- 190 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
EMPERYALİZMİN SIĞIR ÇOBANLARI
05
EMPERYALİZMİN SIĞIR ÇOBANLARI
- Baktın deli, dön geri. -
Türk Atasözü
Yazı masamdaki yerimi aldım. Masanın üzerindeki dağınık duran kağıt, evrak, kitap, kalem, dosya gibi eşyalarımı adetim gereğince önce düzenledim. Çektim önüme bir dosya kağıdı ve aldım elime kalemi... Dayayıp sol elimin işaret parmağını şakağımın tam ortasına... daldım derin bir düşünce ardından da tefekküre…
Emperyalizm üstüne bir yazı hazırlamak o kadar kolay bir iş değildi. Her yerde çok kullanılan bu kelimenin ıncığını cıncığını çıkarıp, gözler önüne sermek en büyük gayem.
Nedir emperyalizm? Yürüyüşlerin, mitinglerin, siyasi toplantıların vazgeçilmez çeşnisi olan emperyalizm; gençliğin de ağzında heyecanla çiğneyip, birbirine fırlattığı acayip bir sakız gibi sanki. Ne tür bir maddeden yapıldığı meçhul olan bu sakız, düştüğü yere yapışıp kalıyor.
Geçirir her şeyi mideden bazıları... Daha çok ekonomik emperyalizmden bahsederler. Bu ekonomik emperyalizmde; toplumun ayağa kalkıp, tekrar bağımsızlığını almasıyla bir gün önlenebilir. Bir misal olarak Osmanlı İmparatorluğunu, bir örümcek ağı gibi saran kapitülasyonlar, Yeni Türk Devleti’nin kurulmasıyla ve yapılan anlaşmalarla tarihe karışmak zorunda kalmıştır.
Emperyalizmin ekonomik tuzağı; önce borçlanmadan geçer. Borçlular; borç aldıkları yerlerden, bir gün tavsiyeler ve emir almak zorunda kalırlar. Güçlü devletler; üretmiş oldukları maddeleri, silahları, her türlü artık ürünlerini yüksek fiyatlarla pazarlayıp, satabilecekleri zayıf devletler ararlar. Bulmakta da güçlük çekmezler.
Güçlü devletler; ürettiklerini pazarlayıp, satmak için zayıf devletlerde; sözüm ona „Azgelişmiş Ülkelerde“ kendilerini sayacak, sevecek ve elpençe divan duracak nitelikteki insanları bulup, yönetici olabilecek şekilde yetiştirirler. Bu kişileri de devletin en yüksek makamlarına getirirler. İşte o andan itibaren siyasi emperyalizm başlamış olur.
Dışarıdan bakılınca; süslü püslü, ağzına laf yakışan, milletin menfaatlarıyla canla başla ilgileniyormuş gibi görünen bu yöneticiler; kalben, ruhen satılmış ve bağlı bulundukları ülkenin veyahutta paktların çıkarlarını her şeyden üstün sayarlar. Dışından büyük, fakat içerden çürük ve küçük kişiler; yaşadıkları ülkenin dini inançlarına, törelerine, adetlerine, sosyal yaşayışına emperyalizmi öyle güzel uydururlar. Kim onların bu hazırlamış oldukları kılıfa uymazsa; adeta toplum dışına çıkmış ve o toplumun hayat kaidelerine uymamış olur.
Siyasi ve politik emperyalizmin en çok kullandığı araçlar basın, yayın, iletişim araçları ve özellikle kültür öğeleridir. Ekonomik emperyalizm ve siyasi emperyalizm; toplumun ayağa kalkması ile belki önlenebilir. Fakat, kültür emperyalizmi dediğimiz bu noktaya ancak karşı çıkışlar ve öneriler getirebilirsek bir çare bulabiliriz.
Kültür emperyalizmi üzerine yazmak benim asıl vazifem. Fakat, bu mevzuda yazmadan önce çocukluğumda yaşadığım birkaç küçük hatıra mı anlatmak, olaya değişik boyut kazandıracaktır. En iyisi bu kültür emperyalizmi üzerine fikir yazısı yazmadan hatıralarla yetinelim ve arif olanların anlayışına sığınıp, onların taktirine bırakalım.
*
Her şeyden önce bir köylü çocuğuyum. Köyümüz Çökelez Dağı’nın eteğine kurulmuş ve terleyen ayaklarını Büyük Menderes’in bozbulanık vahşi akan serin sularına daldırmıştır. İnce uzun olan köyümüze; iki giriş yolu köyün ortasında birleşir ve tek bir damar şeklinde eğrilip büğrülerek köylünün harman yeri olan Tarlabaşı’na kadar uzanır.
