yolcu 2
Ne diyeceğimi bilemeden karışan kafamla yol almaya devam ederken bir yandan gördüğüm rüyaları anlatsam mı diye düşünürken. Bir ağaç dibinde dinlenmeye koyulduk. Güneş tepemizden geçmiş gölge boyuna göre öğle çoktan olmuştu. Bozuk saatin doğruyu ne zaman göstereceğini bilemesem de güneşle saati tahmin edebiliyordum. Ak Ahmer tekrar sessizliği bozarak yaşımı sordu:
--26, sizin?
--Haddi çoktan aştık. Budan sonra geçen geçti gelen bir diyorum.
‘’Geçen geçti gelen bir!’’
Bu söz Deli Sedri adında bir meczubun hikâyesini hatırlattı. Acaba dedim bu bir kıssa mıydı? Öyle değilse bire bir aynı sözün kullanılabilme ihtimali kaç olabilirdi?
Sedri, sahilde taşların üzerinde otururken onu tanıyan birkaç kişi alay etmek için seslenirler.
--Sedri ne yapıyorsun?
--Dalgaları sayıyorum!
--Kaç tane saydın?
--Geçen geçti gelen bir!
Dalga geçmek için seslenenlere dalgayla cevap verişi delilik mi velilik mi? Ya Ak Ahmer ’in yaşını bu sözle ifade etmesine ne demeli?
Güneş batmak üzereydi. Düşündüm, o kadar handan uzaklaşmış olamam belki birkaç saat yürüdüm kör kızın peşinden belki birkaç saat geri dönüş için yürüdüm ve yolumu kaybettim. Ardından uyuduğumda Ahmet ve köpeğiyle eşleştim. Lakin çobanla hayli yol aldım yine de han yakında olmalı!
Düşündüklerimi Ak Ahmer amcayla paylaştım.
Ak Ahmer:
-- Zaman nedir? Aldığın yol mu, yoksa verdiğin yıl mı, gün mü, ay mı? Zaman biter mi? Sonsuzdan gelip sonsuza doğru akar mı? Peki, sayılar nerden başlar nerde sonlanır? Bunlara bir cevabın var mı?
-- Şey yani… Ya amca ben soruyorum sen bana filozofların veremeyeceği soruları soruyorsun acı bana…
--Düşün, Adem bildiklerin ne kadar ki gördüklerin ne kadar olsun. Gördüklerin mi çok göremediklerin mi? Düşün, yüz yıllık ömrün var sıfırdan eksiye doğru say ne kadar gidebilirsin, artıya doğru gittin diyelim kaça kadar çıkabilirsin?
--Of amca hiç düşünmedim!
--Ben düşündüm. 100 yıl çarp 365 le. 6 saat 47 dakikası da var da küsuratı boş ver düz 365 günle çarp!
--O kolay 36.500 gün
--24 saatle çarp!
-- Yok, amca çarpamam kafadan.
--Ben ezberledim dertlenme. 876.000 saat. Dakikayla ve sonra saniyeyle çarparsak 3.153.600.000 saniye. Hadi bir insan bir saniyede kaç sayı sayabilir? 100’e kadar kolay; bir milyon üç yüz altmış iki bin sekiz yüz on beş… Kaç saniye sürdü? Neredeyse 6 saniye. Hadi ortalamasını alalım 3 sn kadar olsun… Böl 3.153.600.000 saniyeye: 1.051.200.000 sn. İster eksiye git hiç artı elde etmeden, ister artıya git hiç eksi hanene koymadan insan bu sayıların ne üstüne çıkar ne altına iner. İşte en azami insan ömrünün yapabildiği şey…
-- Sonuç? Amca hana bir gidelim ya! Zaten beynim yanmak üzere, haşlamayalım bana ağır geldi.
-- Peki, evlat biraz düşün bakalım. Merak edersen sonucunu da anlatırım. İlerde bir mağara var orda geceyi geçiririz.
Adem: ’’Nerden takıldım âmâ çocuğun peşine! Ardından dilsiz çoban, ardından kafayı sayılarla bozmuş gezgin… Bir de meczup Adem’in rüyalarıma girmesi. Bakalım uyuduğumda gelecek mi? Gelip te aklıma ne sokacak!’’ içimden konuşarak mağaraya doğru yürümeye devam ettik.
