahi edememiş, kimse de öğretmemişti. Cinsiyetin öğretimi olamazdı. Kimseye sorulamazdı cinsellik, kimsede öğretmezdi ahlak terbiyesizlik olarak gördükleri bu kavramı. Herkes bir şekilde, yanlış veya doğru, öğrenirdi. Toplum için ayıp şeylerdi bunlar, ama hayatın gerçeğiydi. Kader kaderine razıydı. Dışarıdaki sesleri duyunca o kara gözlerine, içinin hüznü düştü. Utandığından sildi hemen gözlerinden düşen bir kaç damla yaşı. Bu gün onun en mutlu günüydü, ağlayamazdı. Hafifçe gelen öksürük sesi artık zamanın geldiğini haber veriyordu içerideki kadınlara. Apar topar çıktılar dışarıya Demir içeri girerken. Demir’in kız kardeşi de mutlak, olarak benzer bir hayata merhaba demişti.
Ay ışığının olmadığı bu zifiri karanlık gecede, titrek mum ışığının utangaç aydınlığı ile ilk kez gördü Demiri Kader. Karşında duran bu kocaman adama bakarken, titriyordu bacakları. Avazı çıktığı kadar bağırıp kaçma isteği ile dolup taşıyordu yüreği. O devasa gövde kapıyı ardında bırakacak kadar kocaman olmasaydı, kaçardı belki de. Yabancı bir erkekle aynı odada ilk kez kalıyor ve hep dedikleri şeytan dürtmüyordu onu. Bir günaha gireceği söylenmişti yıllarca, günah kendisiydi o gece.
Demir karşısında duran yarı belini anca geçen bu varlığa bakıyordu. Ya kendisi çok büyüktü ya bu kadın küçüktü. Yüzünü açtığında, fark etti kar beyazı tenini, ikiye bölünüp beline kadar uzanan kahve rengi saçlarını kokladı önce. O ufak beden titriyordu. Böyle düşünmemişti Demir, ama söz hakkı da pek olmamıştı seçim sırasında. Olması gereken olacaktı. Hep böyle küçük kalamazdı ya, büyürdü elbet. Demir ardını dönüp soyunmaya başlarken, Kader de ona söylenenleri yapıp soyunup uzanmıştı yatağa. Bu nasıl bir şeydi aklı alamıyordu Demir’in. İçilecek suydu ama bir yudumdu. Karası ürken gözlerine baktı önce, sonra bakışları bedenine indi, kar beyazdı ama bir avuçtu. Dokunsa kırılacak kadar nazik, kelebek kadar ürkekti. Baba merhameti ile koca şehveti arasında kalmıştı Demir’in aklı. Eğildi, sona yaklaşan mumu, anason kokan nefesi ile söndürüp uzandı kadınının yanına. Uyumasını bekledi, en azından Kader’in uyumasını diledi. Utandı belki de kendinden. Belki de kaderden utandı. Çırılçıplak uzandığı yerden gözleri tavanda bir şeyler aradı önce. Yenildi Demir içindeki hayvana.
İlk tohum...
Daha Demir uyanmadan güne başlamıştı Kader. Ne yaşadığını bir türlü anlayamıyordu. Ağrılıydı bedeni, kadınlığı acıyordu. Ruhu sızlıyordu sanki. Bedeni hiç değişmeden kız çocuğu olarak uyuduğu gecenin sabahında kadın olarak uyanmanın şaşkınlığı içindeydi. Küçücük bedenine dünyanın yükü yüklenmişti, çökmüştü omuzları ama başı dikti, beyaz çarşaftaki kırmızı lekeye bakarken. Baba ocağının başı öne eğilmemişti onun sayesinde. Uyumamıştı aslında fakat bayıldığının da farkına varamıyordu. Öyle bir bilgiye sahip değildi. Bir gecede yaşlanmıştı Kader. Hiç bilmediği bu evde daha önce hiç tanımadığı bir adamın yanında gözlerini açmış çıplak bedenine fal taşı gibi açılan gözlerle bakıyordu. Dışına çıkmış, kendini seyrediyordu. Bacaklarının arasında kurumuş kan lekesine, gözlerinde ve yanaklarında çizgi halinde belirgince duran gözyaşı izlerine bakıyordu. Saçının dağınıklığına bir avucun yarısı kadar olan göğüslerindeki kızarıklığa bakıyordu. Yanında yatanın korkunçluğuna bakıyordu ne yapacağını kestiremeden. Dünden anlatılanları toparlamaya çalıştı aklında. Ocağı yaktı suyu ısınmaya bırakırken, bir yandan da eline aldığı ipi sopaya bağlamaya çalışıyordu. Ürkek ve korkak ses tonuyla
- bey, bey sabah oldu.
uyandırmaya çalıştı, gözünde büyüttüğü o dev adamı.
Demir yıkanıp paklanmadan önce yine bir benzerini yaşattı Kader’e dün gecenin. Bunun çekilecek bir hayat olmadığı daha başından belliydi ama Kader kaderinin yazgısına boyun eğecek kadar görgülü yetiştirilmişti anasının dizi dibinde. Biliyordu ki beyaz gelinlikle gittiği koca evinden ancak aynı renk bir kefenle döne bilirdi baba evine. Demir giyinmiş elindeki sopaya bağlanmış çarşafla dışarı çıkarken, Kader de yeni evinde alışık olduğu işlerin benzerlerini yapmaya başlamıştı.
Halka gösterilmek için asılan o kanlı çarşaf Demir in erkek olduğunun ispatıydı. Kader’in kadınlığının tesciliydi. Evliliklerinin kendi aralarındaki onaylanmasıydı. Eve ikindiye doğru ilk gelenler Kaya ve yeğeni Biran olmuşlardı. Biran beş yaşlarında Demir’in ilk ve ölen kadınından olan oğluydu. Ailenin ilk ve erkek torunu olması onun bütün isteklerinin kabul olmasını sağlıyordu. Kaya daha delikanlılık çağlarının başındaydı. Ağabeyinin dul kalması ve kan davalarının olması, evliliğini biraz geciktirmişti. Kaya toplumsal bilincin ürettiği, toplumsal cinsiyet kavramları ile büyümüştü. Ona göre kadın, kadın gibi erkekse erkekliğine yaraşır gibi yaşamalıydı. Kadın küpe takar etek giyer, saç uzatır, ev işlerini yapar ve doğururdu. Erkek ise pantolon, giyer sakal bıyık bırakır, söver, sayar, kadının ne yapması gerektiğine karar verir ve evlat sahibi olurdu. Yeğeni Biran’ı da kendisi gibi yetiştirmek adına elinden gelenin fazlasını yapardı aklınca.