Köyümüz önceleri Çökelez Dağı’na daha yakınmış. Ne zaman köyün altından geçen karayolu inşa edilmiş; ondan sonra yıllar içinde üç beş ev derken bu yolun yakınına kadar kaymış.
Köyümüzün her tarafında geçirdik çocukluğumuzu... Fakat, özellikle kuzeybatısındaki patikalarını, bağ yollarını, çalılık ve ağaçlıklarını, yol kenarındaki kör kuyularını, emme basma tulumbalı, serenli kuyularını, bağlarını, bahçelerini, burçak ve tütün tarlalarını tanıyarak iç içe yaşadık.
Oyunlarımızı, genellikle bu civarda oynardık. Doyasıya oyun oynadığımız bu çevrede çıtlık ağaçları, bademler, karamıklar, çalılar, elmalar, vişneler ile cevizler iri gölgeler meydana getirirler. Ağaçların bir dehliz gibi kolkola, daldala girmeleri dar patika yola; hem loşluk, hem de soğukluk verirdi. Bu loşluktan ve soğukluktan dolayı köylüler Kuzey Deresi anlamına gelen Kuzdere adını vermişlerdir bu bölgeler.
Babamın küçük kardeşi olan Fatma Halamlar oldukça kalabalıktılar. Dört oğlan, üç kız evin içinde hiç bir boşluk bırakmıyordu. Benim yaşıma yakın erkek çocukları vardı. Daha çok onlarla birlikte eğlenirdik.
Kalabalık oldukları için bazen tütün dikerlerdi. Tütün yetiştirmek için tarlaya fidanların dikilmesi, çapalanması, toplanıp özellikle teker teker şişlere dizilmesi çok yorucu bir çalışmadır.
Sabah namazından önce tütün tarlasına giden köylüler tarafın, üç dört keleter olgunlaşmış yapraklar teker teker kırılırdı. Üst üste istif edilir. Evin önündeki gölgelik bir yere hasır serilir. Bazen üzerine kilim veya minder atılıp, ortasına tütün yaprağı dolu keleterin birisi devrilip tütün yaprakları dökülürdü.
Sanki bir göletin çevresini çevirir gibi etrafına otururduk. Elimizdeki kırk, elli santimlik çelik şişlere tütün yapraklarının ortasından geçen damarlarından delerek teker teker şişlere dizerdik.
Minnacık ellerimiz tütün yaprağındaki tetirlerden batardı. Zehirli olan bu tetirli parmaklarımızı, ağzımıza ve gözümüze sürmemek için çok özen gösterirdik.
Bizim için önce eğlence gibi olan bu tütün dizme işi, günün ilerleyen saatlerinde ve ortalığın ısınmasıyla can sıkıcı bir hal alırdı. Sağdaki soldaki meyve artıklarına konan kara sinekler yüzümüze, açık yerlerimize üşüşünce; iyice huzursuz olurduk. „Hart, hurt!“ ensemizi, karnımızı kaşırdık.
Eski yazının dördü gibi iki büklüm oturduğumuz için; belimiz, boynumuz, dizimiz, bacağımız uyuşup ağrırdı. İlerleyen saatlerde ağzımızı babuç gibi açarak esnerdik. Bu işkenceden kurtulmak için sık sık tuvalete giderdik. Ya da olmadık bir şeyden kavga çıkarıp oradan kendimizi kovdururduk.
Biz böyle akıllıca çözümler ararken büyüklerimiz de boş durmazdı: İlginç hikayeler, masallar anlatırdı. Bazen de kızıp azarlarlardı. Bizlerde, onlarda her gün yeni yeni çareler arayıp; herkes kendi hesabına çıkış yolu bulmaya çalışırdı. Ödüllü türküler söylenirdi.
Bütün bu yapılanlar Hasan ve beni bir süre etkilerdi. Bizim ikimizi de oraya bağlayan ve bu beller koparan, teker teker tütün yaprağı dizme işini yaptıran ödül, sadece çizgi romanları olan Tommiks ve Teksas idi.
Köyümüze, dört kilometre uzaklıktaki ilçemizde haftada bir gün pazar kuruluyor fakat bu pazara sık sık gidemezdik. Büyüklerimiz gittiklerinde bizler içinde çeşitli eşyalar alırlardı. Hasan ve benim için özellikle resimli çizgi romanı alırlardı. O yaşlarda, resimli çizgi romanların tutkunuyduk.
