- 173 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
NE BÜYÜK HATA
Yaş aldıkça hayıflansak da tecrübelerin verdiği hazzı da yabana atmayız nedense. İyi de bu deneyimlerin özneleri pahasız, zamandan, paradan ve enerjiden tasarruf ettirirken gereken saygıyı görürler mi? Öyle ya, bir kelimelik veya bir satırlık bilgi için verilen ödünleri üst üste koyduğumuzda adeta kendimizi paraladığımız bu hırlı arayış için ödenen bedellerin gereğini, sorunları çözülmüş bir insanın hazzıyla yaşarken bizler, onca yolu kısaltanları da gereğince ağırlayabiliyor muyuz hayat sahnesinde?
Bir meslekdaşım sanırım biraz da aşırı özgüven ve gençliğin de verdiği motivasyonla çok da iyi bilmekte olduğum ve hatta uzmanı olduğum bir konuda “ Sen nereden bileceksin.” Anlamında bir cümle kullanmış, bu durum karşısında kendisinin anlama sığasının çok düşük olduğunu fark ettiğimden yorum yapmamıştım. Sadece bir alandan mevzulara bakarak kocaman bir sistem hakkında yorum yapabilme cesaretini de ayrıca değerlendirmek gerekir elbette. Bütün disiplinlerin muhtevasını da bilerek konuya geniş kadrajdan bakanın gördüğü manzara ile diğerinin ki nasıl aynı olsun ki. Benzeri şeyleri bir mahalle esnafı da yapıyordur muhtemelen. Okuduğu ve veya dinlediği sadece bir kaynağı bütün bir gerçekmiş gibi görüp anlayanlara ve işin kötüsü diğer gerçeklere de gözlerini kapatarak dillendirdiği gerçekler nasıl da sorgulanmaya muhtaçtır aslında. Benim görüşlerim daha değerli, daha geçerli gibi bir yanılgının içinde savruluyoruz bugünlerde.
Geçmişteki bilgileri tümüyle doğru kabul etmenin de yadsımasının da büyük zararı var bugünü anlamak bakımından. O günün şartlarını doğru ve farklı açılardan kaleme alınmış, dillendirilmiş kaynaklarından beslenerek anlamaya çabalamak, bizleri gerçekler adına daha insaflı bir yere götürecektir muhtemelen. Sosyoloji dilinde çok da tuttuğum” tez, antitez, sentez” üçlemesi neredeyse her bir konuda bizleri daha özgür ve yansızca eleştiren, aklın nesnel yanıyla yol alabilmemizi de sağlayan argümanlardır.
Beşeri ilişkilerimiz içinde bilhassa da yaşça ileri gelenlere karşı halihazırdaki yukarı perdeden üslupların ne de kırıcı olduğunu ve hatta işin bir yanının küstahlık seviyesine temas ettiğini de üzülerek belirtmekte fayda var, diye düşünüyorum. Aile içinde başlayan ve hataların birbirine eklenmesiyle normalleşen bir durum, insanî ilişkiler bağlamında tam da bir patolojidir. Nasıl olmasın ki. Haklı veya haksızlık noktalarını bir yana bırakarak, olması gereken nezaketten çok öte ve adeta “Sizler eski bir plaksınız, değeriniz de kalmadı.” gibilerden söz, duruş ve tavırların havada uçuştuğu, kulak tıkasak da duymaya devam ettiğimiz, görüş ile de perçinlediğimiz bir handikap sorgulanmalıdır. Bu denli üst perdeden konuşanların aldıkları bir haz da varsa, bu durum onları daha bir çirkin yapar oysa. Daha dünlerde emekleyerek bir yere tutunma gayreti içinde olanları bu yaşlarına değin sırtında, aklında ve yüreğinde taşıyanlar kimlerdir? Geçmişin o emekleri olmadan varolmuşçasına bir savruluşta olanları akla, mantığa ve sağduyuya, nezakete davet etmek bir borçtur bu anlamda. Zîra, kimse olduğu yaşlarda, güçte ve yeterlilikte ebedi değildi, asla da olamayacak. Gelip geçici bu handa her birimiz misafir olduğumuzu terazinin bir kefesine koymalıyız geç olmadan.
Bizi iyi, doğru ve gücenilir kılan ve kısacası daha bir insan yapan tarafımızla kendimizi sorgulamamız, kendimiz ve bizden öteki insanlar bakımından ne de önemlidir. Özeleştiri de diyebileceğimiz bu şey, hayatın farklı zemin ve basamaklarında nasıl da evrildiğimizi fark etmekten başlar. Öyle ya, herhangi bir duruma, kişiye veya nesneye tepkilerimizle yaşımızın ve bulunduğumuz mekanın önemini görmezden gelemeyeceğimize göre, nerede ve ne ölçüde tavırları ortaya koyabileceğimizin de bir sınırı olmalıdır. Baba veya anne sıfatına haiz olmuş çocuğunuza daha farklı davranırsınız. O artık bir yetişkindir çünkü. Bunun gibi, işinde yıllarını tüketmiş ve bir şeyler kazanmış, hatta kendinden de bu işe aktarımlar yapabilmiş birine de çırak muamelesi yapamazsınız. Aradaki tecrübe denen ve yılların birikimiyle ortaya çıkan şeylere değersiz gibi bir tavır takınamazsınız. Bu, koskoca hayatı bu uğurda özverilerle tüketmiş olanana büyük bir saygısızlık, emeğe de haksızlıktır bir anlamda. Tam da burada en baştan bu yana dile getrilmeye çalışılan şey, büyüklerin büyük olmalarının ardındaki gerçeklerin farkındalığı olmalıdır. Dedelerin, ninelerin, amca ve dayıların saygınlık içermelerinin gerisinde de yıllar önceki emekler yatmaktadır nihayetinde. Kitaplar dolusu bilgi birikiminiz ile teoride çok ileri seviyelere de gelseniz, sahadaki pratiğin gerçeklerinin kitapların dünyasından daha başka olduğunu da görürsünüz elbette.