Yatsı namazından sonrada evin ihtiyarları gelince, ev daha bir kalabalık olmuştu. Küçülmüştü yaşam alanları. Evin atası eve girmeden kapıdaki çarşafı görmüş daha bir gururla girmişti evine. Elini öpmesine izin vermesi demek gelinini kabullenmesiydi, anlından öperek yüzüne baktı Kader in. Yaş değişken bir şeydi, onun için temel yaşam kuralı, kadının çalışkanlığı, doğurganlığı ve itaatkarlığıydı. Evin annesi ise artık tamamen ununu eleyip köşesine çekilecek, kaynanalık yapacak zamana ulaşmıştı. Ona göre ise yaşadıklarını yaşatma zamanıydı. Hizmet süresi dolmuş, sadece hürmet vakti kalmıştı. Hayat bir şekilde kendi usullerince yaşanıyordu.
Kader kendi halinde evin içinde yaşayan bir canlıydı. Söylenenleri harfi harfine yerine getirmeye çabalasa da yetmediği yetişemediği durumlarda da sövgülere hakaretlere maruz kalıyordu. Karnı belirginleşmeye başlayınca dayak da azaldı. Ne kadar zaman geçerse geçsin Kader Demir’in koynunda hep utandı. Tek göz evlerinde kocasına yetememekten utandı, bazen de kocasının cinsel yaklaşımları sırasında perdenin azizliğine uğrayıp, Kaya ile göz göze gelince utandı. Uyurken açılan bacağından, geceleri tuvalet için yattıkları yerden geçenlerin gördüğü saçlarından, omuzlarından utandı. Kader hep utandı. Önceleri gözünde devleştirdiği adam, geçen zamanla birlikte ufalmaya başlamıştı. Tek derdi erkek adamın erkek evladı olmalıydı. Kader erkek bir avlat doğurmakla yükümlüydü. Alışıyordu duyduklarına, hakaretlere katlanıyordu, elinden geldiğince hizmetinde kusur etmiyordu ama arayan bir kusurunu mutlaka buluyordu. Doğuracağı çocukla beraber büyücekti. Biran’a bir erkek kardeş, Kaya ya bir erkek yeğen ev büyüklerine gururlanacakları bir erkek torundu derdi. Belki istedikleri olursa üzerine fazla gelmezler umudu taşıyordu.
Demir kucağına Ferman’ı aldığında mutluluktan yere göğe sığamıyordu. Erkek evlat sırtını dayayacağın dağdı. Tarlada ırgat, kavgada yoldaştı. Kader kimsenin umurunda değildi. Çocuk yaşata çocuk sahibi olarak devam edecekti hayatına. Bir kaç gün zorlu geçen doğum sürecini atlatması için rahat bıraktılar. Birike bilirdi çamaşır, daha sonrada yıkanırdı bulaşık. İki lokma ile de doyardı karın. Hepsi sabırlı davrandılar, iki gün çabuk geçerdi elbet.
Alışılmış yaşam...
Kader Ferman’ı doğurduğundan beri hiç bir şey değişmedi hayatında. Yine çocuktu içi, yine yetişemiyordu görevlerine. Kaynanasına elinden geldiğince hürmet ede bilmek adına paralıyordu kendini. Evin erkekleri gün içinde evde olmadıklarından, akşam edilecek şikayetlerin hafiflemesi uğrunaydı çabaları. Günler birbirlerine benzeyerek tükeniyordu ömründen ve zaman üzerine basıpda geçiyordu Kader’in. Çocuğuyla birlikte büyüyor, Biran’ı da öz çocuğundan ayrı tutmamaya çalışıyordu. Tarla işlerinde nasır bağlayan elleriyle bağrına basıyordu iki oğlanı. Demir’in hayatında değişen tek şey ise babasını toprağa verdikten sonra evin reisi olmuştu. Yaşadıklarına alışıyorlar ve alıştıklarını yaşamlarının parçası olarak hemen benimsiyorlardı. Kader ne olursa olsun, çocuğunu bir kere bile kucağına alamadı büyüklerinin yanında. Ayıptı. Ferman annesinin gözlerine bakarak susmayı öğrendi önceleri. Sonraları ağlarken, dövülerek susması sağlandı. Demir daha bir sert karaktere bürünüyordu babasından sonra. Kader’e olan bedensel düşkünlüğü de zamanla azalmaya başladı. Hep kadınını suçlardı, kendi bedeninin eksikliğini Kader’in suçu olarak görürdü. Günler geçip giderken ömür takvimlerinden, evde yattıkları bölümü de değişmişlerdi. Tek ve yalnız kalan babaanne torunları ile birlikte diğer tarafa geçerken, evin evlileri, reisin kalacağı bölüme taşınmışlardı. Dört yılı geçkin süredir kendi öz ailesini görememenin hasreti yüreğini burkmaya başlamıştı. Hasreti günden günde artarken, içinin yangının hiç bir zaman sönmeyeceğini de biliyordu. Kendi babası ve annesi gurur yapar gelmezdi. Demir, kadın isteğine asla boyun eğmezdi. İçine gömdü acısını zamanla. Biran Ferman’a iyi bir ağabey olmuştu, öğrendiği ve bildiği kadarıyla kardeşiyle ilgileniyordu. Amcası da onları yanından ayırmıyor, erkek gibi olmaları, yaşamaları hakkında bilgilendiriyordu. Bazen Ferman ile koyun gütmeye, bazen de Biran’a ev ödevleri için yardımcı olmaya çalışıyordu. Hafta sonu her ikisi ile birlikte hayvan otlatmaya ya da tarla işlerine gidiyordu. Günlerini yeğenleri ile dolduruyordu. Kaya, zaman ilerledikçe ergenliğini olgunluğa bırakmış, konuşkanlığını sessizlikle değişmiş iyice içine kapanmıştı. Olur olmaz yerde sinirlenmesinin yanı sıra bazen hiç olmayacak yerde durup dururken ağlamaya başlar ya da deliler gibi gülerdi. Mutlu olamıyor, kendini tanımlayamıyordu. Bedeninin içine hapis olmuştu sanki. Eskisi kadar heyecan duymuyordu artık yengesinin iç çamaşırlarını gizlice kurcalarken. Yeğenleriyle geçirdiği zamanlarda ki eğlence duygusunun bazen şehvete dönüşüyor olması iyiden iyiye sıkıyordu canını. Geçerdi elbet, mevsim geçişleri gibiydi hayat. Ergenlik huyları deyip geçiyordular Kaya’nın bu durumuna evdekiler.
İstenmeyen şahitlik...