Hafif bir tepeyi aştıktan sonra az ilerde bir ağaç ve onun biraz daha ilerisinde bir köprü gördüm. AA! Bu çobanın yere çizip bana anlattığıydı! Biraz yürüdükten sonra Ak Ahmer!
--Bu köprüden geçeceğiz. Heybende ne var?
İçimden bu adam benle alay ediyor. ‘’Heybemde ne var!’’
-- Amca heybem yok ki! İçinde bir şey olsun.
--Senle işimiz var evlat. Heybe sensin içinde taşıdıkların…
-- Yani, düşündüklerim mi? Çok şey var söyle desen söyleyemem…
Dediğim anda aklıma rüyamda gördüğüm adamı hatırladım. Yüzünü ayan etmeyen adam, bana yoldaş olan adam: ‘’Benlik yükünü.’’ Köprüden geçmek için benlik yükünü bırakmam gerektiğini söyleyen adam! Aklım benle oyun oynuyor olmalı, rüyayla amel olunmaz ki ama nasıl olur da bu kadar olasılık bir araya gelir? Sanki üst üste dejavu yaşıyordum. İçimden dememle Ak Ahmer ’in sesiyle kendime geldim!
--Benlik evlat, benlik!
Köprüye doğru Ak Ahmer yol alırken arkasında kalmış ve donuk gözlerle adımlarına bakarken geri dönüp seslendi.
-- Hadi evlat gel! Bir anda olmaz, bu köprüde Burak’ın olurum, burada Burak’ sız kalmaktan korkma ama asıl köprüde Burak’ sız kalmaktan kork.
Bir yandan şaşkınlık, bir yandan içimdeki ürpertiyle köprüye doğru yürümeye başladım. Düşüncelerim karıştıkça karışıyor, şehir hayatında düşünmeye hiç zamanımızın olmadığını fark ediyordum. Ahmer amcanın anlattıkları daha bir anlam kazanıyor, yolculuğun nerede ve nasıl devam edeceğini daha bir merakla bekliyordum. Bir insanın 1 milyara kadar sayamayacak kadar az zamanda neleri biriktirmesi, nelerden vaz geçmesi gerek ilk defa düşünmeye başlamıştım. Kaldı ki uyuduğumuz zamanı çıkarsak, üstüne üstlük yüz yılı hesaplamış, kaç insan yüz yıl yaşayabilir ki? Bir insanın kaçta kaçı 500 milyonluk sayı sayma ömrüne sahip olabilir ki? Ak Ahmer ’in iyimser hesabı ortalama ömür için gerçekte toplansa toplansa 500 milyonluk sayı sayma kadarmış. Bahsettiği zaman: ‘’Zaman ne evlat?’’ dediği bu olsa gerek…
Birkaç saat yürüdük. Engebeli yol ve tırmandığımız tepe vaktimizi alsa da artık zaman kavramını kaybetmiştim. Gün kararıyor, gün açıyor, güneş tepemizde bundan ibaretti zaman. En nihayetinde bahsettiğimiz mağara gözükmüş, girişinin duvarla örülmüş olması bir malikâneye dönüştürüldüğü dışardan belli oluyordu. İçeri girdiğimizde karanlık mekân karşıladı bizi. Ak Ahmer gaz lambasını yaktı. En azından çakmak kullanıyordu. Ortalık lambanın fitiliyle ışıldadığında kenarda bir seccade, ortada küçük bir sehpa ve bir rahle ilk gözüme çarpmıştı. Daha sonra duvarda ki kitaplar gözüme takıldı. Tek kişinin sığabileceği bir yatak ve sacayaklı bir ateşlik kenarda duruyordu. Ateşliği de yaktıktan sonra:
--Yoruldun mu?
--Evet, alışkın değilim araziye. Aslında çocukluğum köyde geçti. 12 yaşındayken şehre taşındık. İlk başlarda köyü çok özlüyordum. Sonra sonra şehre alıştım köyler cazip gelmemeye başladı.
--Neden?
--Ne? Ne neden?
--Neden buradasın, nasıl kayboldun?
--Uzun hikâye!
--Sabaha çok var evlat.