Haksızlığa uğradığımız düşündüğümüzde nasıl kızar, acı da çekeriz değil mi? Hele ki derdimizi de bir türlü anlatamıyor ve yokmuşuz gibi de davranılıyorsa bizlere, bu acının tarifi katlanarak da artar herhalde. Başkalarının da penceresinden hayata bakmak, bu anlamda ne değerlidir aslında. Bu özneler birebir yakınlarımızdan iseler, saygı ve değerce yıprandıklarını hissetmek, yaşayacakları en büyük vefasızlıktan başka bir şeyde değildir. Aynı görüşleri ve tecrübeleri paylaşmıyor da olsak, bir yanımızla sıkı sıkıya bağlı olduğumuz bu insanların çoğu hayat denen kadrajın içinden birer birer eksilmekteler. İnanın, onların yerleri de asla doldurulamayacak. Bu dolum ve boşalımdan geriye acılarla dolu hatıraları biriktirmek yerine, daha fazla anlayış ve işbirliği ile güzel renklerin zeminlerini paylaşmak daha akıllıca ve üstelik insanlığın da gereğidir.
Sayısızca örneğin verilmesi mümkün ve insanî ilişkilerimizin niteliğini de belirleyen üslubumuz, had bilmek ile de çok ilgilidir. Bir büyüğün hatalı da olsa çıkarımlarını eleştirirken belli bir dozun ayarlanması değerlerimizden saygı ile de çok ilgilidir. Giderek yitirmekte olduğumuz saygı konusu, kendimize saygıyı da çağrıştırıyor esasında. Kendi ile barışık olmayı başaramayan insanların en büyük hatalarından biri, büyüklerini rencide edici dille mukabele etmeleri olsa gerek. Sadece kas gücüne, gençliğin verdiği hezeyanlara yaslanımdan başka bir şey olmayan bu savruluş, ilişkileri de onarılamaz ölçüde bozmaktadır maalesef. Her neslin, kendini yetiştirenlere göstereceği saygı ve vefa, kendi yaşamları için de en anlamlı yatırımdır oysa. Burada bir kıssa geliyor aklımıza. Bu hikâye bir hayli de uzun olduğundan, kısaca bir özet geçelim. Bir baba, oğul, oğlun onun eşi ve çocuklarından oluşan ailede evin genç hanımı sürekli şekilde eşine baskı kurarak babasından krtulmaları gerektiğini, onun yaşlı, sorunlu ve işe yaramaz olduğunu vurgular. Zavallı adamın bu düşüncelerden bir haberi yoktur. Ömrünün son demlerini sıcak bir aile ortamında geçirmek, onun bu dünyadaki son dileğidir doğal olarak. Bir süre sonra eşinin serzenişlerini kale alan evlat, babasını ve kendi oğlunu da yanına alarak uzak bir kulübeye doğru hareket ederler. Hikâyenin gideceği yerde hedef, babayı kendi halinde bu barakaya terk etmek ve öylece yalnız bırakarak eşini sözüm ona mutlu kılmaktır. Ne var ki, babanın kulübeye bırakılmasından sonra evladın giderek artan vicdani muhasabesi ve buna da oğlunun “Dedemi burada mı bırakacağız?” soruları eklenince, işin rengi değişir ve öykü şöyle biter:
Hızla arabanın yönü çevrilir ve barakaya tekrar dönülür:
Oğlu "Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet" diye hatasını belli ediyordu..
Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...
"Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum..."
Mesele şu ki, her geçen gün bir sona doğru bizi sürüklemekte olan hayat ve onun içindeki bizler, geçmişten aldığımız emek ve özveri dolu, hengâmeli ve kiminde neşeli, kiminde de hüzünlü mazilerin özneleriyiz. Yarının neler getireceğini kimse bilemez ve fakat yarın daha genç olamayacağız. Yeter ki geç olmasın. Konuya dair şı hadis de ne güzeldir. “Anneye veya babaya öf bile demeyiniz.” Değerlerimizle bugün var isek, o dünlerden aktarılan değerlerdi bunlar. Yarın için aramızda birileri olmayacak muhtemelen ve o barakaya bırakılabilecek yaşlarda ise bizler olacağız. Nasıl evlat yetiştiğimizin en büyük ölçülerinden biri olan katışıksız sevgiyi, hoşgörüyü, merhameti ve vefayı bir kere daha gözden geçirmeye ne dersiniz.
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Oğuzhan KÜLTE
Oğuz hocam yazınızı ilgiyle okudum. Hayatımıza dair en ince noktalar bile dikkate alınmış, farkındalıklar oluşturulmuş. Keşke demek bence iyi bir söz deyil; bir pişmanlık ifadesidir ama günümüzde bu keşkeleri çok kullanır olduk. Hem kendi adımıza hem etrafımızda bulunan insanlara. Umarım, insanın rengine, kültürel değerlerine, inançlarına değil, özüne değer vererek ve söylediğiniz gibi dozunu iyi ayarlayarak münasebet kurulur. Özlenen toplumun tarifini yaptığınız için yürekten kutlarım. Saygı ve selamlarımla