Kayanın askerlik zamanı gelmişti. Bütün hane halkı gün sayıyordu Kaya ile birlikte. Demir tek kalacağı ve zorlanacağı günleri düşünerek gün sayıyordu. Kalan işleri, Kaya askere gitmeden bir an evvel halletmenin derdindeydi. Hepsini bitiremese bile en azından yarısını bitirebilirlerdi belki de, tarla sürümlerinin. Yapar yakıştırır ekerdi, arada izne geldiğinde de kardeşiyle üç beş gün daha çalışır, hasat zamanına da Allah kerimdi. Bir kaç hayvan satışı yaparak, Kaya’nın cebine harçlık, ev ihtiyaçları içinde biraz nakit sağlamıştı. Anne, evde bir kişinin eksilmesi ile torunları onun yattığı yere göndereceğinden gideni değil, gideceği günü düşünüyordu. Koca kadın yılların yaşattıklarıyla, olan olmadan üzülmemeyi öğrenmişti. Daha buradaydı, giderken üzülürdü oğluna. Ayaklarına çorap, başına bere örmekle meşguldü. Yediği önünde, yemediği emrindeydi. Belki de kocasına üzüldüğünden çok üzülecekti Kaya’nın gidişine. Biraz da rahat yatmayı özlemişti. Kader olaya duygusal yaklaşmaya çalışsa da içten içe ince bir sevinç duyuyordu. Yıkanacak daha az çamaşır, toparlanacak yatak eksikliği, evde daha rahat dolaşa bileceği gerçeği sevindiriyordu onu. Daha az utanacaktı akşamları kocası ona bağırırken. Biran ve Ferman ise amcalarının yokluğunda sıkılacağa benziyorlardı. Kim oynayacaktı onlarla ve daha önemlisi kim yardım edecekti onlara bunca hayvanın bakımında.
Zor zamanlar geliyordu alışılmış hayatın dışına çıkılınca. Biran daha az kıskanacaktı Fermanı amcasından. Ferman okula, amcası olmadan başlayacaktı. Elinden tutup ormanlık alana gidişlerine hüzünlü gözlerle bakmayacaktı Biran. Ferman erkekliği şimdi kimden öğrenecekti. Kaya sayılı günlerin sinir gerilimini yaşıyordu içinde. Bilmediği bir şehre bilmediği bir şey için gidecek olmanın tedirginliği vardı yüreğinde. Diğer taraftan da gelince evlene bilme ümidi taşıyordu. Küçük evlerinin bitişiğine ufak bir göz daha ekleseler yeterdi. Yeterdi artık erkek bedeninin gereksinimlerini yük etmek. Yeterdi artık yalnızlığın soğukluğunu hissetmek. Kimseyi özlemeyecekti. Kimseyi aramayacaktı. Bıktırmıştı hayat. Hiçbir şeye sahip olamadan, her şeyi yapmak ağrına gidiyordu. Her seferinde kendine, bunu bir daha yapmayacağına dair sözler verip, yeminler edip yine de Ferman’a kıymak, iğreniyordu kendinden. Kendince bir intikam alımıydı ağabeyinden, kan davalı kadının tohumundan. Anlık değişen duygularının esiri olmak sessizleştirmişti Kaya’yı. Biran’ın anlamlandıramadığı yaklaşım buydu. Amcasını kaç defe Ferman’la beraber gördü kim bilir. Sesini çıkaramadığı, kimseye anlatamadığı, içten içe hem kızıp hem de kıskandı bu yakınlaşmayı. Kimse bilmedi, kimse görmedi Ferman’ı ve bu küçük yaşta yaşadıklarını. Herkes Kaya’nın askere gidişinin uğurlamasını yaparken, sadece Kader ağlıyordu içi parçalanırcasına. Ufacık bir toprak birikintisi vardı mezarın üzerinde bir de baş tahtası. “ ruhuna Fatiha ”
Beyaz Frezya ...saksının hıyaneti
Bu sefer başı önde, boynu büküktü. Ferma’nın ardından bir kız çocuğu vermişti Demir’in kollarına. Pencerenin önündeki saksıya takılmasaydı gözleri, çocuğunun adını dahi koyamayacaktı, kulağına ezanı okurken Başka da çocukları olamadı. Yüzüne bile bakmadı babası Çiçek’in. Sanki kız babası olmak utanç vericiydi. Oysa evin neşesi olmuştu, ölen ağabeyinin ardından dünyaya gelmesiyle. Ev diyordu Kader yaşadığı binaya, halbuki ev anlaşılmak için savaşmadığın yerdi. Çiçek savaşmayacaktı anlaşılmak için. Onun yerine savaşacak annesi vardı. Çiçek masumiyetti, neşeydi, saflıktı ve Kader’in tek umuduydu.
Kaya hiç bir zaman gelmedi askerden. Bazı dönüşler için yol değil, yüz lazımdı. Geçmişinden kaçmanın en güzel yolu, geçmişe ait hiç bir yüze bakmamak olarak düşünmüştü Kaya. Kaya’nın yokluğunu hissettirmeyecek iş gücü de büyümüş, babasının tek desteği ve yardımcısı olmuştu Biran. Bildiği gördüğü tüm sırları yüreğine gömerek büyümüştü. Hiç benzemedi giden günler, gelen günlere. Erken yaşlarda şahit oldukları, duygularını tetiklemiş, daha öncesinde deneyimlemediği bu duygular gün geçtikçe vahşi bir hayvanın dürtüleri gibi arzulara yol açmıştı. Köy yerinde ölenler çabuk unutuluyordu. Hayat, yas tutulmasına izin verecek kadar merhametli değildi böyle yerlerde. Öylede oldu zaten, evin annesini defin ettiklerinde. Gelin olarak geldiği bu küçük ev artık Kader’in yuvası olmuş daha bir genişlemişti. Demir’e yapılan baskılar sonuç vermiş, Çiçek’in okula gitmesine razı olmuştu. Nasıl mutlu oluyordu okula giderken. Güzel kızdı. Esmer tenine gece karası saçlarının uzunluğu yakışıyordu. Yeşile çalan gözleri ışıl ışıl, hayata umutla bakıyordu. Gülünce dudaklarının kenarından bahar kokuları saçılıyordu hayata. Annesi üzerine titriyor, hiç bir işte ezdirmiyordu kızını. Yeter ki kendisi gibi olmasın, kaderi anasının kaderine benzemesin. Zamanla babasının yüreğine dokunmayı da başarmış, ufacık elleriyle yumuşatmıştı o demir yürekli adamı. O kasvetli halden eser kalmamıştı evlerinde. Adı gibi her yerde çiçek açtırmıştı.
Bazı geceler Biran ’ın yanına gelmesinden korksa da ağabeyiydi sonuçta. Biran ne görmüşse, ne öğrenmişse öyle biliyor ve öyle yaşıyordu hayatı. Daha ileriye gitmeyeceğini söylerdi, ama Çiçek daha ilerisinin ne olduğunu bilmiyordu. Cinsel yaşamın öğrenimi ve bilinçli eğitimi verilemediğinden, çoğu ailede yaşanan ensest olayı, dışa vurulamayan bir sırdı. Utançtı. Kimse yaşananların dışa vurulmasını istemezdi. Tacize uğrayan utanır, taciz edense normal sanırdı yaşadıklarını, bu baskıcı hayatın şartlarında. İlerisi neydi, ne kadar ilerisi vardı. Ağabeyinin elleri bacaklarının arasında dolaşırken, ve kaba etine ardından bir baskı hissederken, sadece utanıyordu, susuyordu, bitmesini bekliyordu. Ne yaşadığının en ufak bir farkındalığı olmadan sabah uyanıyordu. Biran, bir zamanlar kızdığı, utandığı, sakladığı şeye dönüşüyordu. Acaba diğer kızlarda aynını yaşıyorlar mıydı, normal miydi bu. Nasıl sorulacak, nereden öğrenilecekti. Ne kadar sürecekti bu. Kardeş kardeşe yatıyorlardı, uyandırıp kaldırmanın ne gereği vardı. Ailenin maraz doğuran merhameti, şeytanın işine geliyordu.