--Köye gitmeye çalışıyorum. Orda benim için bir emanet varmış. Ne olduğunu bilmiyorum ama önemli olduğunu biliyorum. Anlatacak bir şey yok. Otostop yaparak geldim hana kadar. Aslında orda ne olduysa oldu. Bir yolcu yemek yerken delinin biri içeri girip ‘’ölmedin mi’’ diye sordu yolcuya. Sonra yolcuyla garson arasında ki konuşmalara şahit oldum. Geceyi handa geçirdim. Gece rüyama girdi meczup bana da aynı soruyu sordu. Ben cevap verdim. Bu kez daha başka sorular. Önünde bir yol var, yol çatallanacak unutma sen seçeceksin, dedi. Sabah kahvaltı yaparken meczubun kapıdan dışarı çıktığını görünce arkasından takip etme ihtiyacı duydum, rüyanın etkisiyle belkide. Ne kadar gittiğimizi bilmiyorum. Bir ağacın dibine bir şeyler bıraktı. Almak için değil ne bıraktığına bakmak için hareketlendiğimde kör bir kız çocuğunun delinin bıraktıklarını alıp yürüdüğünü gördüm. Bu kez de çok önemliymiş gibi kız çocuğunun peşine taktı beni ayaklarım. Ardından baraka gibi bir yere gittiğini gördüm. İçerde yaşlı bir yatalak kadın ninesi olsa gerek, meczubun getirdiklerinden yedirdiğini gördüm. Hana dönmek istedim ama öyle dalmışım ki yollara hiç dikkat etmemişim. Sonra Ahmet’le karşılaştım, sonrası da malum.
--Meczubun adı ne biliyor musun?
--Adem
--Âdem, insan demek. Hem yoldur hem yolcudur. Âdem olabilirsen hem yoldasın hem yolsun. Ardındakilere ışık olursun yani yol olursun ama adem olursan yolda sadece yolcu olursun.
--Ahmer Amca benim anlayacağım dilde anlatsan, bende güzel güzel anlasam olmaz mı? Neden çetrefilli yollar seçiyorsun?
--Yoğurt evlat! Benim yeme şeklim böyle. Anlayacağın dil hangisi? İnsan doğar yaşar ölür. Desem anlayacak mısın? İnsan neden doğar neden yaşar, neden ölür? İşte insan yolcu olduğu kadar yol olmakla mükelleftir. Şimdi yemeğimizi yiyelim, çayımızı demleyelim, o arada bende akşam namazını eda edip sorularına dilim döndüğünce cevap vereyim olur mu?
--Peki, Ahmer Amca!
Yemeğimizi yerken etrafı inceliyordum. Kızıl ve hafif titrek lamba ışığı dalgalanırken etrafa ayrı bir güzellik katıyordu. İnsanlar km’lerce uzakta kuzey ışıklarını görmek için seyahat ederken aslında bir lamba kadar temaşaya yakın olduklarını bilememekte. Çatırdayan ateşteki odunların sesi, lamba ışığının çarptığı eşyalarla uzayan gölgelerin hayaleti… Acaba dedim elim mahkûm olmasa bu amcayla yolculuk eder, onun peşinden gider miydim? Gitmezdim sanırsam, asıl gayemin olduğunu neredeyse unutacak haldeydim. Ne uğruna sadece gereksiz merak! Ya asıl gayem? O da gerçek mi değil mi belli değil. Düşündüklerimle iç çekmişken Ahmer amca seslenerek daldığım sığ derinlerden tekrar uyandırdı beni.
--Bırak iç çekmeyi de doldur çayları.
--Amca nasıl içersin?
--Demli olsun.
Küçük sehpanın karşısına bağdaş kurarak oturdu. Oturduğum iskemleyi ona vermek istediğimde reddetti. Her ne kadar rahat edemem desem de dinlemedi.
--Eee nerde kalmıştık?
--Âdem’de? Biliyor musun handaki yolcu da adem yolcudur âdem yoldur gibi bir şeyler söylemişti?
--Sadece aklın değil gönlün de yolu birdir fıtrat gereği. Lakin kaçta kaçımız farkında? Neyse, hikâyeleri sever misin? Sana, 30 kuşun hikâyesini anlatsam dinler misin?
-- Sabaha kadar vaktimiz var…
--Peki madem. Simurg Farsçada 30 kuş demek. Aynı zamanda küllerinden doğan Zümrüt’ü Anka kuşu…
Eliyle işaret ederek, kahverengi kitabı istedi. Bir müddet çevirdikten sonra sayfaları:
--Ha işte burada…
‘’ Simurg, Anka, Phoenix, Tonmiao veya Tuğrul Kuşu...
