- 114 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
EĞRİ.
EĞRİ BÜĞRÜ
Levent’in ıslanmış yollarında ıslanarak yürüyordu. Yol gibi dümdüz olmalı, bir defada ıslanmalıydı. İnsan işte eğri büğrüdür. Islanmak da çamurların paçalara sıçradığı ülkeler için romantiklikten ziyade erotizmle ilgilidir. İş çıkışı kimseye rastlamamak ve asansörün aynasında kimse olan yüzünü görmemek için merdivenlerden inmişti. Sekiz kat, indi merdivenlerden. Yürünülen aynı düzlükler. Aynı metro durağı. En yakın zamanda o istasyona gelecek aracı kaçırmaktan korkacakmış gibi, istasyona yaklaştığında adımlarını hızlandırdı; yetişmesi gereken bir yeri olduğunda nasıl davranması gerektiğinin provasıydı bu hızlı adımlar. Giderken çıkarılan acı sesin metro versiyonunda rahatsızlık kulağa batıyordu. Bindi ve o düzensizlikte köşe diye adlandırılabilecek bir yere vücudunu aşk etti. En tedbirli yerdi burası ve bu tedbirle aşk etmenin doğru kullanımı mantık yerleşimi yapmaktı. Vücudunu mantıklı bir şekilde yerleştirdiğine karar verip bunun kendisine yakışmayacağını anlayarak kimsenin metroda bulunmak istemeyeceği bir yere bu sefer kelimenin tam anlamıyla ve kelimenin ses oluşunun üçte birlik zaman diliminde aşk etti. Oh diye sert bir nefes aldı metro viskisinden. Dındın, Mecidiyeköy. Dındın, Osmanbey. Dındın, Taksim. Her durakta inen insanların göz bebeklerini inceleyerek kafasında bir profil yaratmayı umdu. Yaratamamıştı. Aşağı yukarı aynı göz bebekleri. Yahut farklı göz bebeklerinin aynı oranda istasyonlara dağılımları. İstatistik biliminin beşeri zayıflığından bir fikir üretebilir miydi? Düşündü, zor. Osmanbey’de inen insanları Taksim durağında inen insanlardan daha fazla sevecek bir sebep göremedi. İnsan işte, eğri büğrüdür. Osmanbeydekilerin çoğunun orada evlerine ulaşmaları, Taksim’de inenlerin ise evlerine giden diğer vesait için çile yavrusu gibi dağılmaları da bu sevgi grafiğinde etkisiz bir unsurdu. İnsanların eve gitmelerinde bile daha fazla çaba göstermek zorunda olmaları onları daha fazla sevmesine yol açsaydı, bu şefkatten kaynaklanacaktı. Şefkatten doğan sevgilerin olduğu yerdeki boklukların kokusu Gazze kadar kan rengiydi ve İsrail’in Filistin’e sağladığı üstünlük gibi bir dengesizlik vardı. Diğer taraf da, tıpkı Filistin gibi, bu sevmek sanatının daha fazla mıncıklanan ama adı hep abisiyle karıştırılan küçük çocuğuydu. Onlar sadece isimleriyle çağrılmak istiyorlardı galiba. Ne alakası var, konu sapkını diye düşünürken gözlerinden bilmediği bir telaşın izleri geçti. Neyse şefkatim bende kalsın dedi. Kendisinin de eve gitmek için daha fazla çaba göstermek zorunda olan takıma dahil olmasından kaynaklanacak sevgisinin ise, yok yok bu gerçekten gereksizdi. Sevemiyordu işte biraz eğrilik, biraz büğrülük. Yürüyen merdivenlere yaslandı, başını duvardan yana çevirdi. Evine hangi otobüsle gideceğine karar vermeye çalıştı. Bu sırada zihni arka planda yürüyen merdivenlerde yürüyenlerin mi yoksa merdivenlerde yürüyenlerin mi daha aceleci davrandıklarını