BENLİKLENME
BENLİKLENME
Çocuktum. Aklım yeni yeni yetmeye başladığı günden beri duyardım anamdan.
“ Turab ol da üstün çiğnensin, yavrum!..”
“ Benliklenme, benliğe lanet olsun oğlum!..”
Anamın ilkokul dördüncü sınıftan öte bir eğitimi yoktu. Anlayamazdım ne derdi, ne demek isterdi anam. Önemli, derin bir şeyler söylediğini sezerdim. Turab olmak ne demekti? Üstümün çiğnenmesi ne anlama geliyordu? Benliklenme ne demekti?
Büyüdükçe, okudukça, yaşadıkça, tanıdıkça insanları, anladım anamın ne derin şeyler söylediğini.
Annemlerin hamurunu yoğuran, onların kimlik ve kişiliğini biçimlendiren yaşam felsefeleri de bu terbiye üzerine inşa edilmişti. Tasavvuf öğretisinde de bu “ben” duygusu yok edilmeye, aşılmaya çalışılıyordu. “Nefsini öldür ölmeden!” Benini aşamayan insan insan-ı kamil olamazdı. Benliklenme, insanda istenmeyen bir özellikti. Küçültücü bir kişilik hastalığıydı.
İlkokul dördüncü sınıfa kadar okumuş anam bu kadar önemli bir öğretiyi nereden duymuş, kimden öğrenmiş, hangi kitaptan okumuştu? Zamanla bu soruların cevaplarını bulacaktım.
Uzun kış gecelerinde Türkmen/Alevi köylerinde cem ayinleri yapılırdı. Bu cem ayinlerinde dedeler toplumun hâceleriydi. Görgü cemleri, müsahiplik cemleri, Abdal Musa cemleri kış boyu, gecelerce, sabahlara dek sürer, zakirler deyişler, duaz-ı imamlarla köy halkını eğitir, irşat ederlerdi. Bu cem ayinleri okuldu. İyi insan olmanın ilkeleri öğretilirdi. Zulüm görmüş, katledilmiş insanlara yakılmış ağıtlarla, mersiyelerle insan yüreğine merhamet tohumları ekilirdi. Acı çeken insanlarla empati kurulurdu. Zulüm edene lanet okunurdu. Benliklenme, lanetlenirdi. Lokmalar bir kazanda kaynar, dedenin desturu ile cemde bulunan tüm canlara, bir tanesi yere düşmeden, elden ele, eşit şekilde pay edilirdi. Cemdeki canlar paylaşmayı, sabrı, kanaat etmeyi öğrenirdi. Benlikllenme, kibir, yol gereği düşkünlük sayılırdı.
Neler çözülmezdi ki bu cem ayinlerinde? Alevi/Türkmen köylerinde devletin kadısına/ mahkemesine pek iş çıkmazdı. Ufak tefek anlaşmazlıklar cem ayinlerinde, dedenin huzurunda ya da köyün bilge kişilerince çözülür, sulh sağlanırdı. Cem ayinleri bir mahkeme görevini de yerine getirirdi aynı zamanda.
Toplumun değer verdiği, baş tacı saydığı, bilge, ermiş, derviş dediği insanların birçok özelliği vardı elbette, onları büyük yapan. Fakat bu meziyetlerin en başında alçakgönüllü, sade insanlar oluşları gelirdi sanırım. Onlar toprak gibiydiler. Toprak gibi geniş, cömert, bağışlayıcı, kabullenici… Onlar, yalındılar, duruydular… Üstlerine basabilirdiniz, incinmezler, gocunmazlar, gücenmezlerdi… “Ayağa düş, dilersen başa çıkmak.”(1) Felsefesini içselleştirmişlerdi. Benlik, kibir duygusunun prangalarından kurtulmuş, özgürleşmişlerdi.
İnsan psikolojisinin nasıl çalıştığı hala tam olarak çözülebilmiş mi? Kimliğimizi, kişiliğimizi oluşturmak nasıl sancılı bir süreç? Kibir, benliklenme tatmin olmamış, doyuma ulaşmamış, aşağılık duygusu ile kıvranan ruhumuzun bir arayışı mı? Neden kendimizi öyle bir yere koyuyoruz ki? İnsanın kendini var etme çabası mı? Sorular, sorular, sorular…
Anam, iyi dinlemiş hâcelerini, dedelerini, zakirlerini… Dersini iyi almış, hıfz etmiş öğretisini… Bir cümle ile de bize vermiş terbiyesini. “ Turab ol yavrum, turab ol da üstün çiğnensin!.” Sen çok yaşa canım anam, biz sağlam yerden almışız dersimizi!...
HASAN ÖZBEK
(1) “Ayağa düş, dilersen başa çıkmak.” Hayali Bey Divanı. 16.yy
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.