Çeşitli medeniyetlerde farklı adlarla anlatılan bu kuşun mitolojik hikâyesi... Filmlerde de geçen, küllerinden doğduğuna inanılan ölümsüz bu kuşun bilgeliğiyle hükümdarlara dahi yol gösterdiği rivayetlerden günümüze kadar gelmiştir.
Bu kuş, kuşlar arasında tek ve bütün kuşların hükümdarıdır aynı zamanda. Tüm kuşların yardımına koşan, kuşların Hızır’ı da diyebiliriz.
Bir gün kuşların dünyasında büyük bir problem yaşanır ve Anka Kuş’unu aramaya başlarlar. Hüthüt kuşu kuşlara önderlik edebileceğini, Kaf Dağı’nda olduğunu lakin oraya ulaşmak için 7 derin vadiden geçilmesi ve çok zorlu bir yol olduğunu söyler. Kuşlar Hüthüt önderliğinde yola koyulurlar...
Vadiye ulaşırlar. Bu vadide kuşların isteyebileceği her şey mevcuttur. Ne susuzluk, ne yemek telaşı, ne de av olma korkusu vardır. Cennetten bir bahçe gibidir. Bu vadinin adı ’İrade vadisidir.’ Bir kısım kuş aldanır ve burada kalır.
İradesine hâkim olup yola devam eden kuşlar 2. vadiye ulaşırlar. Bir sis bulutu kuşların gözlerine hayal sürer. Her kuş kör olmuşçasına kendi türünden karşı cins bir kuş görür. Öyle ki taş, su, ağaç parçaları dahi onlara kendi cinslerinden karşı cinsiyet gibi gelir. Kanarlar kapılırlar bu güzelliğe. Bu vadi ’aşk vadisidir.’ Bir kısım kuşlar da hayallerine âşık olup keserler yolculuğu...
3. Vadiye ulaşır geri kalan kuşlar. Biraz da övünme başlar, sonuçta iki vadiye de kanmamışlar yollarına devam etmişlerdi. Yorgunluktan bir kısmı yolculuğun amacını unutmuş, vadide gereksiz amaçların peşine düşüp kayboluyordu. Hüthüt, amaçlarını anlatsa da, motive etmek için uğraşsa da nafileydi. Vadi vadi ardında ki kuşlar azalmaktaydı. Bu vadi ’Cehalet vadisiydi.’
4. Vadiye ulaşılmış yolun yarılanmasıyla kuşların yarısı da yolculuktan vazgeçmişti. Kuşlar umutlarını kaybetmeye, kendi aralarında mırıldanmaya başlamışlardı: ’’Simurg’u bulunca ne olacak sanki ne değişecek ki? Birçok kuşu kaybettik bizde kaybolabiliriz.’’ Gibi vesveseye kapılıp bir grup kuşta bu vadiden ileriye geçemedi. Bu vadi ne de olsa ’inançsızlık vadisiydi.’
5. Vadi daha korkutucu ve daha caydırıcıydı kuşlar için. ’Yalnızlık vadisi.’ Kuşlar kendi başlarına hareket etmeye başladılar. Öyle ki en yakınında ki kuşu görmüyorlar, kendilerini yalnız hissediyor ve her biri kendi başının çaresine bakması gerektiğini düşünüyorlardı. Bir kısım kuşta bu vadinin derinliklerinde kaybolmuştu.
6. Vadiye gelindiğinde kuşlar kendi aralarında bir söylentiye başlamış, Simurg diye bir kuşun olmadığını veya öldüğünü dillendirdiler. Bütün sürü bundan etkilenmiş ve birçok kuş da bu vadide kalarak yolculuğu bırakmıştı. ’Dedikodu vadisiydi’ bu vadi.
Artık son vadiye gelinmiş, Kaf Dağı’nın etekleri görünmüştü. Bir avuç kuş kalmışlardı. Bu vadinin tılsımı da çok geçmeden kuşları etkiler, sevinmeye başlamış ve heyecanları artmıştı. Böbürlenmeye başlayıp birbirlerine üstünlük kurma telaşına giriştiler. Birçoğu bu kavgadan geri durmamış ve geriye sadece 30 Kuş kalmıştır. Bu vadi kibir vadisiydi.