Bir umutla, kendi toprağında olanca masumiyeti ve saflığıyla umuda doğru filizlenmeye çaba gösteriyordu Çiçek. Daha kara değmemiş beyaz ruhunda, kirlenmeye başlayan kaderinin bedensel çilesi yeni başlıyordu. Çiçekleri dalında sevmeyi öğrenemiyorduk. Cinselliği ruhun meyvesi olarak değil de bedenin arzusu olarak gören bir toplumdan bu beklenemezdi. Koparılmalı ve soldurulmalıydı tüm çiçekler. Biran bastırılmış içsel duyguların bedensel patlamasını yaşıyordu. Çevre ve aile, bu şartların olgunlaşmasında önemli ölçüde rol oynuyordu. Biçimlendirilmemiş zihinlerin bedensel işlev arayışı kaos olarak ruhu ele geçiriyordu zamanla. Fazla güven, şüpheye tabiydi ve ev denilen dört duvar arası binalar şüphe kaldıramazdı. Çiçek daha toprağını tanıyamadan saksısının ihanetine uğramıştı. Yine de mutlu olmayı beceriyordu kendince. Okula giderken, öğrenirken, buğu camlara resim yaparken mutluydu. Mutlu olmak için ödediği bedel, hayatta kalmak için ödediği bedelden daha az yoruyordu umutlarını.
Jasminum...etkileri
Olacak iş değildi zaten bir başına, köyde. Satıp savmış, çocukların okulunu bahane ederek, taşınmışlardı şehre. Nasıl rahat etmişti Çiçek, kendisine ait bir odası olunca. Kapısını geçe kilitler sabah açar olmuştu. Bazen erkenden uyku numarası yaparak kaçardı odasına, bazen ağabeyinin uyumasını bekleyecek kadar inat eder uyumazdı. Güzelliği arttıkça, ne yaşadığının da farkına varmıştı. Öylesine zarif, ölesiye güzeldi. Çocuğu aile yetiştirir, zaman büyütür ve sokak öğretirdi. Öğrenmişti cinselliğin ne olduğunu. Ağabeyinin kendisine ne yaptığının farkındaydı, anlatamazdı. Hatları iyice belirginleşmiş, evin içinde hüzünlü ve ürkek bakışları, kapının eşiğini geçince hayat dolar olmuştu. Evden nefret ediyordu.
Annesi temizliğe gider, babası ufak mahalle bakkalını işletir, Biran fabrikada çalışır, kendisi de okul ve ev arasında iki farklı hayat sürerdi. Bazen evde tek kalırlardı, korkardı ama susmazdı. Neden niye diye sorardı, cevap alamasa bile yüzünü kızartır, utandırırdı ağabeyini. Büyüyeceklerdi ve nasıl bakacaklardı birbirlerinin yüzüne. Ya o hiç gitmeyeceğini söylediği ileriye gitmiş olsaydı ne olacaktı. Daha ne olması gerektiğini sorar, ne kadar devem edeceğini, pişmanlığın neyi düzelteceğini, yüzüne baktıkça midesinin bulandığını haykırırdı yüzüne. Sorun mutsuz bir evliliğin çocukları olmaktı. Sevgi bilmeyenlerden sevgi beklemekti. Herkes gördüğünü yaşıyordu. Bir daha yüz yüze gelemediler. Kimsede sorgulamadı.
Köy yerinde olsalar evlilik yaşı gelmiş olacaktı Çiçek’in. Oysa şehirde olay farklıydı. Çocuklar değil kızlar evleniyordu, koca koca kızlar. Büyümüş erkekler evleniyordu. Kader her ne kadar kızının üstüne titrese de yetiştiği toprağın mayasına uygun bulmuyordu bu yaştaki kızın evlenmemesini. Yüz hatları oturmaya başlamış, kadınımsı bir çekiciliğe kavuşmuştu çiçek. Asil, zarif, gözlerinin yeşili hayata renk katıyordu. Kendine göre o da aşkı tanımlamaya çalışıyordu iç dünyasında. Vardı okuldan hoşlandığı biri ve hayal dünyasında evcilik oynuyordu kendince. Dışı büyüse de içindeki çocuğu hep ufak tutmayı başarmıştı. Annesi gibi evlenmeyecekti. Görücülüğe gelen herkesi tersleyerek göndermişti. Evin asisiydi artık Çiçek. İlk defa eline yabancı bir erkeğin eli değiyordu. Seviyordu galiba ve aşkı tanımaya başlıyordu kendince. Heyecandan karnında kelebeklerin uçtuğuna yemin ede bilirdi. Okul aşkıydı yaşadığı. Evcilik oyunu gerçek olacak mıydı, bilmiyordu ama ne yaşıyorsa isteyerek yaşıyordu. Erken yaşta maruz kaldığı tacizler neticesi bazı duyguları erken olgunlaşmıştı. Bir erkeğin bedenini arzulaması, bastırılacak bir duygu olmaktan çıkmış, savaştığı iç dünyasını tarumar ediyordu. Hiç tercih yapamamıştı bu yaşına kadar. Annesinin dedikleri ve babasının emirleri arasında kalarak büyümüştü. Oysa ki yaşayarak, deneme yanılma yöntemiyle öğrenmek isterdi hayatı. Yaşanacak olan eğer bir hataysa ve bunda bir bedel ödenecekse, kendi yapacağı hatanın sonucu olarak razıydı her şeye. Bir başkasının dayatması ile oluşan hatanın kısa zamanda olmasa da ilerleyen zamanda bedeli ağır oluyordu. Ancak kısa vadeli mutlulukların uzun vadeli acılar doğuracağını yaşayarak öğrenecekti Çiçek.