Tütün yapraklarını dizerken; canımız sıkılsa, belimiz, omzumuz, boynumuz ağrıyıp tutulsa da resimli çizgi romanlarının hayaliyle tekrar dipdiri olur ve canla başla çalışırdık.
Resimli çizgi romanların içinde de beğenip severek ayırıp seçtiklerimiz vardı. Hepimizin en çok hoşlanıp beğendiği Tommiks ve Teksas idi. Ben, özellikle Teksas çizgi romanındaki Çelik Bilek’i daha çok kendime yakın bularak, adeta onunla beraber tek vücuttum.
Bu çizgi romanındaki avcıları ve diğe kahramanlardan olan Profesör’ü, Çelik Bilek’i, küçük Rudi’yi, tatlı Suzi’yi daha cana yakın buluyordum. Onların her macerasında sanki ben de bulunmuşum gibi heyecanlanırdım, yorulurdum. Her hangi bir çatışma bir yerleri incinse, yaralansa benim de o uzvum yaralanmış, incinmiş gibi acırdı.
Bir de yaşadıkları çevre bizim köyden pek farklı değildi. Onlar, tabiatın içinde, ağaçların altında, kayaların dibinde, ilkel silahlarla daha çok kol kuvvetine dayalı olarak yaşıyorlardı. Köyüm ile onların avcı kampları o kadar çok benzerlik taşıyor ki bazen romanı okurken avcı kamplarına, bazen de onlar bizim köye misafir olup, bir macerayı birlikte yaşamış gibi hissederdik.
Baktıkça resimlere, bulurdum çevremden benzerlik... Şu ağaçların görüntüsü Kuyu Deresi’ne, Çatal Armut’a, hele şu kayalar Kara Sufata, bu eğri yol Çayyolu’na, o bayır Afdal Tepesi’ne, bu karanlık dehliz gibi yerde Kuzdereye benzeterek hayaller kurardım. Özellikle resimlere benzeyen yerler de çalıların, çıtlıkların, alıçların, karamıkların, kayaların arkasına saklanırdım.
Kızılderililer hücum edebilir diye hep temkinli dolaşırdım. Tütün yaprağı dizerek binbir zahmetle biriktirdiğim parayla mantar tabancası almıştım. Onu Çelik Bilek gibi belimden hiç eksik etmezdim. Çelik Bilek de belinde böyle bir tabanca taşıyordu.
Ya arkadaşım Hasan?.. O, en çok Tommiks adlı çizgi romanının kahramanı olan Tom’u severdi. Aynen saçlarını Tom gibi tarardı. Babası marangoz olduğu için, ona yaptırdığı çifte tahta tabancaları kemerine sokardı ve iki tabancalı olarak dolaşırdı.
Bana, Tommiks’in çevresi biraz soğuk gelirdi. Evler, şehirler, kumarhaneler, bankalar oldukça yabancı ve garipti. Her iki çizgi romanının da ortak noktaları mevcuttu. Bunların başında; insan öldürme, özellikle de ölenlerin çoğu zavallı, çıplak vücutlu Kızılderililer yani o toprakların ilk ve esas sahipleriydi.
Çocuklarla oyun kurardık. Ayrılırdık kümelere... Bu kümelenme esnasında Kızılderililerin olduğu tarafa hiç kimse geçmek istemezdi. Çünkü, sonunda ölüm vardı. Kovboy filmi çevirmekle ünlü olmuş bir Amerikan aktörü; „En iyi Kızılderili, ölü olanıdır“ demişti. Bizim içinde; Kızılderililer, mutlaka öldürülmesi gereken ilkel yaratıklardı.
Küçük beyinlere zerk edilen bu tür emperyalist zehirler, Amerikalılar tarafından katledilen yüzelli milyon Kızılderilinin acı gerçeği ne yazık ki örtemiyordu ve tahrip edilen Aztek, Maya ve Inka uygarlıklarını yok edemiyordu.
Hırsız, eşkiya, pis, kaba saba, içki, kumar zevklerinin yanında sadist duygularla insan öldürmekten üstün bir haz duyan kovboyların adi hayat hikayeleri, bizlere destansı bir tarz da öğretiliyordu. Sevgi ve barış oyunları oynayacağımız yerde; bu pis sığır çobanları gibi; öldürmekten, dayak atmaktan, kırıp dökmekten, haksızca davranmaktan, tecavüz etmekten zevk alıyorduk.
Yanımızdaki köpeğe, Tommiks gibi tekme atmak maharetti. Kendimizden küçük arkadaşımız istediğimizi kabul etmezse Çelik Bilek gibi yumruklayıp, gözünü, kaşını şişirirdik...
