- 174 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KEDERBACH - KEDERDERESİ
KEDERBACH - KEDERDERESİ
“Hey! Benedict bu tarafa gelir misin?”
“Yahu sana kaç defa diyeceğim bana Benedict deme diye!”
Gerilen havayı yumuşatmak için;
“Ya hu! Sana da bir şaka olmuyor!” diye çıkıştı.
Yılların verdiği eziklikle güneşin doğduğu tarafa bakarak;
“Allah’ını seversen; bunun neresinde şaka var ya?”
O da biraz sesini yükselterek;
“Sen de bana Mikail demiyor musun?” diyerek karşılık verdi.
“Diyorum. Evet. Diyorum ama senin eskiden de adın Mikail değil miydi?”
“Senin eskiden adın neydi?”
“İyice bunadın artık!. Otuz sene içinde benim adımı nasıl unuttun? Gerçekten benim adımı bilmiyor musun?”
Bilmiyormuş ya da unutmuş gibi bön bön bakarak;
“Mahmut muydu Mehmet miydi?” der demez; iyice öfkelenen Benedict;
“Be hey gafil! Mahmut değildi ama ikisi de aynı peygamberin adı idi… Muhammed idi; bizler, ona saygımızdan dolayı Mehmet diyoruz ya! Mehmet adını kilisede özellikle Benedict olarak değiştirdiler. Kilise defterine adımı Benedict diye yazdılar. Her ne kadar istemedim ise de parantez içine Mehmet adını yazdılar ve kalın çizgilerle etrafını kapattılar.”
“Yani senin adın eskiden Kara Mehmet idi değil mi?”
Sağ yumruğunu sıkarak iman tahtasına vurdu ve gözleri parlayarak;
“Temeşvar Yeniçeri ocağında benim adım Çavuş Kara Mehmet idi. Taki o büyük savaşta sancağı şerifi kaptırdığımız zamana kadar; başçavuş Kara Mehmet olarak anıldım, yaşadım, bıyıklarımı burdum çok şükür. Ne zaman o musibet başımıza geldi. Kırım hanı, biz, Viyana’nın içine girerken; arkamızı korusun diyerek Lehistan’dan gelen küffarın önünü kesmesi görevini; “Biraz da Osmanlı’nın anası ağladın” diye yerine getirmediği için çok kardeşlerimiz şehit düştü ve Viyana’dan çekilip ordumuz dağılıp perişan oldu. Sonunda bir çoğumuz da bu kafir Nemçeliye esir düştük. Sonrasını hepimiz çok acı yaşadık.”
Bir ağacın dibine çökmüş olan uzun boylu ama yaşlı bir gaziye dönerek;
“Hans, senin adın Hasan değil miydi?”
Selvi gibi her yanı düzgün gazi önce duymazlıktan geldi. Sessizliği bozmak için yavaş hareket ederek cevap verdi.
“Evet! Ben, Osmanlı Tımarlı Sipahi kumandanı iken adım Hasan Gazi idi. Kafir beni esir aldığı zaman, Alfred denen bir Nemçe askeri, Viyana’da bize karşı savaşmış ve orada ölmüş. İki çocuğu ve dul hanımı kalmış. Erkeklerin yüzde sekseni öldüğü için ortalık dul kadın ve çocuk kaynıyormuş. Tarla işleri erkekler olmayınca hep yüzüstü kalmış. Bu arada idareciler ve papazlar, din değişikliğini kabul etmek şartıyla; bu dul kadınlar, esir askerlerden eş seçebilecek diye karar almışlar. Beni de Alfred’in dul karısı Karolin seçmişti.
Yani ben de, sizler gibi kadının dinine dahil oldum.”
Konu buraya gelince eski kahramanlar, başlarını eğdiler ve birbirinin yüzüne bakmamaya dikkat ettiler. Kimisi gözlerini ovarak akan gözyaşlarını ellerinin tersiyle silerek ses çıkarmadan bir müddet durdular.
“İşte bende ellerim bağlı olarak girdiğim kiliseye, adımı Hans, dinimi de Katolik Hristiyan yapıp kilise defterine yazdılar. Bana dediler ki, sen kendi inancını gizli olarak yapabilirsin, fakat çocukların ve torunların kesinlikle Hristiyan olacak ve Karolin’i de katiyen üzmeyeceksin! Hani ben de yüzüne bakılan civanı mert olduğumdan dolayı Karolin bana gülümsedi. Ona içim ısındı. Adım, dinim, dilim elden gitti ama Karolin gibi bir hanım ile el ele tutuşarak kiliseden çıktım.”
