yolcu 2
Eliyle selam verdi. Selamını aldığımda çobanın dilsiz olduğunu fark ettim. Söylediklerimi duyuyor ama işaretle bir şeyler soruyordu. Kaybolduğumu ve yolumu nasıl bulacağımı hangi yolla anlatacaktım? Neyse ki aç olduğumu hatırladım. Çoban bir ateş yaktı. Ona göre zor olmayan bana göre zor olan ilkel bir yöntemle yaktığı ateşe bir de çobana baktım. Teknolojinin girmediği bir mekânda ömrünü böyle geçirmesi ona zor gelmiyor mu diye düşündüm? Çoban tebessümle yüzüme bakarak sanki içimi okumuşçasına başını sallayarak ‘’Hayır zor değil!’’ Der gibiydi. Heybesinden peynir, zeytin biraz da lavaşa benzer bir ekmek çıkartıp yere serdiği bezin üzerine koydu. Çoban ateşinde bir de çay yaptı meşakkatle. Yaktığı ateşin karşısına oturup bir şeyler yedik. Ateş ve ısıttığı çay içimi ısıtmıştı. Ne yapacağımı bilemeden çobana bakıyordum.
Çoban gözünü kırparak ne oldu ne bakıyorsun der gibi bir işarette bulundu… İki elimi yana açarak çaresiz olduğumu imlemeye çalıştım. Çoban eline bir sopa alarak yere yazmaya başladı. Oh dedim şükür anlaşmanın bir yolunu bulduk. Yazdığına bakınca yazmadığını şekil çizdiğini gördüm. Okuma yazması da yok dedim çizdiği şekil bir köprü ve ardından bir ağaç. Galiba gideceği yeri anlatıyor diye düşündüm. Bende bir sopa aldım elime ama neyi nasıl çizecektim ki ona anlatabilmeliydim; kaybolduğumu ve hana nasıl gideceğimi?
Ölmek, duymak, görmek! İyice bunalmıştım. İşaretle uyuyalım dedi ve ateşi söndürmememiz gerektiğini anlattı. İçimden keşke şu köpekte olan duyular bende olsaydı dedim.
Uyumaktan da çekiniyordum yine bir rüya göreceğim diye endişeleniyordum. Çoban çoktan uyumuştu. Ateşin sönmemesi için ateşi besliyordum. Anlamadan elimi yakmıştım. Acı bir taraftan canımı yakarken gözüm gökyüzüne takılmıştı, yıldızlar o kadar parlaktı ki gözlerimi onlardan alamıyordum. Bir taraftan ateşin çıkarttığı tatlı çıtırtı alevin, bir taraftan ışıl ışıl gökyüzü derinlerine daldırdı beni. Ateş ne kadar garip uzaklaşsan bu ayazda donarak ölüyorsun yakınlaşsan yanarak ölüyorsun. Bir sınırı var ne uzak olacaksın ne yakın. Hayatta öyle mi acaba? Aşk ateş mi çok yaklaşınca yanmaktasın uzak kalınca donmaktasın. Hangisi daha acı, hangisi hayati?
Ne kadar uyumak istemesem de gözlerim kapanıyordu. Yüzünü seçemediğim bir yoldaş ve sırtıma yüklediğim bir heybeyle yola koyulmuşuz. İlk yol ayrımında bana seslendi. ‘’Eğer bu yoldan geçmek istiyorsan heybendekini bırak!’’ Neyi bırakacağım diye sordum? Benlik yükünü diye cevap verdi. Bu yolda bir köprü var o yükle bu köprüden geçilmez dedi yüzünü seçemediğim yoldaş. ’Bu yük’ der demez omuzumun dürtülmesiyle gözlerimi açtığımda çoban yemeğe davet etti. Sabahın ilk ışıklarıyla yemeğimizi yedik ve yola koyulduk. Çaresiz çobanla yol almaktaydım.
Yol boyunca Çoban anlamadığım ses ve işaretlerle konuşuyor, kimi anlamsız bakıyor kimi başımla evet veya hayır diyordum. Çoban’ın kaş çatarak bakışları çoğunu anlamadığımı bana haykırıyordu. Alabildiğine düzlük, kırlaşmış bozkır ve ıslık çalan rüzgâr… Düşünüyordum çıktığım yolun anlamı artık siliniyordu kafamdan. Hedeften oldukça ırak, kaybolmuş çölde vaha arayan devesiz bedevi gibiydim.
Hayli yol aldıktan sonra bir çeşmeye vardık. Üzerinde: ‘’Zayi etme ziyan olursun’’ bir yazı ve sonunda da: ‘’Damla içinde damla daha derinde ara!’’ diye yazan son dikkatimi çekiyordu. Sır dalmak mı yoksa dalgın olmamak mı ya da derinde ne arayacaktım? Diye düşünürken Çoban, kulağı tırmalayan çığlıklarla az uzakta birine seslenerek adımlarını hızlandırdı. Köpeğine o kadar hâkimdi ki Süleyman Peygamber’in hayvanlarla konuşabildiğini hatırlatırcasına köpeği hemen itaat ediyordu. Yaklaştıkça aksakallı amcanın yüzü berraklaştı. O kadar güzel bir yüzü vardı ki sanki insanın içini okşuyordu.
Çobanla işaretle konuştuktan sonra bana döndü…
--Adem nere gidersin?
Diye sorunca şaşkın şaşkın yüzüne bakmaktan kendimi alamadım.
-- İsmimi nerden biliyorsunuz?
--Her yolcu ademdir her yol âdem.
Deyince, duraksadım. Tam soracaktım ki aksakallı amca söze girdi.
-- Ahmet kaybolduğunu yol aradığını söyler. Seni bana teslim etmek ister kabul eder misin benle yola çıkmaya?
--Hana gitmem lazım orayı bulabilir miyiz veya biliyor musunuz; beni götürür müsünüz?
--Elbette ama bir bedeli var!
--Neyse veririm ne kadar istiyorsunuz?
-- Bedel para değil! Ben konuşmadıkça konuşmayacak, aldığımız yolda sözüme uyacaksın.
--Peki, kabul ediyorum.
Çobanla vedalaşırken aksakallı: ’’Sağır değil konuştuğunu anlar, işaretle anlatma işaretin O’na yabancı!’’ Deyince Helallik istedim. Çoban elini kalbine götürerek helal ettiğini beyan ederek sarılıp vedalaştık.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.