Gonca...dalına kırgın
Edebi ve ahlakı ilke edinilmenmiş yaşamlarda, kadınlar denizdeki balık gibiydi, erkeklerin de balık avcısı olduğunu bilmeden yüzüyordu Çiçek. Kadınlar sessiz, erkeklerse hep haklıydı. Güzel olmak, çekici olmak hele ki kadın olmak hayatın zorluklarını mislince çekmekti. İlk defa hata yapıyordu, son olmayacaktı. Güvendiğini sandığı, sevdiğine emin olduğu erkeğin kollarında gök yüzündeki bulutlardan hayal dünyasında şekiller oluşturuyordu. Daha toparlanırken biten bu aşkın iki taraf içinde farklı hikâyeleri oluşacaktı. Erkek hedefine ulaşmış, kadın duygularını baskılamıştı. Biranda başlayan yine biranda bitmişti. Sebebini soramadı bile Çiçek. O kadar masum ve temiz seviyordu ki, bedenini gözleri kapalı bir şekilde teslim edecek kadar masumdu sevgisi. Sevgi öylesine günahsız bir duyguydu işte, haklıyken bile özür diletiyordu yüreğine. O gün orada işlenen günahın cezasının başkalarından çıkacağını bilmeden yolları ayrıldı. Erkek, ağına bir kız düşürmenin gururuyla anlatacaktı arkadaşlarına bu fethi. Çiçek dalından kopmuştu bir kere. Namus kavramının ambalajı değişmiş, içeriği aynı kalmıştı. Kısa zamanda okulda yayılan adıyla birlikte, kuyruk sallamasaydı lafı yan yana geçiyor olacaktı. Çok ağladı, ağladıkça rahatlıyordu ruhu. Gözyaşının ruhu temizlediğini daha yeni deneyimliyordu. Tek suçunun güzelliği ve dişiliği olduğunu, kendisi gibi birçok çiçeğin daha açmadan dalından koparıldığını öğretiyordu hayat. Toplumsal cinsiyetin neden kadına etek, erkeğe pantolon giydirdiğini daha yeni öğreniyordu. Kadının saç uzatması gerekliliği, erkeğin kısa saçlı ve takı kullanmayan birey olduğunu, bunun toplumsal cinsiyetçiliğin tabusu olduğunu gösteriyordu yaşam. Bekleyince geçmeyeceğini, geçenin zaman olduğunu, bedenin cinselliğe, ruhunsa aşka ait olduğunu daha yeni fark ediyordu.
Epeyce bir zaman okuluna gidemedi. Bazen hastalıktı bahanesi, bazen okulun olmadığı yalanıydı. Dünyadan bir haber ailesine ilk kez yalan söylemenin burukluğunu yaşadı uyuyamadığı gecelerde. Ne de olsa, o da ilk defa yalana maruz kalmış, kandırılmıştı bedeni uğruna. Tıpkı kokusu ve güzelliği için ve geçici bir hevesle, solacağını bile bile kopardığımız sessiz çiçekler gibi. Ne Biran umurundaydı ne dünya ne de ailesi, sevdiğini zannettiği erkeğin, bedensel arzularına boyun eğerek kandırılması dokunuyordu. Şans mı denmeliydi bahtsızlık mı bilinmez ama o gün polis gelip Biran’ı evden almasaydı, kendi içinde musalla taşına yatırmıştı aklını.
Berfin...ölüm inadı
Demir anlamıyordu yaşananları lakin oğluyla gurur duyuyordu. Kız kardeşinin adı çıkacak da duracak mıydı. O da yapardı aynını eğer önce duysaydı. Helaldi yediği içtiği. Konu, önce sınıfa sonra okula ve en son mahalleye ulaşmış, Çiçek’in üzerine atılan iftiranın bedelini de Biran’ın bıçakla öldürdüğü genç ödemişti. Artık bu mahallede durulamazdı. Hem mahallede husumetlileri olmuş, hem de torba olmayan milletin ağzı büzülemez hale gelmişti. Kendilerine kocaman gelen o aileden kala kala üç kişi kalmışlardı yeni evlerinde. Başka bir mahallenin yeni bir yaşamına başlamışlardı.
Kader sessizdi en az Çiçek kadar. Çiçek in sessizliği, yaşananların gerçek olduğunun duyulması korkusundandı. Oysa ailesi, ona inanmayı tercih etmişti her şeyden habersiz. Zerrece acımıyordu ölene de öldürenede. Belki de Biran, yaptıklarının cezasını başka yollardan çekiyordu. Sevinmişti içten içe. Kader duyduklarını oğluna anlatmasaydı belkide bunlar hiç yaşanmayacaktı. Kızını korumak adına üvey oğlunu cinayete azmettirmenin suskunluğu içindeydi. Kızına toz bile kondurmamak adına yeminler etmişti ve artık yemini yerine getirmesinin zamanı gelmişti. Bu vicdan azabıyla her görüş gününde elinden gelenin fazlasını götürüyordu Biran a. Hele bilseydi ki, ilk günahın Biran’a ait olduğunu, bir bilseydi Kaya’nın ettiklerini, kim bilir neler yapardı, bu gün özleyerek ve gururla andığı kişilere. Hastanenden yorgun çıkıyordu Biran. Bedeni hiç olmadığı kadar dinç ama ruhu ölmüştü. Severek bile isteye işlediği cinayetin ardından, yattığı koğuşta kafasını duvara vura vura unutmak istemişti yıllarca yaptıklarını ve yapmaya çalıştıklarını. Kendisinden intikam alırcasına, sanki o bıçağı kendine saplıyordu her defasında. Oysa ne kadar istemişti yerde yatanın kendisi olmasını. Çiçek hakkında söylenenlerin aslında gerçek olduğunu, kızın odasının kapısını dinlerken, telefon konuşmalarını duymasıyla öğrenmişti. O an yıkılmıştı aslında. Kıskanıyordu, seviyordu ve bunun ne kadar yanlış olduğunu biliyordu. Tek bir kıvılcım yetecekti yanmasına, oda analığından gelince biran bile düşünmedi gereğini yaparken. Nefret ediyordu kendinden, Çiçek ten, Çiçek in kendisine vermediğini ondan alandan, amcasından, analığından nefret ediyordu. Kesti umudunu. Kafasında tek bir söz yankılanıyordu. Büyüyecektik ve birbirimizin yüzüne nasıl bakacaktık. Ayna da kendi yüzüne dahi bakamadan tıraş olduğu jileti bileklerine sürterken anlıyordu ölümü. İnsan bileklerini kesince değil, umudunu kesince ölüyordu.
Demir yılların yüküne artık dayanamaz olmuştu. Sanki ölenleri gömmek için yaşamıştı bunca yıl. Tutuk evinden aldığı tabutu mezarlığa götürürken soyunun kuruyacağı düşüncesi aklını kemiriyordu. Haberi ilk aldıklarında nasıl bir tepki vermesi gerektiğini bilmiyordu Çiçek. İçinden bağırmak gelse de gözlerinden kahkaha fışkırıyordu, ruhu deli gibi ağlamaklıyken. Derin bir nefes aldı ve kendini ilk defa bu kadar özgür hissetti. Bitmişti artık korkusu, ruhsal yorgunluğu biranda geçmişti. Tek bir isteği vardı aslında hayattan, sevmek ve karşılığında sevdiği kadar sevilmek. Sevecekti yeniden, yeniden aşkı arayacaktı. Aradığını bulmaktansa, bulduğunun kıymetini asla bilmeyecekti. İnadına, üzerine çığ bile düşse, ölümüne, o güneşi dünya gözüyle görecekti.