Kısa boylu kalebent olan Samuel, gülümseyerek;
“Öldürülmekten ya da esir kampında çürümekten kurtaran Karolin, dinini değiştirtecek kadar güzel miydi?”
Hans yani namıdiğer Hasan Gazi, önce öfkelendi. Sinirlerine hakim oldu ve;
“Şurayı herkes iyi bilsin ki, ben, bir kadın için asla din değiştirmem ve de değiştirmedim. Hepimiz gibi bir gün ordumuz gelir, kurtuluruz ümidiyle” dedi ağlamaklı bir halde sustu ve güneşin doğduğu yere uzun uzun baktı.”
Bayırbucak Türkmeni yaşlı Abraham yani eski adı Gazi İbrahim olan bu sessizlikten yararlanarak;
“Türk’ünfelt denen esir kampına koymuşlardı bizi. Her gün kaçan asker kardeşlerimizden yakalananları, bize ibret olsun diye işkence ederek öldürüyorlardı. Buna rağmen bu işkenceleri göze alarak kaçmaya çalışıyorduk. İşte böyle bir kaçma anında duvardan atlarken düştüm ve sol ayağım bu şekilde oldu. Uzun bir zaman bu ızdırabı yaşadım. Bir papaz sevap kazanmak için beni, bu civarda yaşayan Silvia ile din değiştirmek şartıyla evlendirdi ve buraya gönderdi. Çoluk çocuğa karıştık. Şu iki çocuk benim torundur. Bu evlilikler, inanın demir zincirlerden daha sağlam köstek oldu bizlere… Artık çocuklarımızı ve torunları bırakıp kendimiz gidemiyorduk.”
Bu arada sözü eskiden ocaklı imam olan hafız Mustafa aldı. Önce bir iki defa öksürdü. Ardından da;
“Benim, bahtı kara kardeşlerim! Başımıza gelenler çok ve acı yerlerden geçtik. Gelin bizimle birlikte Viyana Sahrasında savaşıp şehit düşen kardeşlerimizin ruhuna birer fatiha okuyalım ondan sonra sohbetimize devam edelim.”
Aradan büyük bir sessizlik oldu. Derenin suları, oradaki dağlardan çok büyük bir acı çekmiş gibi feryat ederek; çağıl çağıl yukarıdan aşağıya akıyordu. Çevrede ağaçların dallarına konmuş kuşlar, onları sükunetle dinleyip ardından da çaresizce uçuyorlardı... O kuşlar arasıra cıvıl cıvıl öterek, her bir esir Osmanlı askerinin eski günleri hatırlatıyordu. Etrafta artık kuş sesleri, çılgın akan Keder Deresinin su sesi ve biraz ileride oynayan torunların heyecanlı heyecanlı bağırışlarıyla bu yaşlı gazilerin fatiha okurken dudak kıpırtılarının sesleri vardı. Her birisi Fatiha‘yı okuduktan sonra çok kederli olarak güneşin doğduğu yere bakarak uzun uzun süzdüler, süzüldüler, üzüldüler… Neden sonra Ocaklı imam hafız Mustafa sözü aldı ve;
“Hayat işte böyle kardeşler! İçimizde bitmeyen bir hasretle gerçekleşmeye bir umut var. Hep bekledik ama bir türlü gelemediler. Eğer Kara Mustafa Paşa’yı hal etmeselerdi, topladığı asker ile İstonli Belgrad’dan dönüp geri dönüp bizi kurtaracaktı... Fakat içimizdeki fitneler, birbirinin makamına göz diken paşalar, saray entrikaları yaparak Paşa’nın kellesini alınmasına sebep oldular. Paşa’nın kellesi ve çadırı maalesef şu anda Viyana’da..”
Hafız Mustafa sustu ve güneşin doğduğu tarafa baktı. Derin bir iç geçirerek tekrar tane tane söze başladı;
“Bir gün gelecek diye hep Osmanlı’yı bekledik. Burada kalanlar kaderine terk edilmiş oldu. Ardı arkası kesilmeyen savaşlar neticesinde Karlofça antlaşması yapıldı ve bizler tamamen unutulduk. Kimimiz şehirlere yerleşip oralarda yeni meslek tutup hatta kahve dükkanları açarak kendimize iş imkanları sağladık.. Hatta Karl Osman adıyla anılan eski bir asker şu yukarıdaki bir şehirde meşhur bir dükkan açarak Nemçelilere Türk usulü kahve içmeyi öğretmiş. Artık onlarla bizim gibi kahve içer olmuşlar.”