Birbirimize; Konyakçı, Bilek, Tom, Rodi, Profesör, Suzi, Sarı Tilki, Şerif, Banker, Avukat Kolonel gibi isimler takıyorduk. Bağrımıza, gazoz kapağından yapılmış bir yıldız takınca; bizi seçilmeden şeriflik makamına getiriyordu.
Hasan’da boynuna Tommiks gibi kırmızı bir şal bağlardı. Gerçi kırmızı şal gençlik yıllarında da etkiledi onu. Kırmızı şalın kızıl ayısı, tarih sahnesinden çekilince, o da işe yaramayan bu şalı tarihin çöplüğüne attı.
Yine böyle bir tütün zamanıydı. Köye bir jip geldi. Çal’daki Sinemacı, üç dört film reklamı göndermiş. Kahvenin duvarına asılmış olan bu afişlerin birisi de bir kovboy filmine aitti.
Dumanlı dağların yiğidi gibi ortada bir sığır çobanı sırıtıyordu. Elinde kocaman bir altıpatlar. Küçük resimlerde kaçışan, saldıran, öldüren, ölen Kızılderililerin, kovboyların görüntüleri. Kararlaştırdık arkadaşlarla.
Görmeliydik bu filmi mutlaka... Araştırdık para biriktirmenin yollarını. Bir hafta boyunca sıcağa, ağrıya, sızıya, burukluğa rağmen tütün yapraklarını şişlere geçirdik. Her birimiz, bitmez tükenmez enerjisini, gözlerinin ferini bu müthiş kovboy filmi için kıyasıya harcayıp, gereken parayı biriktirmiştir.
Sadece film parası olsa neyse... Yol ve buram buram kokusuna hayran olduğumuz ekmek arası şiş kebap parası da lazım.
İple çeke çeke beklediğimiz gün geldi çattı. Günlerden Çal Pazarı gelmişti. Atladık ilçeye giden jiplere... Heybelerin, torbaların, şalvarlı kadınların, kalın kumaştan yapılmış koca donlu adamların arasına sıkıştık. Gözlerimizin içi gülüyordu.
Önce pazar yerini şöyle bir dolaştık. Bağıran satıcıların sesleri, tezgahlardaki bamya, fasulye, nohut, mercimek, soğan, sarımsak, dağlıların getirdiği yoğurt, tereyağı, peynir, yumurta gibi yiyeceklerle hiç ilgilendirmiyorduk. Zanaatkarların, demircilerin yaptıkları tara, maşa, keser, kürek, semer, kaşağı, tarak, ayakkabı, elbise gibi şeylere de ihtiyaç duymuyorduk.
Paltır küldür daldık açık olan bir kebapçı dükkanına... Bu kadar çocuğu bir arada gören kebapçı; bir hayır kurumuna yardım toplamaya geldiğimizi zannetti. Yerleşince boş bulunan iskemlelere, küçük müşterilerini Japonlar gibi eğilerek selamladı. Ardından da gülerek;
“Buyrun beyler! Ne arzu edersiniz?”
Biz de hep bir ağızdan;
“Kebaaab!” diye karşılık verdik.
Tezgahın altındaki tepsiden kısım kısım eti aldı ve beyaz bir tabağa koydu. Elini şöyle bir peştemalına sildi. Daha sonrada acele acele etleri şişlere geçirdi. Dükkanın önündeki ızgaraya bir güzel yerleştirdi. Her biri serçe başı kadar olan yağlı etler, kızgın demir ızgarada cızırdayıp koyu mavi duman çıkarıyordu. Buram buram yanık et kokusu çevreye dalga dalga yayılıyordu.
Yoldan geçenler, bu duman ve koku sayesinde burasının bir kebapçı dükkanı olduğunu tabelaya bakmadan tanıyordu.
Sıcacık taze pidelerin arasına yarısı pişmiş, yarısı da yanmış yağlı etleri kebapçı koydu. Yanına iri kıyılmış maydanoz, üzerine de kırmızı pul biber ekip soğanları döşedi. Masamıza, beyaz plastik tabaklarda servis yaptı.
Masanın ortasında ağzına kadar su dolu büyük bir cam sürahi duruyordu. Dört alüminyum tası ortaklaşa kullanıyorduk. Kebap dolu pide dürümünden iki ısırıp yavaş yavaş, tadını çıkararak çiğneyip üstüne bir bardak su yuvarlıyorduk. Çünkü, su beleşti.