Nelumbo...toprak yaşatmaz
Adına aşk denemezdi belki ama bir kaç deneyimi daha oldu içine sinmeyen. Aldatıldığı da oldu, sadık kalanlarıda. Her birini affetti, o kadar cesurdu. Hiç birine bir daha güvenmedi, o kadar akıllıydı. Ne kadar sevdin beni diye sorardı, tatmin edici cevaplar alamazdı. Arıyordu ve bulunca anlayacaktı. Herkes tükeniyordu yaşarken, kimi doğru insanı ararken, kimi yanlış birilerine katlanırken. Tükenmeden bulacak kadar yaşamayı istiyordu Tanrısından. Acemi sevdaların acısını ustaca unutuyordu. Hep bedenini istediler Çiçek’ten, kimse dalında sevecek kadar yürekli değildi. Gözlerinin yeşilini gören, ruhunun derinliğini göremedi. Saçlarının karasına bakan gönlünün yarasına bakamadı. Gülüşünün güzelliğinden bahseden gülüşünün sebebi olamadı. Teninin yumuşaklığını bilenenler yüreğinin merhametini bilemedi. Güzel acıları oldu umutla üstünü örttüğü. Yaşamayı o kadar severken, canını teslim etmek için yalvardığı gecelerini bile unuttu. Çiçek için sevginin ispatı değil, inancı olurdu. O sevene değil sevgiye inanıyordu.
Okulun son yılıydı ve başarılı bir öğrenciydi Çiçek. Yıl uzatmamak, hayata biran önce başlamak adına derslerine çok çalışmıştı. İlla ki zamanında bitmeliydi. Gerçi okul bitince de baba baskısıyla evlenecekti. Yeterdi bunca büyüdüğü, gelinlik çağına çoktan girmişti. Annesi, ondan küçükken evlenmişti, vakti gelmişti. Olurda bir yüksek öğrenime giremezse evlenecekti çaresiz. Olurda okulu zamanında bitiremeseydi, tayin zamanı gelen öğretmeniyle yolları istemeden ayrılacaktı. Neden hep topluma aykırı sevdaları oluyordu. Geceleri saklı gizli sigara içerken düşünüyordu bunu. Yani statü ve yaş farkı topluma aykırı mıydı? Babası da söylemişti, annesi ile evlenirken yaşının küçük olduğunu. İnandıkları dinde de vardı bu konu. Peygamberi evlenmemişiydi kendinden küçük biriyle. Tabi ölü senin değilse, helvası tatlı gelir. Başkasının yükü, taşımayana hafifti elbet. Yani öğrenci olması mıydı, bu aşkı sınırlandıran ya da öğretmen olması mıydı aşık olduğunun, bu aşkı olmaz kılan. Hem o olmasaydı okulu da bırakırdı, belki yaşamayı da. Yeniden yeşertmişti sevda çiçeğini. Aşkı nereye giderse, o da orada okuluna devam edecekti. Tek şartı lisenin zamanında bitmesiydi. Böyle anlaşmışlardı okul sonlarında ders çalışırlarken. Önce güvenmesini öğretmişti zaman ve Çiçek iyi bir öğrenciydi. Güvenmişti. Sonra inanmış ve nihayetinde sevginin varlığını görmüştü kendince. Etekleri havada uçuşuyordu okula giderken. Sevdiğine gittiğini bir kendi biliyordu. Geri kalanlarsa okulu çok sevdiğini. Zamanı gelince başka bir şehirde ve başka bir şekilde aşklarını özgürce yaşayacaklardı. Bir insan bir insanı ne kadar severdi bilmiyordu, bilse ondan da fazla severdi. Yasaklıyken bu kadar seviyorken, kim bilir özgürlüğünde ne kadar severdi.
Demir alacağı paranın sıcaklığını şimdiden cebinde hissediyordu. Gerçi köyde olsalardı başlık parası bunun iki katı olurdu ama olsun burada bu kadar para servete yakın sayılırdı. Hem hemşerilerinin oğlu da işinde gücünde çalışkan biriydi. Çiçek’e iyi bir koca olacaktı. Alınan, verilen vesikalık fotoğraflarla ilk kes göreceklerdi birbirlerini. Babası kızı adına onun hakkında en iyi olanının kararını vermişti. Kızının varlıklı bir aileye gelin olma olasılığı, Kader’in içini rahatlatmıştı. Zorluk, sıkıntı, yokluk çekmeyecekti. Kızının gözü kalmayacaktı hiç bir şeyde. Dayalı, döşeli evlerinde bir eli yağda, bir eli balda geçinir giderlerdi. El ve fikir birliğiyle su çiçeğini toprakta yetiştirme konusunda inat edeceklerdi.
Manolya...ikinci şans olmaz
Maddi çıkarların hisleri öldürdüğü bir gecenin sabahında bildikleri bütün sözcükleri unutmuşlardı. Hiç bir cümle açılan yaraların kapanmasına yardım edemezdi. Sustular, herkes verdiği kararın doğruluğundan emindi. Elinde yırtık bir resimle boynunu eğmiş susuyordu Çiçek. Bedeninde uğradığı şiddetin izi yoktu. Kimsede ruhunda ki izler göremezdi. Çok sözler duydu, konuşarak dövdüler Çiçeği. Her söz tokattı ruhuna. Duyguların bir önemi yoktu, zira isteklerini hiç duymadılar bile. Gözyaşlarını görmediler. Okul önemli değildi, yeterdi okuduğu. Koca evinde okul ne gerekti. Kadınlık ve doğurmak için diploma gerekmiyordu. Demir ilerlemiş yaşının ve baba oluşunun haklılığı ile susuyordu. Büyük olmak ona göre haklı olmaktı. Baba sözü çiğnenemezdi. Kızına el kaldırmamış olmakla övünürken, dilindeki şiddeti hiç fark edememişti. Edebiyle büyümüş, namusuyla evlenecekti, çok şeymi istiyordu kızından. Kararı vermişti. Bu nankörlük nedendi, yedirmeyi içirmeyi büyütmek sanan bir fikirden ibaretti düşünceleri. Kader susuyordu, kocasının lafının üstüne söz edemezdi elbet destekleyecekti. Suskunluğu kızına olan düşkünlüğündendi. Az da olsa sevinmişti, kızının bu evliliği onaylayacağını sanarak. Oysa şimdi işin rengi değişmişti. Kızı kabul etmemişti verilen kararı ve kızının bekaretinin çok önceden kaybının farkındaydı. Kızını korumak için susuyordu, olacakların sonunu bildiğinden susuyordu ve biliyordu ki bir kere koparılırsa bir daha çiçek gibi kokmayacaktı kızı.