tartıyordu. Acelesi olan insanlara imrendi. Olmayanlara da. Her şey bu kadar aynıyken nasıl oluyordu da daha, çok gibi nitelemeler üretilmişti? Nasıl sevmişti insanlar, nasıl katlanmıştı, nasıl kızmıştı? Kızmaya en yaklaştığı an için ortaya bir tepki koyacağına dair söz verdi kendine. Havayla karşılaştı. Yağmur dinmişti. Yürüdü, yürüdü. Sakız alıp, durağını ve otobüsünü seçti. İnsanı barınağına dönerken bile seçim yapmak zorunda bırakıyorlardı ve bu özgürlük artık kanına dokunuyordu. Paralel evren de eğrik büğrük tesellisinden başka bir şey değildi kendisi için. Otobüs şoförüne baktı dikiz aynasından, göz göze geldiler. İŞTE DÜNYANIN EN MUTLU İNSANI. İnene kadar bu mutluluğu seyretmeye karar verdi. Bu sırada kimse inmediği ve kırmızı olan şeylere dokunamadığı için inmesi gereken yeri geçmişlerdi. Bana bak diye seslendi şoföre. Çok fazla (mutlu) oldun artık, hemen dur, ben gidiyorum. Nereye gidiyorsun dedi şoför daha kimseyi sevemedin. Ne demek sevememişti? Sen bu otobüsün tepesindeyken insanların gözlerine, çoraplarına, saçlarının ayrımlarına, kelimelerine, seslerinin nerede çatallaştığına, şarkıların neresinde kendilerinin de eşlik ettiğine, kitaplarını neresinden kıvırdıklarına, nerede durduklarına, nerede simit yediklerine, yataklarını açmaya üşenip nerede kıvrıldıklarına, paketten ilk hangi cipsi seçtiklerine, markette hangi kasayı seçtiklerine, sokak kapısından ilk hangi adımı attıklarına, insanlara, insanlara, insanlara bakıyordum. Hem senin yolun belliyken, ben hangi yolda olmam gerektiğini bile seçerek bunları yaptım. Ama hepsi o kadar aynı ki. Çok zorlanıyorum. Beni nasıl bununla suçlayabilir? Artık bilmediği telaşın izleri bütün vücudundaydı ve geçmedi. O telaşla lafları silindi. İnsanlara bakarken hafızasında biriktirdiği bütün görüntüler silindi. Yarın başlayacaktı insanlara, en baştan.Tanrının ağırına gidiyorum diyebildi. İndi. Çok pişman oldu iner inmez, kızmaya en yaklaştığı noktada tanrının ağırına gitmeye. Otobüsün arkasından sakızını savurdu. Nereye gidiyorsun lanet olası diye bağırdı. Lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun. Bu kadar ıslanmadan sonra öfkesi vardı ve kimseye gösterememişti. Tanrının ağırı da neymiş, böyle bomboş çalı çırpı bir yermiş, nereye gidiyorsun lanet olası. Kimseyi sevemedim değil hepsini sevdim, nereye gidiyorsun lanet olası. Ama fark etmediğini anladı kimseyi sevmemesiyle hepsini sevmesinin ne demek olduğunu. Anladı, nereye gidiyorsun lanet olası.Tanrının ağırına gitmişti. Lanet olmuştu. Koşuyordu hala otobüsün arkasından. Nasıl bu kadar kızabildiğine kendisi de inanamadı. Üç sene geçtikten sonra sadece o dizide oynamasıyla hatırlanacak amatör oyuncu gibi göründüğünü düşünüp dururdu, insanlar aklından silinmeseydi. Öfkesi geçmemişti hala. Bu kadar öfkelenebildiğime göre. Seni seviyorum, NEREYE GİDİYORSUN LANET OLASI. Koşuyordu ama otobüs uzaklaşmıştı. Otobüsün yanlış yola saptığını gördü en son. Yollar zaten eğri büğrüdür.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.