Karnımız su ile doyunca, kebaplı pideler bitince iş paraları ödemeye geldi. Beşer, onar kuruşluklarla kebapçının söylediği fiyatı denkleştirmeye çalışıyorduk. Kebapçı, bir arada bu kadar bozuk parayı görünce;
“Bayram değil, seyran değil! Nerden buldunuz bu ufaklıkları?” dedi. Biz de ona;
“Şişi beş kuruştan tütün dizip, alın terimizle kazandık” deyince; bize gülümsedi. Biz de gayet vakur şekilde ayrıldık.
Deve boynu kadar dik olmayan yokuşu tırmanınca; kovboy filminin oynayacağı bina birden önümüze çıkıverdi. Koca levhalarda filmin afişleri asılıydı. Bir kaç kişi bilet almaktaydı. Üzerlerindeki giysilerine bakarsanız; onlarda bizim gibi köylü çocuklarıydı. Yer kalmayacak diye endişeye kapılanımız oldu. Hemen sıraya geçip teker teker biletimizi aldık.
Daha filmin başlamasına bir saat kadar vakit vardı. Bileti aldıktan sonra; zamanında salona girip yer bulabilme endişesi içimizi titretiyordu. Yandaki bakkaldan; fıstık, fındık kabak ve ayçekirdeği aldık. Salonda film seyrederken böyle abur cubur yemek adettenmiş.
Hasan, ikide bir kolundaki saate bakıp, henüz filmin başlama saatinin daha gelmediğini söylüyordu. Yirmi dakika kala girdik salona. Yarısına kadar dolmuştu. Numarasız olan biletlerimizle orta sıradan yer bulup yerleştik.
Duvarlardaki film afişlerini ağzımızı açarak seyrediyorduk. Kimimiz, daha önce izlemiş olduğu bir filmin afişini göstererek ballandıra ballandıra anlatıyordu. O filmi izleyememenin verdiği acıyı yüreğimizde hissediyorduk. Birden „Dooonk!“ diye bir ses işittik ve pencereler ağır ağır kapatıldı. Perdede önce reklamları izledik. Bir müddet sonra da bizim film başladı. O zamanlar, o kadar güzel gelen bu kovboy filmini bugün izleseydim, belki nefret ve tiksinerek seyrederdim.
Avrupa’da, bütün ümitlerini yitiren ve daha zengin olmak isteyen bir grup macera düşkünü olarak yola düşmüşler. Göç etmişler ve gidiyorlar Batı’ya doğru... Yedi sekiz araba ve bir o kadarda atlı yiğitler. Kafilenin sağında, solunda sığırlar ve yüklü katırlar. Arabaların üzerleri branda bezi ile kaplanmış yanlarına tavalar, kürekler, kazmalar, su fıçıları dekor olarak değil ihtiyaç olduğu için yerleştirilmiş.
Arada sırada yan yana gelen atlılar, herhangi bir ağaçtan kopardıkları incecik dalcıkla dişlerini temizlerken ve yoğurt torbası gibi yanlarında asılan tabancalarını elleriyle okşadıktan sonra sohbet ediyorlar.
Arabanın birinde, annesinin yanında buğday tenli, uzun fistanlı, sarışın ve makjaşsız bir genç kız var. O arabayı, uzaktan yakından takip eden, arasıra elindeki kementle sağa, sola kaçışan sığırları, danaları, buzağıları yakalama kahramanlığını gösteren kovboy Co da hazır. Bıyıkları yeni terleyen kovboy Co, sizin anlayacağınız kıza kesik.
Tekerleklerin gıcırdaması, hayvanların sağa sola doğru böğürmesi ve tabiatın sessizliğini birbirine karıştırıyor. Yaklaşmakta olan kafile, bir ırmağın kenarına... Zaten fıçılarda da su kalmamıştı.
Mary Teyze’de bebeğine mama yapmak zorunda. Fakat, bulamıyor bir türlü sıcak su... Nihayet geldiler suyun yakınına. Bebeğe mama yapmak için kafilenin mola vermesi şart.
Babalarının malları gibi yayıldılar araziye. Vakitte öğle üzeri. Güneş tam tepelerine dikilmiş. Bulundukları yer düzlük. Etrafları irili ufaklı tepelerle çevrili. Dikkat çekmeyecek şekilde karşı tepelerde bir iki pare duman. Henüz bir çeyrek zaman dolmamıştı.