Her şey Demir’in istediği gibi olmuştu. Kahveler içilmiş, kız istenmiş, gururla kızını satmıştı. Eli cebindeki şişkinliğe her dokunduğunda verdiği kararın ne kadar doğru olduğunu hissediyordu. Kızının ve müstakbel damadının parmaklarındaki nişan yüzüklerine baktıkça bir babanın son görevini yerine getirmiş olmanın zevkini yaşıyordu, eli cebinde. Yüzünde ki gülümseme düğün tarihinde alacağı kalan başlık parsı ile iyiden iyi artacaktı. Onca yıl bakıp büyütmüştü ve ilk kez kızının hayrını görüyordu. Düğün tarihini nişanın bir ay sonrasına bıraktılar. Hem hazırlıklara zaman hem de gençlerin birbirlerine ısınacak süre lazımdı. Kızının bu boya bu yaşa gelmiş olmasının sahte sevinci vardı Kader’in yüzünde. Görünürde gülüyordu. Gülüyordu kızının sabah evden çıkarken alacağı bavulu hazırlarken. Mutluydu çünkü başlık parası olarak aldıkları miktar kızının yeni bir hayata başlarken merdivenin ilk basamakları olacaktı. Eksiksiz bir nişan hazırlığı yapmıştı. Adet ve töre gereği kızına yeni kıyafetler aldırmış elinden geldiğince takı takılmasını sağlamıştı. Hele bu gece bir sonlansın nasıl rahatlayacaktı. Kızını evden gitmesi için ikna etmek için ne kadar uğraşmıştı bir Allah bir de kendi biliyordu. İçi buruktu aslında. Kızını allı pullu gelin etmeyi en çok o isterdi. Fakat kızının yaşadıklarının açığa çıkacak olması Çiçek’in sonu olurdu. Başlamadan bitmesi en iyisiydi. Planını kendi kafasında eksiksiz kurgulamıştı. Canı çıkacağına adı asiye, kaçkına çıksındı.
Elinde kahve tepsisi ile içeri girdiğinde sanki yüreği kuş olup göğüs kafesinden çıkıp gidecek gibiydi. Aslında talibi yakışıklıydı, belki de ona en iyi imkanlarla o bakacaktı. Sevgi olmadan yaşanır mıydı. Göz pınarları kuruyana ya da annesinin onun haline acımasına kadar ağladı. Ölecekse de severken ölmeliydi. Sevdiği için sevdası için ölümü bile göze almıştı. Çiçek öğretmen aşkının geleceği şehre önceden gidip, aşkının tuttuğu eve yerleşecekti. Zaman gelince hiç bir şey olmamış gibi yanına gelecekti sevdiği adam. Her şeyini uğruna feda edecek kadar sevdiğini sevildiğini, sandığı gecenin sabahında elinde, anasının hazırladığı bavul son bir kez aile evi olarak bildiği yere, içi hüzün dolu bakıp devam etti yoluna. Babasının aldığı başlık parası çantasında, on sekiz yaşına yeni girmiş bir yetişkin edasıyla bindiği otobüs, onu mutluluğa doğru götürüyordu.
Olan olmuş, rezillik diz boyuydu. Kader uzun zaman sonra kocasından yeniden dayak yemişti. Ana olup kızına sahip çıkamamıştı. Olsun, kızı mutlu olsun o her zorluğa katlanırdı. Günü gelince kızı onu bulacaktı. Alınan başlık artık ödenecek bir borç olarak kalmıştı Demir’in boynuna. Kızı kaçmış bir babaydı. Yüzü kızarmış, başı öne eğilmişti. Tek sözle kurtulmuştu.
- benim onun gibi bir kızım yok artık..
Bazen bir çiçeği ikinci kez koklayamazsın. Ömrü bir kokumluktur o da el değmeden.
Kalanşo...soğukta ölür
Hep arzuladığı adamın elleri dolaşıyordu artık saçında. Zor günlerin sancılı bir doğumuydu yüzündeki gülümseme. Bu kadarcık gülümseme için çok acılar çekmişti Çiçek. Öğretmen aşkı ile mutlu bir yaşamın ilk günlerindeydi. Herkese, her fikre, her tabuya karşı gelerek kurmuşlardı yuvalarını. Okulunu bitirememişti fakat öğretmen aşkı ona severek öğretecekti. Yaşayarak öğrenecek, öğrendikçe daha sevgi dolu bir kalple sevecekti erkeğini. Az eşyalı çok neşeli bir evleri vardı. Yetiyordu ikisine de. Gözleri birbirlerini gülerken görmek istiyordu. Yürekleri karşısındakini mutlu etmek adına atıyordu. Mutlu olmak değildi amaçları, mutlu etmekti. Bir lokmayı ağız tadıyla yutmanın, bir ziyafeti yüreği buruk olarak yemekten ne kadar güzel olduğunu öğreniyorlardı. Bir kaşıkla iki karın doyuyordu. Doymak değil doyurmaktı arzuları. Çiçek seve isteye sabahları eşinden önce kalkar hazırlıklarını yaparken, sevdiği adam odadan çıkmadan eşine iş bırakmazdı. İkisi de birbirlerinin hayatını kolaylaştırmak adına ellerinden, yüreklerinden, dillerinden ne geliyorsa esirgemiyorlardı.
Gece kalkıp bakarken sevdiği adamın yüzüne, bir rüya olup olmadığını sorgulardı bu hayatın. Mutlu olduğuna inanmıyor, mutlu olduğunu biliyordu. Sevdiğinden fazla seviliyor olmak tarif edilemez bir duygu yarışıydı. Oysa az olsa da yeterdi Çiçek’e o sevgi. O kadar azlık içinde yaşamıştı ki, azla yetinmeyi öğrenmişti. Babasından hissetmediği merhameti sevdiğinde buluyordu. Annesinden göremediği anaçlığı sevdiğine gösteriyordu. Birbirlerinin her şeyleri olmayı başardılar zaman ilerledikçe. En sağlam arkadaşları kendileriydi, dosttular , düşmandılar, ana oldular birbirlerine, baba sevgisini yine kendilerinde buldular. Kendilerine çocuk, abla, ağabey, kendilerine kendileri oldular. Aşk oldular, aşık oldular, sevda oldular seven oldular. Yarımları, tamlanmış, tamamlanmışlardı. Çiçek kocasına yetişememekten korkardı. Korkardı alıştığı bu ilginin bir gün yok olmasından. Mutlu edememekten korkardı. Korkardı bu ağacın bir meyvesinin olmamasından. Haberi yoktu oysa kocasının onu kadın olduğu için değil, kadını olduğu için sevdiğinin. Gülüşüne sebep olmanın mutluluğu yetiyordu kocasına. Bilmiyordu ki kocası onu ruhuyla seviyordu. İki dudağının arasında yaşadığını bilmiyordu. Bilmiyordu ki kocası onu meyve veren bir ağaç olarak değil, hayatının ilk bahar çiçeği olarak seviyordu.