30 Kuş Hüthüt önderliğinde Simurg ’un yuvasına ulaşmayı başarmış. Lakin kuşlar yuvaya geldiğinde Simurg orada yokmuş. Kuşlar birbirine bakarken kendilerini görmüşler yuvada. Aslında Simurg kendileriymiş. ‘’
Kıssa, hikâye veya efsane… Bitirdikten sonra kitabı kapatıp gözlerime bakarak: ‘’Ne anladın?’’ diye sordu. Hikâyeyi kafamda canlandırmaya çalışarak: ‘’Anka, bilge kuş ve bütün kuşların hükümdarı, kuşların bir problemi oluyor ama ortalıkta yok; Hüthüt adında bir lider kuş onları Anka’ya götüreceğini yolun zor ve 7 derin vadiden geçeceğini söylüyor… 7 vadiden sadece 30 kuş geçebiliyor ve bu kuşların her biri aslında birer Anka’ymış ama bilmiyorlarmış…’’ Biraz düşündükten sonra ilk cevapla konuşmaya başladık.
--İnsanın kendi değerini fark edebilmesi için bazı zorlukları aşmalı.
-- Doğru başka?
--Sabretmeli, asıl amaca giden yoldan sapmamalı. Aklımızın bize kurduğu oyunlardan mantığımızı kullanarak sıyrılabilmeliyiz.
--Aferin devam et!
--Daha başka, tıkandım Ahmer Amca sen anlat!
--7 vadi hatırında mı? İnsanın zaaflarını anlatıyor. Senin kafana takılan soru ‘’Ölmedin mi?’’ Ölmek nedir?
-- Canın son bulmasıdır.
--Tamam, ölmeden ölmek nedir?
--?
--Ölmek bu dünyadan ayrılmaktır. Ölmek, dünya yolculuğunun bitmesi, diğer hayat yolculuğunun başlamasıdır. Başka bir değişle ölmek, göçmektir. Yani bu dünyadan vaz geçmektir. Ama isteyerek ama istemeyerek… Ölmeden ölmek vaz geçmektir evlat! Dünyada var olduğun sürece istek ve arzularına elveda diyebilmektir. Hiç dönmemek üzere…
--Hım! 30 kuş her vadide vazgeçtikleriyle olgunlaşıp Anka seviyesine ulaştılar.
--Aynen! Anlamana sevindim.
-- Handa ki yolcu! Anladığım kadarıyla o deliyi tanımıyordu. Deli de onu ilk defa görmüş gibiydi. Neden onca kişi varken o yolcuya sordu?
--Deli mi veli mi? Belki de bizim göremediğimiz ama o meczubun gördüğü bir şey vardı yolcuda. Bunu bilebilmek için o meczubun gözüyle görebilmek lazım.
--O konuşmadan sonra rüyamda gördüm meczubu. Bana da aynı soruyu sordu.’’
-- ‘’Ölmedin mi?’’
--Ölemedim
--Bulmadın mı?
--Aramadım
--Görmedin mi?
--Anlamadım
-- Görmesen de duymadın mı?
--Neyi görmeliydim ya da neyi duymalıydım?
--Kendini! Bir yol var önünde çatallanacak. Görebildiğin kadar yolda, duyabildiğin kadar doğrulukta kalacaksın. Ya çetin ya kolay olacak. Unutma sen seçersin. Ölmesen bulamazsın, bulmadan göremezsin, duymazsan hatırlamazsın…’’
Bu rüyanın etkisiyle meczubun peşine takıldım ve sonrası malum. Ha bir de kaybolduğumda içim geçmiş yine rüyama girdi: ‘’Uyuma seni öldürmeyen uykudur’’ dedi ve uyandığımda iri yarı köpekle uyandım karşımda ve Çoban Ahmet’le buluştum. Bu rüyalar bilinçaltının oyunu, bilsem de yine içim bir tuhaf oluyor. Bunların başka bir sebebi var mı?
Ahmer amca bir müddet sessizce durdu. Belki anlattıklarımı, belki bana nasıl anlatacağını düşünüyordu. Bir müddet sonra sessizliğini bozdu.
--Peki, bu rüyalar sıradan mı, yoksa tesadüf mü? Adem; neden yolcu bilebildin mi?
--Biraz ama tam değil!