Hafız Mustafa’ya Jacop adını takmışlardı, onu sözünü kesen eski bir Osmanlı aşçısı olan Johann, onun sözünü keserek;
“Hafız Mustafa, o da bir şey m?, Yeniçeri ocağının mutfağın pişirdiğimiz ve yediğimiz “kul aşısını” Gulaş diye pişirmesini öğrenip artık önemli günlerinde yiyorlarmış.”
Yaşlı bir kapıkulu sipahisi olan kilise adı Marcus iç çekerek; gürül gürül akan dereyi gösterip.
“Ne zaman buraya gelsem; savaştan on onbeş yıl önce bizim ocakta dinlediğimiz Toroslar’ın yetiştirdiği Kara Halil adıyla nam salan fakat şair adı Karacaoğlan olan şairimizin şu dörtlüğü aklıma gelir;”
“İndim Seyran ettim Frengistan,
İlleri var bizim ile benzemez.
Levin tutmuş goncaları açılmış
Gülleri var bizim güle benzemez.”
Sanki Karacaoğlan bizim şu andaki halimizi o zamanlar görmüş gibiydi. Buraların hiçbir yeri bizim büyük devletimizin hiçbir yerine benzemiyor. Ben Memaliki Osmanlının Garp Ocağına dahil Cezayir’de, sonra Yemen’de, Mısır’da, Kerkük’te, Halep’te, Balkanlar da Deliormanda ve Belgrad’da ve son olarak da Budin’de bulundum. Şehirlerimiz insan bakımından her türlü insanı bulabileceğimiz bir buluşma yeridir. Biz de camide vardı, Kilise de vardı, havrada vardı; ama buralarda kiliseden başka bir şey yok. Papazların etkisi ve yetkisi bizdeki hocalardan çok çok fazla ve söz hakkına sahipler. Farklı bir uygulamaları var. Hiç kimsenin dinine diline ve günlük yaşantısına karışmayız, hatta kendi aralarındaki uyuşmazlıkları kendi mahkemelerinde cemaat adamları yani papazlar karar verir.”
Köşede oturan ve bu ana kadar hiç sesi çıkmayan Stefan adındaki bastonla yürüyen yaşlı gazi, doğuya doğru bakıp duygulandı, damarları belirginleşmiş elinin üzeri ile gözlerin sildi. Sonra da ağır ağır konuşmaya başladı
Sevgili kardeşlerim, belki bir daha görüşmemiz bu derenin kenarında buluşmamız mümkün olmayabilir. Ben eski bir Sipahi çavuşuyum. Aydın eyaletine bağlı Ladik Sancağındaki Seyidi Bala karyesindeki Molla Veli Ağanın gözetimi altında yetiştim.”
Sözün burasında sustu ve güneşin doğduğu yere bakarak;
Bizleri, buraya veziriazam Kara Mustafa Paşa Avrupa’ya bir nizam vermek için getirdi. Biz buraları yakıp yıkmak için gelmedik, fakat içimizdeki bazı haddini bilmez paşalar ve Kırım Hanı sayesinde bu savaşı kaybettik. Keşke Kırım Hanı, Jan Söbieski’yi Viyana önünde Kahlenberg’te durdurabilseydi. İşittiğime göre durduracak güçte imiş, fakat o, “Biraz da Osmanlı’nın anası ağlasın!” deyip yardıma gelen Ulah askerlerine karşı çıkmamış. Biz şehre girdiğimizde arkamızdan vurmalarını seyretmiştir. Kardeşlerim demek ki bizi düşman cepheden yenememiştir. Maalesef içimizdeki gaflet içinde bulunanlarla gafillerle hainlerle birlikte sırtımızdan vurarak yenmişlerdir. Dört büyük, üzüntü büyük, keder büyük.”
Sözünün burasında Stefan sözü aldı;
“Ne zaman bu derenin kenarına bu buluşma yerimize torunlarla birlikte gelsem; bu derenin akışı ile çok hüzünlenirim. Kozanlı Ali Çavuşla yani Albrecht ile bu dereye üzüntülerimizi döküp bu dereye Keder Deresi derdik. Her sene derenin bir kenarına birlikte bir umut taşını dikerdik. En son geçen sene umut taşını Ali Çavuşla beraber aha şuraya dikmiştik. Maalesef kaderdaşım Ali Çavuş, Hak emrini alınca bu sene gelemedi. Gelecek buluşma senesindeyim bilir kimler olmayacak aramızda? Hatta Viyana yakınlarına kadar ve Nemçelilere, bu derenin adının yarısını Türkçe yarısını Nemçe lisanıyla birlikte olarak Kederbach koyup öğretmiştik. İnanır mısınız onlar da artık bu derenin adına Kederbach diyorlar. Bu sabah buraya gelirken Yonatan ile hanımı Margret beni gördüler. Benim bu tarafa doğru gittiği mi görünce;
“Stefan, yine Kederbach’a mı gidiyorsun?” diye sordular. Ben de cansız kuvvetsiz sağ kolumu havaya kaldırıp evet der gibi salladım. Artık torunlar bizim önceki isimlerimizi, nereden geldiğimizi, nasıl bir inanca sahip olduklarımızı bilemeyecekler. Kim bilir yarın ileride herhangi bir tarihte, bizim milletimize karşı kökleri bizden olmasına rağmen belki savaşacaklardır. Tarih bizi unutacak ama bu dere unutmayacak. Bu dere bizim kederimizden bir yadigâr olarak Kederbach olarak kalacak.”