Üç ayrı yönden, onlara doğru çığ gibi büyüyerek gelen toz bulutu. Fark etti kovboy Co ve diğerleri yaklaşan tehlikeyi... Hemen kafilenin arabalarını daire şekline getirdiler. Savunmaya hazırlandılar. Meydana getirmiş oldukları dairenin güvenilir yerine kadınları ve çocukları topladılar. Sığırlar ve hayvanlarda onların yanlarındaydı.
Balta ve ok yapmasını bilen vahşi Kızılderililer; ne yazık ki atları için eğeri ve yuları henüz icat etmemişlerdi.
Bizimkiler tetikte. „Şak, şuuk!“ sürdüler mermileri tüfeklerin, tabancaların namlularına. Toz bulutu ve uğultular gittikçe yaklaşmakta. Başlarında kartal teleklerinden mihveri olan bu savaşçılar, yüzlerini çeşit çeşit doğal renklerle boyamışlardı. Bu durum, Kızılderililer de başka bir vahşilik görüntüsü veriyordu.
Yüzleri boyalı Kızılderililer, gökyüzünde kavisler çizerek baltalarını sallayıp gemsiz, eğersiz atlarıyla ve korkunç bir vahşetle saldırdılar. Vücutlarının yarısı çıplak, yüzleri boyalı bu vahşilerle adeta medeniyet çarpışıyordu.
Onlar gelmeden Mary Teyze, bebeğin mamasını yapmıştı. Bir yandan kurşunlar diğer yandan da oklar „Vınk, vııınk!“ diye onların sağından solundan geçiyordu. Kızılderililerin atmış oldukları ateşli okları da buna ilave ederseniz durumun önemi ortaya çıkar. Mary Teyze, bu curcunaya rağmen çocuğunu doyurmakla meşgul. Kafilede bulunan sarhoş papaz da durmadan haç çıkarıyordu.
Vahşeti fazla anlatmak istemiyorum. Fakat, sonunda kovboy Co, bu saldırıdan kıl payı kurtulup kaçıyor. Beş ölü var. Yedi yaralı ile arta kalan kafile Kızılderililere esir düştü. Onları, aynı Afrika’dan Avrupalıların zencileri bağladıkları gibi bağlayıp sürükleyerek, huni biçiminde çadırlarının olduğu obalarına getirdiler.
Müthiş bir eğlence başlattılar. Obanın tam ortasında bulunan, üzerleri garip şekiller tarzında yontulmuş totemlerine bağladılar. Dört beş metre yüksekliğinde olan bu totemlerin yakınına bir de ateş yaktılar. Kızılderili kadınlar ve çocuklarda totemlere bağlanmış olan beyazlara garip bir yaratık görmüş gibi bakıyorlardı. Obanın ileri gelenleri de, reisleri Mavi Köpek’in çadırında toplanmışlar. Yapacak oldukları ayini konuşuyorlardı. Bir yandan da barış çubuğunu tüttürüyorlardı.
Çadırdakiler barış çubuğu tüttürürken bu esnada kovboy Co, omzundaki ok yarasıyla yakında bulunan bir çiftliğe ulaştı. Orada bulunan ve canları sıkılan sığır çobanları, kovboy Co’ya hemen yardım ederler. Yarasını ilaçlayıp bir güzel sararlar. Bir süre baygınlık geçiren sığırtmaç Co, kendine gelir.
Esir düşen arkadaşlarını hatırlar. Kovboy Co’nun anlatışına göre diğer sığır çobanları; Gök Dağın Pınarlı Yaylasında oturan Apaçilerin, bu suçu işlediklerine kanaat getirirler. Yakında bulunan rancerlere haber vermek için küçük Mişel, onların yanından ayrılıp, atını güneşin battığı yöne rüzgar gibi sürer. Tepeden tırnağa silahlı bu kovboylar, Gök Dağlara doğru atların koştururlar.
Bizim vahşi Kızılderililer çoktan eğlenceye başlamışlardı bile. Mary Teyze’nin bağlı bulunduğu totemin çevresinde dans ederek dönüyorlardı. Ara sıra ellerindeki sivri kurt dişine benzeyen baltaları fırlatıyorlardı. Ne yazıkki bu baltalar Mary Teyze’nin ne koluna, ne de bir başka yerine saplanıyordu, sadece onu korkutmak için atılıyordu. Ona ve bize korku veren bu baltalar totemin başka yerlerine çakılıp kalıyordu.
Yarı çıplak ve uygarlıktan fersah fersah uzak Kızılderililerin danslarına korkunç ritim yapan tamtamların sesleriyle, kovboy Co’nun kulak zarlarını patlatacak gibi geliyordu. Ok yarasının acısı da yüzüne başka bir ızdırap veriyordu. Bir ara sığır çobanlarından orta yaşlı ve sakalları diken gibi olanı;
“Kafa derilerini yüzmeden yetişiriz belki…” dedi.