--Adem: Anlamı ölümlü. Yani : ‘’ Her nefis ölümü tadacak!’’ Bize aynı zamanda bir yük yüklenmiş. Bu yük ‘’Halif’’ temsilci olma yükü. Her birimiz aynı zamanda öğrenme, idrak etme ve bunları anlatmakla yükümlüyüz. Bize yüklenen yükü dağ yüklenmemiş ama insan pek cahildir. İnsan yüklenmiş. Anka kuşunda ki 7 derin vadi insanda olan kusurlardır. İnsan ne yazık ki bunun farkında değildir. Farkında olmadığı içinde bunlardan vaz geçmesi gerektiğini bilmez. İnsan bozgunculuk yapar uyarırsın inkâr eder. Böbürlenir böbürlendiğini fark etmez. Kendini beğenir, kimseyi beğenmez. Dedikodu yapar, olanı söylüyorum der. Fitne sokar, iyiliğini istiyorum der. İnsan aklı olsa da pek cahildir evlat.
--İnsanın yolcu olduğunu, aslında her canlının hatta dünyanın güneş sisteminin evrenin dahi bir yolcu olduğunu anladım. İnsan ayrıca verilen aklı ve iradesi nedeniyle de aynı zamanda geridekilere bir yol göstermeli bunu da anladım. Yol gösterecek seviyeye gelmek için önce öğrenmek sonra öğretmek gerekmez mi? Bunun için eğitime ihtiyacı yok mu?
--Elbette evlat! Yol olmak kolay mı? Kaynak önemli… Sen şimdi rüyayla amel olmaz diyorsun. Amenna olmaz. İnanmamak deyince rüyaların bir gizemi vardır. Yusuf’un rüyası, Yusuf zindandayken yanında iki kişinin gördüğü rüyayı yorumlaması… Bunlar gerçek değil mi sence? Neyse geç oldu şimdi uyuyup yarın devam edelim mi?
-- Sen yatakta yat Amca!
--Yok, benim kepeneğim var. Buraya ilk gelen sen misin sanırsın? Ateşi de biraz besledik mi ezana kadar mışıl mışıl uyuruz.
Ahmer Amca ateşi harlayıp lambayı söndürdükten sonra uzandık. O kepeneğin içinde fazla geçmeden uyumuştu. Aklı ne kadar rahat ne kolay uyuyor, bense bin bir düşünce ile uykuya geçemiyordum. Ateşin alevi odaya loş bir ışık saçarken anlattığı hikâyeler ve bana katmaya çalıştıkları hayranlık uyandırıyordu. Ben olsam bu kadar uğraşmazdım herhalde diye düşündüm.
Uyumaya çalışırken aklımdan geçen yığınların arasında sıkışmıştım. O hadiseye kadar hiç rüya görmüyordum. Görsem de gördüğüm rüyalar bu şekilde değildi sıradan saçma olanlar kadar nefsi okşayan rüyalardı. Bu yola çıkışım da annemin rüyama girmesiyle başlamıştı:
‘’O kızla evlenemezsin! Köydeki eve git. Ateşliğin yan tarafında tuğlanın ardında gizli bir bölme var. Nedeni orada o zaman anlarsın!’’
bundan sonra rüyalar yakama yapışık gibi sanki bana hep bir şeyler anlatmak için vardı. Sonrası sonraki uykuda der gibiydi. Acaba bunu da Ahmer amcaya anlatsam mı? Son hatırladığım düşünceydi uyumadan önce.
Çölde yürüyordum. Bir kuyu etrafında toplanmış kalabalık ayrılıyordu kuyunun başından. Ardından kuyunun başına varmış kovayı içine atmaya çalışıyordum ama kova havada asılı kalıp kuyuya girmiyordu. Sanki bir güç kovayı içerden dışarı itiyordu. Birkaç denemeden sonra içerden bir sesle irkildim. Evet, kuyunun içinden geliyordu: ’’Sen nasipsizsin, nasip başkasının!’’ Korkarak uzaklaşmaya çalışırken karşıma bir deve çıktı. Deve dile gelip konuşuyordu: ‘’Yol bu taraftan, orda su da var azık ta. Ara ama aranma.’’ Şaşkın şaşkın deveye bakarak: ‘’Bir şey aramıyorum!’’ Deve çöktüğü yerden kalkarak yüzüme tükürmesiyle gözlerimi açmam bir oldu. Yine uyku yine anlamsız bir rüya… Kuyu neye delaletti, ya devenin konuşması?
Kafamı kaldırdığımda Ahmer Amca’nın kısık sesle kuran okuduğunu ve duaya geçtiği anda bitirdiğini anladım.