Zor bela oturduğu yerden Otto ismindeki Orhan gazi, şöyle güneşin doğduğu yere bakarak doğruldu ve yanlarına gelip;”
“Arkadaşlar” dedi “aldığım haberlere göre Osmanlı ordusu geçen sene temmuz ayında Moskof Çarının ordusunu Prut nehri kenarında sıkıştırmış ve savaşı kazanarak bir anlaşma yapmışlar. Bu zaferden sonra belki memlekete dönebiliriz diye ben de ümitlenmiştim.” dedi ve sustu.
Arada müthiş bir sessizlik oldu. Kuşların sesleri ve cıvıltıları dahi kesilmişti. Sadece hüzünlü bir şekilde akan derenin gürültüsü ortalığı kaplamıştı. Herkes gözünü Orhangazi’ye namıdiğer Otto’ya çevirdi. Merakların iyice artmasını bekleyen Otto, bir süre daha sustu. Ve ardından tane tane
“Veziriazam Baltacı Mehmet Paşa, başarılı olan bu savaşı anlaşmayla noktalamıştır. Yanında bulunan Kırım Hanlarına, Viyana seferindeki olumsuz etkilerinden dolayı pek fazla güvenememiş. Zaten yeniçeriler içinde de fitne kaynıyormuş ve bir isyana hazırlık yapıyorlarmış. Hatta bazıları can kaygısı ile savaş alanına terk edip, Boğdan’a doğru yol almaya başlamışlar. Boğdan Prensi Dimitri Kantemir’de payitahtta yetişmesine rağmen Moskof Çarının yanında yer almış. Elindeki fırsatı bu yüzden Baltacı Mehmet Paşa yitirmemek için anlaşmayı kabul etmiş. Zaten padişah üçüncü Ahmet de barış taraftarıymış. Fakat, Baltacı Mehmet Paşa İstanbul’a döner dönmez fitnenin kaynattığı çeşitli söylentilerle padişahın gözünden düşmüş ve malum olduğu gibi hemen sürgüne gönderilmiş. Sevgili arkadaşlar, bundan böyle artık bizim için bir ümit kalmadı ve devleti Ali Osmaniye reformlar yapmak için içeriye dönmüş durumda.”
Keder Deresi’nin üst tarafındaki yaşlı çınar ağacına dayanan kalem ve sanat erbabı ve devamlı duygusal bakan Raymond yani Ramazan’da, çok üzgün olduğu yerden onların yanına gelerek Hafızın yanına oturdu. Yanında getirdiği sazını kucağına aldı. Torbasından çıkardı ve ağır ağır okşar gibi tel ve perdeleri üzerinde damar damar olmuş kuru elini hafif hafif gezdirdi. Sonra orada bulunanlara dönerek
Ağalar yeterince üzüldük. Gelin ben size birkaç memleket türküleri çalayım kendimiz gidemesek de bu türkülerle geldiğimiz yerleri yâd edelim. Türkmen Ali önce karacaoğlan ile başlayalım ne dersin?
Artık bütün kuşlar susmuşlar onun saza mızrap vuruşunu ve perdeler üzerinde parmaklarının dans edişini izliyorlardı. İlk türkü orada bulunanların etkiledi. Ardından da davudi bir sel ile;
“Zahit bizi tan eyleme,
Hak ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazret’e varır yolumuz”
Bu türkü bittikten sonra herkesin sesi kesildi. Kartal gibi Stefan kanatlarını açarak;
“Artık bu sene Kederbach’ın kıyısına umut taşı dikmeme gerek kalmadı. İki dağın kavuşması gibi sarılıp, umutlarımızı gönlümüze gömelim” dedi.
Yanındaki kahraman Gazi’den başlayarak sarılıp vedalaştılar.
Onların derin hasret ve umut gözyaşlarıyla Kederbach, o gün onları uğurladı ama o gaziler, bir daha oraya gelemediler; Kederbach hala çağıl çağıl onların özlemleriyle akmaktadır.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 14.07.2024
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.