Bu kafa derisi lafzını duyan kovboy Co, daha da hızlı gitmek için atını mahmuzlar. Kendisini bir at boyu arkadan takip eden kara ceketli kovboya dönerek;
“Ne ilkel insanlar bunlar... Esirlere neden işkence ediyorlar? Hiç insanlık yok mu bu vahşilerde?” diye sorunca; çok gün görmüş olan kara ceketli kumarbaz Bill;
“Ne insanlığı?.. Yüzmüş oldukları kafa derisiyle öğünüp, gurur duyarlar. Hem de kafa derisini öldürmeden yüzerler.”
Bu konuşmaların mahiyetini ve anlamını ancak bugünkü olaylara bakarak anlayabilmekteyim. Fakat, o zamanlar Kızılderililere esir olmamak için rüyamda dahi kaçıp, dipsiz kuyulara düşmeyi göze alıyordum. Filmlerde ve resimli kitaplarda Kızılderililer; vahşi, medeniyetten uzak, vurup kırmayı seven, sadist ve kurbanının kafa derisini diri diri yüzmekten coşkun zevk alan acayip yaratıklar olarak bizim körpe beyinlerimize çıkmayacak bir şekilde nakş ediliyordu.
Ya tarih ne diyor bu konu üzerine?.. Halbuki tarihi gerçekler hiç de böyle değildi. Yerinden, yurdundan sökülüp çöllere, zehirli bitki ve hayvanların bulunduğu bölgelere, kayalıklara, kanyonlara sürülen Kızılderililer yani o toprakların esas sahibi yerlilerdi. Çünkü, beyaz adamın elinde ateşli boru ve ateş suyu mevcuttu. Bir de buna kalleşlik ve kurnazlık ilave edilince kafa derisi yüzülerek, imha edilen yüzelli milyon Kızılderililerin olduğunu gördük.
Yine filmimize döndüğümüzde; yüzlerce Kızılderili kadın, erkek, genç, ihtiyar, çoluk çocuk demeden sığır çobanı Co ve arkadaşları tarafından kurşunladılar. Orada esir bulunan kafileye kurtardıktan sonra sarhoş papaz haç çıkararak ölen arkadaşlarına rahmet diledi.
Bu arada Kızılderili obasını yerle bir ettiler. Tıpkı, 1982 ramazanında yerli hıristiyan milisler ile İsrail askerlerinin Lübnan’da bir yerleşim merkezinde, müslümanların hepsini ve hatta onların kedilerini, köpeklerini doğradıkları gibi kovboy Co ve arkadaşları, Kızılderilileri boğazladılar. Kovboylar yakıp yıktıkça bizler, „Yaşa, var ol!“ diye nara atıp, ıslık çalıp, alkışlıyorduk.
Hele yılışık bakışlı sığır çobanı Co, sevgilisini kurtarırken kelle, kol, bacak kesince kendimizi tutamadık. „Helal Co! Patlat! Aman arkana dikkat et!“ diye bağırdık. Sadece bizim grup değil, ova ve dağ köylerinden gelen çocuklarda sevinçten çılgına döndüler. Bizim, bu zafer coşkusuyla kendimizi yitirecek kadar çılgınlaşmamıza perdedeki kocaman harflerle „Son“ yazısı bir nokta koydu.
Pembe bulutlar üzerinden aşağılara inecek halimiz yoktu. Amerikalı dostlarımızın kazanmış olduğu zafer sevinci ve mutluluğuyla o haftayı idrak ettik.
Köyde, o günlerde sevdiğimiz arkadaşlara „Co!“ diye hitap etmek moda oldu. Bilye, misket oynarken hile yapanlara „Aynı Kumarbaz Bill gibi“ diye takılıyorduk. O günlerde evli olupta bir çocuk sahibi olsaydık mutlaka adı erkekse Co, kız ise Mary olacaktı.
Yine böyle bir sonbahar günüydü. Köyümüz, „4-K“ adıyla anılan bir Amerikan gönüllü yardım kuruluşu adıyla yani gizli misyoner teşkilatına kucak açmıştı. Haçvari dört yapraklı yonca dalı ile sembolize edilen bu kuruluşun esas gayesinin ne olduğunu, o zamanlar nereden bilecektik. Hıristiyanlarca kutsal sayılan haç şekline ne kadar da benzediğini şimdilerde farkediyorum o dört yapraklı yoncanın.