--Hayırlı sabahlar evlat! Uyuyabildin mi?
--Uyudum deve tükürene kadar iyiydi!
--Konuştu mu bari!
--Evet! ‘’Ara ama aranma’’ dedi aranmıyorum dedim yüzüme tükürdü öyle uyandım.
Ahmer Amca, tebessüm ederek yüzüme baktı. Okuduğu Kur’an-i Ker’im’i önce bez çantasına ardından kapalı dolaba koydu.
--Anlatacak mısın rüyanı?
--Rüyalardan etkilenmeye başladım ama inanmıyorum. Dinlemek istersen anlatırım.
--Rüyaların kimisi gerçektir, kimisi şeytani, kimisi de uhrevi. Dünya hayatı da bir rüyadır Adem. Çok az kişi farkındadır. Yüzünü yıka da gel çay hazır sofrayı da kuralım öyle konuşalım.
...
…
--Yusuf’un kıssasını hiç okudun mu?
--Okumadım ama az biraz anlatılanlardan biliyorum.
--Yusuf henüz çocukken bir rüya gördü. Babası Yakup peygambere anlattı. Rüyasında 11 yıldız ay ve güneşin ona secde ettiğini gördü. ‘’Rüyanı kardeşlerine anlatma!’’ dedi Yakup peygamber. ‘’Olurda kıskanır ve sana kötülük ederler.’’ Yakup, rüyayı yorumlayabiliyordu. İlerde Peygamber olacağını çoktan anlamış ve çocuğu olduğu kadar peygamber olacağı için ayrıca hürmet ediyordu Yusuf’a… Rüyası yıllar sonra çıktı Yusuf’un. Mısıra’a vezir ve peygamberlikle müjdelendi.
Rüyaların hangisinin gerçek hangisinin bilinçaltı olduğunu ben bilemesem de evlat bazılarının işaret olabileceğine bu kıssa vesilesiyle inanmaktayım. Bana rüyalarını tabir et dersen edemem ama içinde hikmetler olabileceğini söyleyebilirim. Sen rüya görürken ben de Yusuf Suresi’ni okuyordum. Sence bu tesadüf mü hikmet mi?
-- Ahmer amca anlaşılan o ki ben size hikâyemi anlatayım. Annem ilkokul öğretmeniydi. Doğu görevini yaparken bir subayla tanıştı ve evlendi. O zamanlarda 7 ilde o hal vardı ama biz o 7 ilin dışında olsak ta terör zaman zaman orda da vuku buluyordu. Iğdır iline bağlı tuzluca ilçesi Üçkaya köyünde görevliydi. Ben orada doğmuşum. İyi bir öğrenci değildim ama çobanlıktan tut ufak tefek tamirat işlerinde hem hevesli hem de iyiydim. İlkokuldan sonra annem Iğdır merkeze görevini aldırdı. Lise hayatım çok renkli değildi. Hep baba eksikliğini çekerken babamın şehadeti tüm dünyamı yıktı. Annem tayinini istedi. Çok geçmeden tayini İstanbul’a çıktı. Liseden sonra üniversiteyi okumak için okudum. Zira geçmişimde hep bir şeyler varmış gibi yakamı bırakmayan bir eksiklik vardı… Üçkaya köyünde bir gezgin dede vardı. Çoğu onun yanına gider onla sohbetler ederdik. Bana hayatın gerçekliğinin gözlerimizin önünde olduğunu söyler, hangi kitabı okursan oku, hangi ilmi alırsan al hayatla sentezleyemedikten sonra insan olamazsın. Hayatı okumanın, kâinatı okumanın sırrı idrak etmektir derdi. ‘’Her varlık nispetince yüklenileni yapar; hangi kumaş havludan daha fazla su yutar.’’ Dedi bir gün ve sordu… ‘’Her insan birbirine benzer de bu kadar nasıl farklı olabilir? Her yaradılmışın bir vazifesi vardır. İnsan ise vazifeyi kendi üstlenmiştir. O da sizin söylediğinizi söyledi. ‘’Allah yükü dağlara verdi almadı insan yüklendi çünkü insan cahildir!’’