En büyük ayrılıkları mesai saatlerinde oluyordu. Kucaklaşmalarla biten tartışmaları da oldu. Ayrı ayrı köşelerde kendilerine zaman ayırdıkları da oldu. Hayatlarının içinde karşısındakine yaşam alanı bırakacak kadar fedakarca sevdiler. Bu hayatta birbirlerinden başka kimseleri yoktu. Biri diğerini büyütürken, o da ona çocuk kalmayı öğretiyordu. Çiçek toprağını bulmuştu, topraksa bahar kokusuna doymuştu. Geçmişleri geçmişti. Hiç bir şeyi sorgulamadılar, bilmediklerini yadırgamadılar. İki ayrı bedende bir birleri için atan kalpleri vardı. Sanki bir ruhun iki yar yarısıydılar bu dünyada. Günün, haftanın, ayların yorgunluklarını bir birlerinin teninde dinlenerek attılar. Yağmurlarda korunakları, sıcaklarda birbirlerinin gölgeleriydiler.
Toprak sevdiğini muhtaç etmemek adına çalışır didinirken, Çiçek sevdiğini mahcup etmemek adına olanla yetinmesini bilirdi. Ne kadar zamanları kaldıklarını bilmiyorlardı. Kalan zamanın tadını çıkarıyorlardı. Kalp atışları saniyeleri, göz kırpışları dakikaları olmuştu ikisininde. Gökyüzüne dokunur gibi mutluydular.
Papatya...koparılmadan kokmaz
Polis olay yerini çevrelediğinde güneş gökyüzünü hüzünlü bir kızıla boyamıştı. Bir kız, papatya tarlası içinde tecavüze uğramış, kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce öldürülmüştü onlara göre. Mis gibi kokan bedeni hırpalanmış, gözlerinde acı bakış kalmıştı. Cansız bedeni kimlik tespitinin ardından savcının onayı ile morga taşınmıştı. Düzenledikleri ölüm tutanağında adı, soyadı, adresi, eşkâli yazıyordu. Her şeyini yazmışlardı rapora. Kocasına haber vermek üzere bir memur yola çıkarken, rapordaki son cümleye takılmıştı gözleri. Üç aylık hamile...
Hastane morgunda karısının cansız bedenini teşhise gelen Toprak’ın aklı başında son haliydi. Bundan sonrasında dört metre karelik akıl ve sinir hastalıkları odasında, bütün duvarlara çiçek resmi çizerek geçirecekti ömrünü. Toprağı çorak kalmıştı. O gün ikisi de ölmüştü, ama birini gömmüşlerdi. Çiçeği ile birlikte filizide koparılmıştı hayatından. Hangi cinsiyete sahip olursa olsun adı Su olacaktı, doğacak çocuklarının. Gözünden düşen damlayı eliyle duvara çizdiği çiçek resmine can suyu olarak vermeye çalıştı. Yeter ki yeşersin, onu gözyaşlarıyla sulardı.
Bir kaç gün sonrasında elinde buruşturduğu gazete sayfasını sıkı sıkı tutarken ilk defa sesli sesli gülüyordu Kader. Gözleri sansür bandıyla kapatılmış olsa da kızını tanıyacak kadar anaydı. Çat pat okuya bildiği harfleri yan yana getire bildiğinde anlamıştı kızının artık hayatta olmadığını. Dalları budanmış gibi hissetti kendini. Artık tutunacağı bir dalı kalmamıştı hayatında. Suçu kendinde aradı. Kızını ölüme, elleriyle hazırladığı bavulla uğurlamıştı. Kızının o süre içinde ki mutluluğuna şahit olsaydı, bir ömrü o anlara sığdırdığını görecekti. Aceleyle sevmesi ecelle olan randevusuna geç kalmak istemeyişinden di belki.
Demir karmaşık duygular içindeydi. Kendi etmiş kendi bulmuştu. Baba sözünü dinleseydi eğer, mutlu olamazdı belki ama hayatta olurdu. Bu kadar borcun altına sokmazdı babasını, hayırlı evlat olsaydı. Kabullenemedi kızının kaçmasını. Kabullenemedi o soğuk bedenin kızına ait oluşunu. Bir gövdeyi daha toprak altına koyma sorumluluğundan kaçıyordu, kızının cesedini almayarak. Ne umutlarla çıktığı bu yaşam yolculuğunda bir kaç ay sonrasında tek kalacağını bilmiyordu. Karısının vefatından sonra, her şey başladığı yere dönecekti. Ölümden kurtulmak için evlenmişti. Tek kurtulan bir kendisi olmuştu.
Nasıl ürkek bakmıştı öyle, yalvarırcasına. Umursamadı. Sanki bir şeyler söyleyecekti ağzını öyle sıkı kapatmasaydı. Önemsemedi. Bağıracaktı besbelli . Bundan öncekilerde yaşamıştı bu tecrübeyi. Kuş gibi hafifti bedeni, taşıyıp sürüklerken yorulmamıştı bu defa. Soyarken o baygın bedeni içinin şeytani şehvet duyguları tavan yapmıştı. Kaç kez o masum bedenin üzerinde içindeki hayvanı dizginledi hatırlamıyordu. Bildiği tek şey uzun zamandır bu kadar haz duymadığıydı. Keşke ölmeseydi hemen. Üzüntüsü, aynı zevki bir daha yaşayamayacak olmasındandı. Bir noktadan sonra kadın erkek fark etmiyordu onun için. Önemli olan o duygunun tatmin olmasıydı. Yaktığı sigaradan derin derin bir nefes alıp son kurbanın yeşil gözlerinin hayalinde bir sonraki kurbanın peşine takılmıştı. Sıkılmadan aylarca takip eder ve en savunmasız anında, duygularının artık dizginlenemeyeceği zamanda yapardı yapacağını. Yine bir yaşamı sonlandırmak adına attığı adımlarla gecenin içinde kaybolup gitti. Kimi öldürdüğünü bilmeden.
Çok şey söyleyecekti Çiçek, o eller ağzını sıkı sıkıya kapatmasaydı eğer. Gözleri fal taşı gibi açık kalmayacaktı ellerin sahibini tanımasaydı. Bir kaç kelime söyleye bilseydi, iki kelime çıkabilseydi ağzından, sürüklenerek götürüldüğü kuytuluktan çıkabilecekti. Yüreği nasıl çırpınıyordu. Korkusu Toprak eve geldiğinde kendisini görmeyecek olmasındandı. Güne gözlerinde başlayan sevdiği, günü dudaklarında bitirirdi sevdiğinin. Şimdi onsuz nasıl başlayacaktı güne. Güneş ufkuna değil canına batacaktı. Nefes almakta zorlandı önceleri. Sonra bıraktı kendini gözlerinin önündeki kara boşluğa. Yapma diyemedi. Amca yapma, ben Çiçek. Sessiz bir çığlık attı içine. Son sözlerini kimse duymadı.