Köyümüze gelen bu üç Amerikalıdan ikisi erkek, diğeri de güzel bir bayandı. Erkekler bağcılık üzerine bilgi verirken, bayan da kadınlarımızın doğum kontrolu üzerindeki meseleleri üzerinde duruyordu.
İkindi üzeriydi. Kahveden gençler, ihtiyarlar ve mahalle aralarından da çocuklar gelerek o iki Amerikalının arkasındaki jandarma komutanı ve kaymakamın birlikte ilkokulumuzun bahçesine gittik. Orada Amerikalılar, bizlere „ayakkabı fırlatma“ yarışmasını talim ettirdiler. Kırıla, döküle eski püskü, yarı yırtık, altı delik ayakkabılarımızı fırlatarak doya doya bu oyunu oynadık o gün. Oyunu çok beğendiğimizi göstermek için çılgınca alkışladık. Amerikalıların bizleri böyle çılgınca sevindirmeleri, ev sahibi durumunda olan kaymakamı ve kumandanı da mutlandırmıştı. Büyük bir iş yapmış gibi koca göbekli kaymakamla kalın enseli jandarma kumandanı oturdukları yere sığamadılar. Köyümüzün büyükleri de, başlarındaki medeni insanların giydiği şapka ile Amerikalıları selamlıyorlardı. Bir anda binlerce çarık, naylon ve lastik ayakkabı avuç ortası gibi delikleriyle havada uçuşunca Muhtar Emmi, bekçiye dönerek;
“Şu delik pabuçlululara söyle, onlar fırlatmasın. Bu gavurlar yarın Amerika’ya gidince; „Türklerin pabuçları hep delikti“ deyip memleketimizi kötüleyip, bizimle dalga geçerler. Hem kaymakam bey de beni, „Kim bu delik pabuçlu herifler?’ diye azarlar dedi.
Her devirde bekçi olarak kalan Eyüp;
“Kimin pabucu delik, kiminki değil, ben nereden bileyim?” deyince muhtar öfkelendi;
“Gözün kör mü? Aşağı tarafa dikilir, pabuçları fırlatırken iyi bak. Rezil etmek mi istiyorsunuz beni büyüklerime?” diye çıkıştı.
Biz çocuklarda o, iyi yürekli, kalbi insanlık sevgisiyle dolan ve bize ayakkabı fırlatma oyununu öğreten erkek Amerikalıların birisine „Rodi“, diğerine de „Co“ diye isim taktık. Onların gerçek adlarını bilmiyorduk. Ne çıkardı böyle adlandırınca...
Soyumuzun köküne kibrit suyu dökmeye ve bizim ürememizi önlemeye çalışan Amerikalı güzel bayana da „Suzi“ adını yakıştırdık...
Şu Amerikalılar ne melek insanlar diye birbirimize fısıldadık. İşlerini, güçlerini bırakmışlar ta denizlerin ötesinden kalkıp buralara gelmişler. Hem bize oyun öğretirken hem de ekonomimize yük olmasın diye fazla çocuk yapmamızı engellemek için bazı şeyleri talim ettiriyorlardı. İyiliğimizi düşünmekten başka işleri yok bu iyilik meleklerinin.
Fakat, insan bazı şeyleri ilerleyen yıllarda daha iyi fark edebiliyor. Bize doğum kontrolünü kabul ettiren sözüm ona uygar Batı’nın bu mevzuattan vazgeçtiğini ve hatta teşvik amacıyla bazı kanunları yürürlüğe koyduğunu görüyoruz.
Bizler, yine teker teker tütün yapraklarını ince, uzun şişlere, bunaltıcı yaz sıcaklığında dizip, haftaya alacağımız resimli Amerikan çizgi romanlarını merak ederek, ay sonunda izleme imkanımız olacak, sığır çobanlarının uydurma destansı hayatlarından alınıp, çevrilen filmlerin heyecanı ve Amerikan rüyasının etkisiyle daha yıllarca hayal içinde yaşayacaktık.
Muhtarın yasaklamasına rağmen; kimimiz delik pabuçlarımızı, kimimiz de naylon terlikleri fırlatarak Amerikalıların öğretmiş olduğu oyunu askerlik çağımız gelinceye kadar oynamıştık. Sayma Mustafa’nın fırlattığı kırkdokuz yamalı pabuç Tıngır Hasan’ın kafayı delince; büyüklerimiz bu oyunu yasakladılar.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 10.01.1992
(Emperyalizmin Sığır Çobanları)
- o -