İnsan evvela kendi için yaşar. Yanı başında ağlayanla dertlenmesi anlıktır. Hemen unutur. Aç kalan insana bir çorba veya bir yemekle karnını doyurur ve vazifesini yaptım sayar. Oysa o insan yine acıkacak, yemek yapmayı öğretmez veya iş vermezseniz bir öğün yemekle o insanın derdi bitmiş midir ki? Yokluk vardı, o yokluk içinde insanlar mutluydu çünkü paylaşıyorlardı. Şimdi kardeş kardeşle paylaşmıyor. Dedeler, nineler anne baba çocuklar bir arada yaşarlardı. Çocuklara hayatın sillesinden geçmiş ilk eğitimi o dedeler nineler verirdi. Kanaat vardı, hürmet vardı. Şimdi anne baba ayrı âlemde, çocuk ayrı odada kendi âleminde… Aile birbirine yabancı… Sonra, sosyoloji psikoloji depresyon hepsi de gereksiz düzenin ürettikleri…’’ Bu anlattıkları o gün bu gündür kafamı kurcalamakta Ahmer amca… Gerçekten benim dedemdi, çünkü dedem olsa ancak bu kadar hayatıma dokunabilirdi. Ben asıl dedemi hiç tanımadım Ahmer amca…
O bana ne anlatıyordu diye geçirdim içimden. Yusuf suresinden bahsediyordu. Bense kendi hikâyeme dönmüştüm. Kendime gelip yüzüne baktığımda o da İçten içe düşünüyordu. Rüyalarımı anlatmaya karar verdim…
--Ahmer Amca, annem vefat etti. Bu yola çıkmamda ki neden bir rüyayla başladı. Annem rüyamda: ‘’Köye git, sır ateşliğin sağ kenarında bir tuğlanın arkasında ki gizli bölmede.’’ Diyordu. Birkaç kez görünce ve çevremdeki insanların alaycı ve bu gibi gizemlere inancı olmayınca kimseye danışmadan yola çıktım. Bu rüyanın bir anlamı var mı sence?
--Nedensiz hiçbir şey olmaz evlat. Sonucunu ancak gittiğin evde göreceksin. Birkaç kez gördüysen bir hikmeti olabilir. Yok, bilinçaltıysa gittiğin yerden boş dönecek en azından kafandan atacaksın bu rüyayı. Her iki durumda da hayır olur inşallah.
--Peki, Hâre? Tanıyor musun o meczubu? Neden onunla karşılaştım; hikâyesi nedir; benim rüyama neden girdi?
--Elbette bir nedeni vardır. Aslen buralı değildir. Buraya yerleştiğinde çok parası vardı. Sonra birisi geldi onu aldı götürdü. Geri döndüğünde her şeyini sattı. Zamanla kendi kabuğuna çekildi. Bir gün ‘’Öldüm; ben öldüm, gördüm, görmesem de duydum, hatırladım.’’ Diye haykırmaya başladı. Herkes delirdi dediler. Kimi ağaçla, kimi, çiçekle kimi toprakla konuşurken görüldü. Sonra kim ona baksa ‘’ölmedin mi, görmedin mi, duymadın mı, hatırlamadın mı?’’ gibi sorular sormaya başladı ahaliye. İnsanlar da onla uğraşamadı. Kimi uzak durmakta kimi görmezden gelmekle buldu çareyi.
--Bir gece rüyamda gördüm:’’ Yol var önünde çatallanacak!’’ demişti ve o gecenin sabahı onun peşine düşerek yol gerçekten çatallandı ve rüyam çıktı sanırım. Bu mümkün olabilir mi?
--Çatallandı mı sence yoksa daha da mı çatallanacak. Bakalım anneni gördüğün rüya seni başka çatallara sürüklemeyecek mi?
--Ama! Dahası mı olacak?
--Zaman evlat, zaman… Hadi toparlanalım. Kıssayı yolda anlatırım.
Handan ayrılalı bir hafta kadar olmuştu tahminimce. Meczubun peşine öyle bir halle atılmışım ki ve sonra Kör Çocuk’u öyle takip etmişim ki üzerime hiç bir şey almamıştım. Allahtan sağlam giyinmiştim. Yine de Ahmer amca üzerime giymem için yünden yapılmış bir hırka verdi. Üzerime giydikten sonra dışarı çıktık. Tepe öyle bir yerdeydi ki han, geldiğimiz yol görünüyordu. Ahmer amca bana bakarak:
--Burası Kaf Dağı sende Simurg (Anka) olmayasın!
Diyerek gülümsedi. Bende tebessümle karşılık vererek yola koyulduk.
devamı sonra
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.